Yıllar geçti deniz görmeyeli, çimenlere dokunmayalı, gökyüzünün altında saatler dolusu beklentisiz uzanmayalı… Bir buradaki gökyüzünü izleyebildim kirli, parmaklıklı pencerenin ardından; bir de hava almaya çıktıkça yandaki gökyüzünü. Birden çok gökyüzü varmış meğer cezaevinde anladım. Benim içerde gördüğüm ile bahçede gördüğüm, hele dışarıdan birinin gördüğü gökyüzüler bir olur mu hiç? Olmaz ya. Fen kitapları yazmaz, gökbilim kabul etmez, dini kitaplar dahi uzlaşmaz bu konuda ama herkesin gökyüzü ayrıdır. Altı yılın ilk günü anladım ben bunu. Yan bahçeye çıkınca gördüğüm gökyüzü bile değişir, diğerleri nasıl değişmesin?  Dün uyumadan önce üst ranzamda kalan Haşim’e söyledim bunu da inanmadı bana. “Olur mu öyle şey lan, gökyüzü herkese aynıdır. Dünyanın bi’ ucuna gitsen o gök bu gök işte.” deyip kestirip attı, iki dakika sonra da horlamaya başladı. Onu ben de biliyorum, ama aynı değil işte be Haşim.

          Bugün koğuştan ayrılıyorum nihayet, tahliyem geldi. Eşyalarımı buradaki masanın altında bulduğum şeffaf kutuya koydum, zaten iki üç parçaydı hepsini aldı ufaklık. Uyandığımda koğuşta kimse kalmamıştı, nereye gittiler bilmiyorum. Haşim bile yoktu yerinde, yatağı derli topluydu ilk kez. Vedalaşmadan ayrılmak istemezdim ama gelmezlerse mecburen öylece çıkıp gideceğim buradan. Birazdan gardiyan gelir beni almaya, “sabahtan,” demişlerdi “hazır ol çıkacaksın yarın.”. “Tamam,” dedim “olurum.”. Mutlu olduğumu çok da belli etmek istemedim, Haşim daha çıkamıyor çünkü yıllar var önünde. Biraz da üzgün gibi davrandım hatta o kadar üzgün değilken. Şimdi de toparlandım bekliyorum gelmesini gardiyanın. Koğuş bomboş, nereye kayboldular kim bilir? Büyük bir olay oldu da ben mi kaçırdım anlamadım.

          Kapı açıldı, gardiyan Şükrü seslendi “Hadi gözün aydın” dedi, kutumu aldım yollandım çıkışa doğru onunla birlikte “Sağol Şükrü abi.”. O önde ben arkada, kim bilir kaç kilitli kapıdan geçtik, kaç imza attık, kaç kişiye selam durduk. Ulaştık sonunda yıllar sonra girdiğim o uğursuz kapıya. “Selametle, bir daha görüşmeyiz inşallah” dedi bu sefer ismini bilmediğim başka bir gardiyan, “İnşallah abi, Allah ısmarladık.”. Son demir kapıyı da terk ettim sakin adımlarla. Karşılamaya kimse gelmedi beni, girdiğimden de çıktığımdan da kimsenin haberi yok gibi. Olan da olmamış gibi yaptı zaten bunca yıl. Cebimde beş kuruş kalmadı, bakalım nasıl eve gideceğim. Az ileride dolmuşlar kalkıyor, belki konuşsam beni de alırlar arabaya. Mavi başlıklı olanı bizim kasabaya gidiyor biliyorum, ona doğru yürüyorum elimde kutumla. Dolmuş kalkmak üzere, adımlarımı hızlandırıp el sallayıp atlıyorum dolmuşa. Benim gibi tahliyesi gelenlerle dolu araç. Herkesin elinde ya poşet, ya çanta var. Oturanlardan bir kişi bizden değil o belli, kahverengi kadife pardösüsü, kocaman gözlükleri, ensesinden toplanmış jilet gibi saçları ile başka dünyadan olduğunu bağırıyor. Ya avukat ya da mahkûm bekleyeni, bence avukat. İçerisi çok fena kokmuş. Şoför amca ile konuşmam lazım bir an önce benim mevzuyu, açık açık söylemekten başka çare yok, bindik bir kere. Cebimde bir paketin yarısı dolu sigaram var, bir de şu şeffaf kutum.  “Abi hiç nakdim yok sana sigara versem para yerine olur mu?” deyiveriyorum sesim sonlara doğru titreyerek. “Olur mu öyle şey, istemez sigara falan, geç bakalım sen şöyle seni yolda bırakacak değiliz ya evladım, götürürüz.” Diyor bana babacan bir sesle. İçim bir garip oluyor, eziliyorum ve seviniyorum bu sözlere. Sigara bile istemedi benden, keşke isteseydi. Bu kadar kötü hissetmezdim o zaman. Araçtaki kimse yadırgamıyor muhabbetleri, herkes hayata alışkın bir köşesinden burada olduğuna göre. Kimse adamakıllı dönüp bakmıyor bile, oysaki bağırarak konuştuk bunları şoför abiyle. Bir tek o saçı topuzlu avukat bakıyor birkaç saniye, yolu seyre devam ediyor ardından. Şeffaf kutumu bir valizin yanına koyuyorum, ben ayakta, diğerleri koltukta, geçmeye başlıyoruz köyün virajlı yollarını. Birkaç kişi çok heyecanlı, hemen belli ediyor. Cama yapışmış kimi, yemyeşil tarlaları izliyor. Trakya’nın o güzelim tarlaları on kat daha güzelleşiyor gözlerinde. Kimi gülümsemesine engel olamıyor, her an gülümsüyor kendi kendine. Öbürleri benim gibi, huzurlu sadece özgürlük mutluluğundan. Cama dönüyorum yüzümü, yeni gökyüzüme bakıyorum. Bak, bu da başka bir gök işte, tarlalar boyu uzanan ekinlerin üzerinde yükselen güneşi izliyorum. Rüzgâr aralık kalmış camın köşesinden hızlı hızlı yüzüme çarpıyor, ferahlıyorum. Yoldan birkaç kişiyi alıyoruz dolmuşa, iki genç kadın benim yaşlarda, bir de genç adam. Kadınlar pek süslü, bakımlı, kikirdeyerek biniyorlar araca. Bindikleri gibi önde oturan iki kişi onlara yer veriyor, yaşlı ya da hamile de değiller oysa. Sadece kadınlar, genç ve neşeli. Yeni binen genç adam ise kamp yerine gidecek gibi giyinmiş, kuşanmış, bir ucundan pusula sarkan koca çantasını sırtlanmış. Onun yerinde olsam keşke diyorum, gökyüzünden hiç kopmamış olsam. Belki böyle gülerdim ben de, gözlerimin en içine kadar. Bağlantım koptu bir kere ama tekrar bağlanayım bir maviliklere, bakın nasıl güleceğim en sahisinden. Bir de anamın gönlünü alırsam her şey tamam olacak. Anlatırsam olayların aslını astarını… Biraz dargınım aslında kaç yıldır gelmedi hiç ziyaretime. Hiç kimse gelmedi. Sanki n’aptımsa. Olsun anadır o, haklıdır. Gönlünü almak lazım, doğruyu anlatmak lazım. Bir öğrendi mi boynuma atılır yeniden, affeder hemencecik beni. Ne anlatacaksam, onu da bilmiyorum. Tek diyeceğim hiçbir şeyi hatırlamadığım doğru dürüst. Güzelce açıklayacağım hiçbir şeyi kendim bile isteye yapmadığımı anacığıma. Ama diğerlerine ne bir şey anlatırım, ne yüzlerine bakarım. Bir anam ve ben olacağız bundan böyle. Bizi ayıran kimse de bize yanaşamayacak. Ben ona sesimi bile yükseltmemişim hiç şu yaşıma kadar, hele yaralamak, tasarlamak, öl… Neden öyle söylediler mahkemede, hakim neyi soruyordu hiç anlamadım. Konuşmadım da hiç zaten, sorularına cevap veremedim. Anlamadığım şeye ne yanıt vereyim. O gece, annemle konuşuyorduk benim balkondaki sofrada, bir yandan karpuz yiyorduk. Derken elektrikler gitti, her yer kapkara oluverdi. Kapkaranlık sokaklar, yollar, evler… Gökyüzündeki yıldızlar bile görünmez oldu. En son yine gökyüzümü hatırlıyorum, yıldızların solduğunu bir de. Kocaman bir karaltının göğe yükseldiğini. Sonra bir baktım ki nezaretteyim. Kan ter içinde, üstüm başım dağılmış, yüzüm de yanıyor dayak yemişim gibi… Yedim herhalde. Polisler bağırıp çağırıyor bana, kimi gözlerini sonuna kadar açmış inceliyor beni. Tek kelime edemedim korkudan. Ertesi sabaha mahkemeye çıktım, hakimi görmemden beri cezaevindeydim. Birkaç kez daha gördüm aynı hakimi, ardına başka hakimleri de. Birkaç da doktorla görüştürdüler beni. Yıllar geçti üstünden tabii bunların, bayağıdır görmedim önlüklü, cübbeli kimseyi. Üniformalı gardiyanlar hariç. Bugün nihayet salıverdiler haksız olduklarını anlayıp işte. Gerçekler ortaya çıktı demek. Benim bile bilmediğim gerçekler. Annem gelip kurtardı beni belki de. Ama o zaman ziyaretime de gelmez miydi? Gelirdi ya. O değil o vakit beni kurtaran. Belki avukattır, mahkemenin gönderdiği avukat. Ziyarete gelmedi pek ama belli olmaz. Kimse kim, Allah razı olsun. Ben çıktım ya artık o önemli.

          İçinden geçtiğimiz uçsuz bucaksız tarlalarla bezeli yolun sonuna geliyoruz. İleride yolun karşısındaki evlerin ardından deniz görünecek. Bir yanda masmavi gökyüzü, bir yanda aynı durulukta deniz… Ardında sayısız yıldız, içinde sonsuz balıkla nasıl öyle sakin ama görkemli durabiliyorlar? Hele ki gökyüzü… Her şeyin kaynağı o, denizin rengi bile onun sayesinde böyle ışıltılı. Aldığımız nefes, ısındığımız güneş, yediğimiz, içtiğimiz, uyuduğumuz, dualara açtığımız avcumuz hep onunla bir. Biraz daha akıllı olsaydım kesin pilot olurdum ben. Gökle bir olup yere hiç inmemek ne güzel olurdu. O kadar çalışmadı ki kafam küçükken, anamlar da uğraşamamış hiç benimle, zaten babam da ölünce kayboldum gittim. Kendi başıma büyüdüm evin köşesinde, gökyüzüyle bir. O dönmeye devam etti, ben yaşamaya. Berberin çırağı oldum kendimi bildim bileli. Geldim yirmi sekizime, kim sorsa hala berber çırağıyım derim. Kendi dükkânımı açarsam bir berber olurum, o vakit gelene kadar çırak kalacağım. Şu virajı da alırsak eve yaklaşıyoruz, az kaldı. Yol da uzadıkça uzuyor sakız gibi, az önce virajın sonuna geldik sanmıştım. Bir türlü dönemiyoruz, deniz göründü ama ilerliyoruz belli. Dolmuştakilerin çoğu yolu izliyor, kızlar gülüşmeye devam ediyor, kampçı çocuk gözlüklerinin ardında gizlenmiş yengeçsi düşüncelerini tartıyor; bense eve kavuşma anımı iple çekiyorum. Evin üstünde yükselen gökyüzü de bir başkadır şimdi, değişmiştir. Anacığım mutlu olacak mı beni görünce acaba? Olmaz mı hiç, olur ya. Sarılır bana kocaman “canım oğlum benim, Ersin’im” diye atılır boynuma. Ben de ona sarılırım “canım anam”  derim, “neden hiç gelmedin ziyaretime?” diye de sorarım hemen. Ya kızgınsa bana, ya sarılmazsa hiç boynuma. “Ne geldin be buraya?” derse… O zaman ne yaparım bilmiyorum. Sarılım önce ona yine sıkıca, sonra anlatırım. Ne anlatacaksam, hiçbir şey de hatırlamıyorum ki. Onu anlatacağım işte. Ah biraz hatırlayabilsem, biraz… Gökyüzüm yardım eder bana, biliyorum. Virajı alıyoruz, bizim kasabanın tek katlı, çarpık evleri göründü ucundan. Kaç yıl geçti, hala aynı buralar. Merkeze vardıkça fark ediyorum birkaç dükkan açılmış yeni, o kadar. İnsanlar aynı, evler, parklar, bahçeler aynı, gökyüzü farklı bir. Dedim ya, o hep değişir. Göğün yüzüdür o, insan yüzünden farksız.

          Bizim sokağın başından geçiyormuş minibüs, güzergâhı değişmiş. İyi oldu yakın yakın iniverdim. Şoför abiye de çok teşekkür ettim inmeden “Bir dahaki sefere vercem inşallah abi” dedim,  “Canın sağ olsun” dedi. Senin de abim, diye geçirdim içimden ömrümün sokaklarında yıllar sonra yeniden yürürken. Şoför abiyi bir daha nasıl göreceğimi düşündüğüm sırada evin önünde buldum kendimi, kapıyı mı çalsam, yoksa bağırsam mı daha iyi? “Anacım ben geldim” diye. En iyisi zile basayım, sabah sabah mahalleyi ayağa kaldırmayayım. Sesi yıllardır aynı kalan zilimizi çınlatıyorum kapının eşiğinde. Bizim ev üç katlı, her katında bir iki oda var küçükçe. Her kata banyo, tuvalet, mutfak koymuşlar yaparken niyeyse. Ondan pek geniş değil odalar ama bize kat kat yetti yıllarca. Babam öldükten sonra fazla bile geldi. Benim odam en üstte, göğe en yakını. Bir de balkonu var kocaman, o akşamki sofra kurduğumuz balkon. Yıldızları sayardım eskiden o genişlikte her gece anam uyuduğunda. Yine sayarım, bir eve gireyim de. Kapıyı açan olmuyor, çaldıkça çalıyorum. Ses yok, gelen yok, anam yok, büyüdükçe büyüyen zilin sesi var bir. Anam yok. Ben varım. Anam yok. Babam yok. Babam yıllardır yok, inşaatın tepesinden düşünce ölüvermiş. Akşamına aradılar bizi de öyle haberimiz oldu. Koca gün hastanede tek başına beklemiş adamcağız. Anam duyunca delirecekti az daha, delirdi de belki biraz. O çok üzüldü, ben daha çok. Lisedeydim o zamanlar, bıraktım okulu berberin çırağı oldum, kaldım. Babamın ölümüyle biraz para verdiler inşaattan. Adam öldüğüyle kaldı işte el alemin inşaatını yapacak diye. Şehirde, beşinci kattan düşmüş, az değil, beş. Düşüşünü çok düşledim, kurdum kafamda. Nasıl oldu, ne düşündü kim bilir o sıra. Düşerken gökyüzünü izlemiştir muhakkak, o an değişmiştir onun gözünde göğün yüzü. O gün bugün ben de gökleri izlerim. Her seferinde değişir dedim ya. Düşerken izlediği gökle, düşlerken izlediği gök bir olur mu hiç? Olmaz ya.

          Kapıyı hala açan yok. Anam uyuyor mu acaba, n’apıyor kim bilir. Bağırmaya başlıyorum evin etrafında turlayarak, perdeler çekili bakışıyoruz. Bahçedeki çiçekler de ölmüş, kupkuru kalmış güzelim yerler. Nerede bu anam? Arka bahçeye doğru yürüyorum, pencereleri tıklatıyorum, bağırıyorum. Kimseler yok. Tam üstte balkonumun paslanmış demirleri gözüküyor, nasıl da çürümüşler. Bahçeye bir göz gezdirince ileride, yerde bir şeyler görüyorum. Yaklaştıkça netleşiyor, tebeşirle çizilmiş gibi duran bembeyaz çizgiler. Şöyle bir uzaklaşıp bakıyorum, insana benziyor yerde çizili resim. Bir insan siluetine, kolları iki yana açılmış, etrafına kırmızılar çalınmış. Ortasında anam beliriyor birden, gözleri kapalı sığıyor resmin içine. Donakalıyorum. Hayır. Birden gözlerini açıp bana bakıyor. Hayır.

          Gözlerimi ovalayıp yerimde doğruluyorum sırılsıklam. Gün yeni ayıyor, koğuşun ucunda demir parmaklıkların ardından sızan gökyüzüm kızıla çalıyor. Ranzanın üst katından Haşim’in melodik horlaması yankılanıyor. Gökyüzünden sonra yeryüzü de fikrimi bırakmıyor bu koğuşta. Hayır, hatırlamıyorum. Evrenin tüm tebeşirleri bir olup annemi çizseler de hatırlamam. Sarıldım ben ona, kucaklar dolusu sarıldım. Sonra gökyüzünü ve yıldızları gördüm. O gün işte, göğün ve yerin tüm yüzlerinin müebbetimle birleştiği gün.

Abonelik
Bildir
guest
3 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Selma Çetinkaya

Gurur duydum Bestecim çok güzel bir hikeye devamı daim olsun ❤️

ipek

Betimlemelerin güçlü, her satırın bir sonraki satırı merak ettirecek kadar güçlü anlatımların olması çok güzel🙏🏼 eline sağlık Bestecim nice yazılarını okumak dileğiyle

Mustafa Göğüsten

Gökyüzüne her baktığımda sanırım bu yazıyı hatırlayacağım.Elinize sağlık.

%d blogcu bunu beğendi: