Üniversiteyi bitirdiğimde hemen göreve başlayacağımı düşünen ailem hayal kırıklığına uğramıştı. Okul hayatı sonrası işsiz olma durumunu yaşamış her genç gibi ben de baba ocağına, mahalleye dönmüştüm. Hiçbir aidiyet hissetmediğim mahalleye. Bir yere ait olamama hissi neden hep peşimden gelir? Göçebe yaşamaktan mı? Uzunca süre kaldığım kentlerde veyahut doğup büyüdüğüm, bunca yıldır her zaman mutlaka gittiğim köyümde de hissetim bu duyguyu. Nereye gitsem, nerede yaşasam hep dışardan gelmiş ve bir süre sonra oradan gidecekmiş gibi yaşıyorum. Bir yabancı gibi adeta. Belki de bu kısacık hayatın gelip geçiciliğinin farkındayım. O yüzden sadece köylere, kentlere değil yeryüzüne, gökyüzüne ve hatta bu dünyaya da ait değilim.

            Mahallemiz, büyük bir tepenin yamacına kurulmuş. Karşı yamaçta da başka bir mahalle var. İki mahallenin ortasından uzunca bir yol geçiyor. Yol, bir hudut gibi mahalleleri ayırmış. İki ayrı kültürün insanları birbirlerine bu kadar yakın nasıl yaşarlar? Kavgasız, gürültüsüz… Aynı okullarda okuyup aynı hastaneye giderler, aynı yerden alırlar pastalarını. Burası Yenidoğan ama hiçbir şey yeni değil. Evler eski, sokaklar, caddeler eski; köprüler, insanlar ve yürekler eski… Yenidoğan, yeni değil; Doğankent, kent değil; Kadıköy de köy değil. İsimler, yansıtmıyor kimlikleri.

            Evde oturmuş makûs talihimi beklerken berbere gitme ihtiyacı duydum. Attım dışarı kendimi. Bu mahalle bir de merdivenleriyle meşhur. Bu yolu ya uzun uzun yürürsünüz ya da çok sayıda merdiveni iner, çıkarsınız. Ben merdiveni seçiyorum. Mahalle berberimize Mami diyorlar. Esmer, orta boylu, genç yaşına rağmen saçlarına kırlar düşmüş. Sigara içtiğini, beni tıraş eden ellerine sinen kokudan biliyorum. Boynunda mutlaka zinciri var. Sakalına da aynı saçları gibi aklar düşmüş. Çeneye doğru uzayan sakalı daima taranmış duruyor. Onu hiç sakalsız görmedim. Saçı ve sakalı her zaman aynı. Ne uzun ne kısa. Bu da berberlere özgü bir durum sanırım. İçeri giriyorum. Her zamanki gibi sıra var. Ali abi de sırada. Tekli, kırmızı bir koltukta oturuyor. Ali abi çok sevdiğim biri. Güzel adam yani. Konuşmayı şehvetle sevenlerden. Yine başladı anlatmaya.

– Mami, geçen gün bahçede çalışıyorum. Ayağımda kara lastikler var. Üstüm başım toz içinde. Yengen, evin penceresinden tutturdu: “Mutfak dolaplarını yenileyelim, ne zamandır söylüyorum, anlamıyorsun!”  diye. Yav hanım, şimdi sırası mı diyorum? Yok, anlamıyor. Nuh diyor, peygamber demiyor! Kafam esti. Çık dışarı, dedim hatuna. Gidiyoruz.  Yatak odasındaki çekmeceden bir tomar parayı kaptığım gibi fırladım. Biliyorsun, geçen ay arabayı sattım. Arabam da yok. Hemen, benim yeğene bir telefon ettim. On dakika geçti geçmedi, kapıya beyaz torosla yanaştı. Atladık arabaya ama yan tarafta şoför koltuğunda oturan yeğenime bakıyorum. Benden aşağıda duruyor. “Ne bu oğlum?” dedim. Dayı, dedi. “Geçen lastik patladı, uygun lastik bulamadık. Bunu taktık.” Söve söve bir hal oldum. Bugün, normal bir gün değil anlaşılan. Neyse lafı uzatmayayım, vardık dükkâna. Selam aleyküm, aleyküm selam. Beni muhatap alacak birini aradım ama üstüme başıma bakan, kara lastikleri gören benden kaçıyor, ilgilenmiyor. Ulan herifler bilse para bende. Adamlara peşin para sayacağım. Hiç unutmuyorum, dükkânın sahibi hardal renkli şapkası ve boynunda rengârenk fuları olan bir adamdı. O sırada telefonla konuşuyor ve “ Akşam Trabzon maçını dağ evinde izleyeceğim.” diyordu. Anladım ki bugün benim işlerim rast gitmeyecek, şairin dediği gibi “ Benimse vardı o gün pek çok işlerim görecek. “ Arkama bakmadan geçtim arabaya. Hatunla, yeğen de peşimde. Kavga, dövüş döndük eve…

            Ali abi devamında neler anlattı, nasıl anlattı, sonunda ne oldu bilmiyorum. Dalmışım. Mami’nin sesiyle irkildim.

– Gel kardeşim, otur koltuğa.

            Montumu çıkarıp çırağa verdim. Bana ayrılan yere oturdum. Gömleğimin yakasını içeri doğru kıvırdı. Örtüyü üzerime geçirdi. Makası saça vurmadan şıkır şıkır boşa salladı. Her zaman dönen muhabbetler öylece sürdü gitti. Mami’nin bir an duraklayıp aynadan bana baktığını fark ettim. Gözlerimin içine içine bakıyordu. İhtimal, başkalarına her şeyini anlatmazdı. Ne zaman kendimi bu koltukta bulsam Mami’nin hayatına dair birçok meseleye vakıf olmuşumdur. “ On beş yıl sonra karşıma çıktı. “ dedi. Ben, anlamaz gözlerle ona bakarken o devam etti.

– On beş yıl sonra kardeşim. Dile kolay. Tam buradayken kafamı bir an dışarıya çevirdim. Onu gördüm. Öylece dikilmiş bana bakıyordu. Ne yapacağımı şaşırdım. Gitsem yanına, ne diyeceğim? Merhaba desem. Başka ne söyleyeceğim? İkinci bir cümlem hatta kelimem bile yok. Ben gitmedim, o da gelmedi. Neden sonra arkasını döndü, çekip gitti. Gece bana mesaj atmış. Görüşmek, konuşmak istiyormuş. Ayarlarımla oynadı kardeşim. Ne demeye çıkar gelirsin yıllar sonra kızım! Derdin ne, amacın ne? Olan olmuş, biten bitmiş. Yaşananlar yaşanmış. Gel de çık, işin içinden şimdi.

– Kadınların en iyi yaptığı iştir aklını karıştırmak!

-Feleğim şişti yeminlen!

            Tıraşım bitti, dışarı çıktım. Sokağın başında, elinde poşetiyle babam göründü. Ona doğru hareket ettim. Elindeki poşeti aldım.

– Hadi hayırlı olsun, dedi.

-Hayırdır, dedim.

-Ücretli öğretmen arıyorlarmış, haber geldi. Ben de seni söyledim. Yarın evraklarını getirsin, başlasın.” dediler.

            Ertesi gün sabah erkenden İlçe Müdürlüğüne evraklarımı teslim ettim. Okula geçmemi söylediler. Okul, yürüyüş yolunun sonunda; solda. Kapıda güvenlik görevlisine derdimi anlattım. Turnikeden geçmem için kartını bastı. Bahçede, nöbetçi öğretmene; öğretmenler odasını sordum.

-Hangi öğretmenler odası?

-Kaç tane var ki?

-Çok var.

-Alla alla, nasıl olur!

            Birbirine geçişleri olan binalardan birine giriyorum. Sonunda bir öğretmenler odasını buldum. Daldım içeri, kendimi tanıttım. Buyur ettiler, oturdum. Tanıştık. Tek tek branşlarını sormaya başladım. Hepsi “Bilişim Teknolojileri” dedi. Meğer burası Bilişimcilerin odasıymış. Neredeyse her zümrenin kendine ait öğretmenler odası varmış. Okulda toplam iki yüz elli öğretmen, iki bin dört yüz elli öğrenci olduğunu söylediler. Devasa bir okul. Beni bir öğretmen eşliğinde edebiyatçıların yanına yolculadılar. O gün ilk dersime girdim. Her ne kadar atanmış bir öğretmen olmasam da öğretmendim sonuçta. Gel zaman git zaman çocuklar beni çok sevdiler. Genç olmam, onlara daha toleranslı davranmam dikkatlerini çekti. Tabi zamanla, nasıl yapmam ve ne yapmam gerektiğini öğreniyordum. Öğretmenler odasında her biri bir köşede toplaşmış arkadaşların yanına gidiyordum. Bir grup TÖB-DER’den, TÖS’ten getirdiğimiz mücadeleye devam edeceğiz, diyor. Başka bir grup nerde, ne alabilirizden bahsediyor. Oğlunu, kızını evlendirenler, ev alanlar, araba satanlar, hastalıklar… Mesleğe yeni başlayan öğretmenseniz ve sizin gibi bir arkadaşınız yoksa muhabbetlere dahil olamıyorsunuz.

            Okulda çok hoşuma giden ve zaman zaman uğradığım bir yer var. Edebiyat koridoru. Üstelik buradaki diğer okullardan çok farklı. Burada sadece meşhur şairler, yazarlar, edebiyatçılar yok. Öğrencilerin yazmış oldukları sözler çerçeveletilip duvara asılmış. Teneffüste bu sözlere bakıp düşünüyorum. Yine bir gün dalıp gitmişken bu sözlere zilin çalmasıyla sınıfa yöneldim. Öğrencilerim beni saygıyla karşıladılar. Onlardan bu ders için özyaşamöykülerini yazmalarını istedim. Geçmişten bugüne kadar kendilerini anlatacaklardı. Farkına vardırmadan hayatları hakkında böylece bilgi sahibi oluyordum. Çünkü birçoğu kendilerini ele vermek istemiyordu. Fakat o gün beklenmedik bir olayla karşı karşıya kaldım. Bir öğrencim yazmak istemediğini söyledi. Sebebini sordum, onu da söylemedi. Kesin bir dille yazmak istemediğini bildirdi. Ben de otoriter bir üslupla “Yazmazsan yazma, o zaman sıfır alırsın.” diyerek kızgınlığımı gösterdim. Kızardı, bozardı. Gözleri doldu. Ders boyunca başını ellerinin üstüne koyarak hiç kaldırmadan öylece durdu. Çıkış zilinde öğrenciler yazdıkları kâğıtları masama bırakırken içlerinden biri kâğıdının sonunda yazdığı nota bakmamı gözleriyle işaret etti ve çıktı. Nota baktım. Büyük harflerle “HOCAM, ÖZLEM GEÇEN YIL ANNE VE BABASINI TRAFİK KAZASINDA KAYBETTİ. O YÜZDEN GEÇMİŞİNİ YAZMAK İSTEMEDİ.” yazıyordu. Kâğıdı masaya bırakıverdim. Bomboş sınıfa bakakaldım. Kulaklarımda bir uğultu… Sadece bir uğultu… Başka bir ses duymuyorum. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Yerin dibine geçtim. Pencereden dışarıya baktım. O anda bir sis bulutu gelip her yeri kapladı. Şimdi ne yapacağım? Yüreğimi söküp duvara çaksam vicdanımı rahatlatmış olur muyum? Dostlarım, dağılır mı bu sis bulutu üstümüzden, gönlümüzden! Bugün, öğretmen oldum ben! Burası Yenidoğan… Benim işte küllerinden doğan!

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: