Bu sokak beni tiryaki yaptı. Hiç kimsenin abartılı sözlerine ehemmiyet vermemek lazım. Herkesin bir hassas noktası belki takıntıya dönüşmüş bir açık yarası vardır. Kapanması gerekir aslında ama söylenegeldiği gibi zaman, her musibetin ilacı olmaz çoğu kez. Zayıf yaratılmış varlıklarız üstelik. Öyle her darbeyi atlatacak, her kanayan parçamızı saracak gücümüz yok. Bazı insanlar vardır, hayvanlardan korkar. Onlardan kendisine zarar geleceğini düşünür. Ben de oldum olası insandan korkarım. Bu dünyadan yok olup gitsek geride bıraktığımız miras tonlarca moloz yığını ve sükunetten ibaret olur. Hayır canım, o kadar bilimsel çalışma, edebi metin, tarihi eser ne olacak diyen; kendini bir fular takınca entelektüel sınıfından sayanlar hiç ümitlenmesin. İnsanlık yok olduktan sonra kim ne yapsın yer çekimini, şiiri, Einstein’ı.

Her gün akşam saatleri böyle geçiyordu işte. Balkonumda oturmuş sokağı izlerken bir höyük misali zihnimin derinlerinden akıp giden düşünceler daha da derinlerde, dibi görünmeyen bir kuyu içinde birikiyordu. Bir çakmakla yakayım hepsini, kurtulayım istiyordum, boşunaydı. Öyle kolay değildi iyileşmek. Ayrıca nasıl ihanet ederdim sokağımın insanına? Artık her birini tanıyordum az buçuk. Onlar belki de benim varlığımdan habersiz her gün bu sokaktan geçip gidiyorlardı hayatın telaşı içinde. Kendimi ilahi bakış açısıyla metin kaleme alan bir yazar gibi hissediyordum bu nedenle. Kimsenin benden haberi yoktu ama ben her olan biteni görme lüksüne sahiptim. Bundan iyisi Şam’da kayısıydı vallahi.

Sokaktaki insan seli her geçen saniye kitleler halinde büyüyordu sanki. Esnafın tok sesiyle korna sesleri birbirine karışıyordu. Kaldırımda yürüyenler bu karmaşadan rahatsızlık duyuyorlardı belli. Suratlarında sahte bir gülümsemeyle içlerindeki tahammülsüzlüğü bastırmaya çalışıyorlardı, nafile. Broşür dağıtmaktan ve kendisine bir at sineği gibi davranılmasından imanı gevremiş sokak satıcıları, annesi çekiştirdikçe öfkesi kabaran minikler, aheste aheste yürüyüp kaldırımdaki trafiği tıkayan yaşlılar, tramvayın gelişinin habercisi olan düdük sesi, yıllardır belediyenin gelip de tamir etmeye tenezzül etmediği trafik lambasıyla tam manasıyla bir yangın yeriydi ortalık. Demek tanrısı olduğum sokağı iyi yönetememiştim.

Eylül ayının son günleriydi. Kavurucu sıcakların yerini ince trikolara bırakması gerekirken havadaki nem çıplak vücuda yapışıyor, boğazını sıkıyordu insanın. Keten gömleğimin bir düğmesini daha açtım haliyle. Ayağımdaki deri sandaletler terimle karışıp koyu kahvemsi rengini salıvermişti ayaklarıma, tiksindim o görüntüden. Gözlerimi kaçırdım. Her akşam yemeğin üstüne içtiğim çayım da bitmişti. Sallama çay poşetinin büzüşmüş görüntüsü kalmıştı geriye. Akşamın ağırlığı kara bir bulut gibi çökmeye başladığında benim de o günkü tanrı görevim sona eriyordu. Bazen evimin birkaç sokak ötesindeki camiden ezan okunana kadar otuyordum balkonumda, vardiyası sona ersin diye bekleyen işçiler gibi ama çoğunlukla karanlığın ezici üstünlüğü galip geliyor ve ben vardiyamı erken bitiriyordum. Kara kışta bile sokaktan gelip geçenleri izlemek tiryakiliğimin bir parçasıydı. Soğuktan burunları kızarmış insanların bir an önce evlerine veya sıcak bir kafeye gidip ısınma telaşı bana oldum olası gülünç gelirdi. Zaten hayatı dört duvarla balkonu arasında kurduğu düzenden ibaret olan ve bu tiyatroyu monoton olmak uğruna her gün oynayan ben ne akla hizmet dışarı çıkacaktım ki, hem de soğuk bir kış gününde. Hangi hava koşuluyla karşı karşıya olursam olayım mutlaka balkonumda kendime yer edinen ben, akşam saatlerinin gelmesiyle kuyruğumu kıstırıp paşa paşa balkon eşiğinden geçerdim. Karanlık sadece sokağı izleme alışkanlığımı değil uykularımı da etkiliyordu. Hiçbir zaman uyumakla yakın bir dostluğumuz olmamıştı ama yaş kemale erdikçe bu süre olağan dışı bir kısalığa gelmişti. Artık gözlerimi açık tutmaya takatim kalmadığını hissettiğim an, sanki yatağıma girmezsem uyku bedenimi terk edecekmiş gibi, koşar adım iki kişilik yatağımın hep yattığım sol tarafına kıvrılırdım. Bazı geceler karanlık çöktükçe ortamdaki hava azalıyormuşçasına nefessiz kalırdım, her an komutanı çağıracak bir asker gibi diken üstünde olurdum. İşte o zaman yastığımı, yorganımı alır; evin tek balkonlu odası olan salona gider, kitabım elimden düşünceye kadar okurdum. Okumak ve sokak… Bana kendimi güvende hissettiren iki şey.

Bir aile apartmanında büyüdüm ben. Tüm yemeklerin birlikte yendiği, çayların birlikte içildiği, dedikoduların topyekun yapıldığı bir çocukluğum oldu. Keyif vakti geldiğinde herkesin kahkahalarının çınladığı, zor zamanlarda kapılar ardından herkesin birbirini çekiştirdiği kişilere ailem dedim ben yıllarca. Eve misafir gelmeden önce konukların bilfiil masaya yatırılıp kirli çamaşırlarının döküldüğü, onlar da bize aynı tarifeyi uygulamasın diye haftalar öncesinden temizliğe başlandığı ve konuklar geldiğinde müthiş bir oyunculukla akrabacılık oynandığı günlerden geçtim. Belki de bundandır hala insanlara güvensizliğim, onlardan kaçışım. Hep başka bir hayatın peşinden koştum. Başka bir yaşam sürmenin mümkünlüğü üzerine oynadım tiyatromu. Henüz kaç perdesini bitirdiğimi bilmediğim hayatımda hep başkalarına hakikati gösterip gözlerini korkuturken ben o kadar cesur davranamadım. Liseyi bitirip de üniversite için evden ayrılmam gerekene kadar kitaplar benim sığındığım liman oldu. Hakikat arayışımı karşılayan besi yerim oldu. Cam kenarında duran yatağımın üzerinde saatlerce kendimden geçerek yaşadım her bir eseri. Küçük Prens, Zeze, Momo ve daha nicesinin yerine koydum kendimi. Her sabah başka bir karakter olarak uyandım. Şimdilerde düşünüyorum da kafamı kaldırıp baksaymışım yanı başımdaki sokakta daha ne hayatlar bulacakmışım ama kitapların sarhoşluğu içinde tüketmişim yıllarımı. Benim sokak tiryakiliğim çok sonraları başladı.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: