Uçsuz bucaksız manzaraların kıyısına yanaşmış bir balıkçı teknesinin gölgesinde öylece oturmakta olduğumu anımsıyorum. Usul usul esen rüzgâra karşı gardımı alamamış ve biraz da ürpermiştim. Yüzümü yalayan gölgenin soğuk hissini hücrelerimde taşıyordum. İçim taşlaşmıştı adeta. Ellerime bakıyorum, buruşmuş ve oldukça yorgun görünen kemikli ellerime. Artık neredeyse işlevsiz bir hale gelen bu kemiklerden burnuma sızan derin mi derin bir şey vardı. Bu şey hayatımın en cazip yaşlarında benliğimin duygularla sarılı olduğu o dönemlere götürüyordu. Korkunun ruhumu delip geçtiği, beni köşelerden köşelere savurduğu kan kokulu yıllara.

 

Okulunu yeni bitirmiş, hayata karşı oldukça heyecanlı lakin öte yandan da tedirgin, çelimsiz bir kız çocuğuydum. 20’li yaşlarımın başıydı, İngiltere’nin savaş nutukları çeken insanlarıyla dolu caddelerinde dantelli elbisemin eteklerini savurarak yürüdüğüm ve kendimi adeta bir hanımefendi sandığım günlerdi. Ah, ne heyecanlı; ne umutlu bir kız, ne de güzel bir hanımefendi. Gülümsüyorum, o kız çocuğunu düşündükçe içim bahar kokusuyla bezeniyor. Kaburgalarının arasındaki cennete bir bahçıvan arar gibi aşkın, sevginin gücüne inanıyor ve bunun için uğraş gösteriyordu. Her gece ablasıyla birlikte elma soyar ve kabuğunu başlarından geriye atıp hızlıca dönüp bakarlardı. Bu batıl bir inancın avucumuzdaki cıvıltısıydı. O uzun ince kabuk yere düştüğünde hangi harfi oluşturuyorsa o isimde biriyle evleneceklerini düşünürlerdi. Ardından kahkahalarla, şen şakrak kalpleriyle yataklarına girerlerdi ve tek kaygıları sabah uyandıklarında buklelerinin düzgün olmasıydı. Oysaki… Durun bi düşüneyim; 2 ya da 3 Mart 1915’idi, o sabah kapı çalındı. Hani olur ya, ayaklarınız birbirine dolanır basamaklardan düşersiniz başınıza sert bir darbe alırsınız. Tam olarak o darbenin acısı gibi, ilk günkü gibi anımsıyorum bedenimi saran acıyı. Babam eski askerdi ve bize ondan kalan sadece ismi oldu. Annemin çığlıklarını duyabilmenizi isterdim.

 

“Hayır, Richard’ı aldınız kızımı asla vermeyeceğim. Libby burada kalacak!” Boğazı yırtılırcasına bağırıyordu. Oradaydı, hemen kapının önünde. Bense ablamın arkasına sığınmış ve korkulu gözlerle askerlere bakıyordum. Beni alacaklardı, götüreceklerdi; bunu biliyorduk. Ne kadar ağlarsan ağla savaşa karşı kimse direnç gösteremezdi, bu her şeyden öteye bir suçtu. Yeni mezun olmuş olsam da bir hemşireydim ve cephelerde askerlerin yaralarını sarmak zorundaydım. Hızlıca odama koştum ve bir çantaya doldurabildiğim kadar giysi doldurdum. Gözyaşlarım yanaklarımı öpmeye başlamıştı, sıcak ve oldukça ıslaktı. Kendime hâkim olamıyordum. Annemin sesi evi inletiyordu, ablamın hıçkırıklara boğulmuş ağlama nidalarını duymamak imkansızdı. Sessiz ve sakin adımlarla yanlarına doğru yürüdüm. Üstümde kahverengi bir kaban ve içimde sabahlığım. Buklelerim dağınık ve yıpranmış. Annem ağlayarak belimi kavradı.

 

“Lütfen, lütfen Libby.” Artık sesi daha sakindi, pes etmiş bir kalbi ve gözleri vardı. Önce yanaklarımı ıslatan seli sildim, sonra da annemin çehresini ortaya çıkartan orman nemini. Ona ağlamak hiç yakışmıyordu, yüreğimi eziyordu. Ablam da bize katıldı ve sıkıca sarıldık. Kemiklerim böylesine sevgiyi ve ızdırabı bir arada yaşamamıştı. Gözlerimi askerlerden yana çevirip arkama dahi bakamadan yürümeye başladım. Annemin ve ablamın sesi sokağın duvarlarını boyuyordu. Kabanımın kollarını çekiştirmeye başladım, çok soğuktu. Soğuk ve acı dolu bir gündü. Her kapıdan ya bir kadın ya da bir erkek cepheye gönderilmek üzere alınıyordu. Ardında ağlayan eşler, anneler ve çocuklar vardı.

“Geçecek…” diye fısıldadım kendime, geçecekti. Geçmek zorundaydı.

Günlerdir sesi kulaklarımın zarını örseleyen eski bir trendeydik. Sanırım 7 Mart gecesiydi, aynı vagonda 5 kadındık. Birisi hiç durmadan ağlıyordu, ismi Sasha idi. Onu okuldan hatırlıyorum. Benden 3 ya da 4 yaş büyüktü. Birkaç sokak ötemde oturuyordu, yeni doğum yapmıştı. Çok mutlu bir evliliği ve tatlı bir bebeği vardı. Elimi uzattım. “Bebeğine kavuşacaksın.” diyebildim sadece. Bunu derken ben bile inanmamıştım kendime. Sıkıca elimi tuttu ve ıslak gözleriyle beni onayladı.

 

O gece hiç bitmeyecek gibi geliyordu oysaki o berbat vagondan indireli tam 1 hafta olmuştu. Üstümde beyaz önlüğüm, sıkıca toplu saçlarım ve neredeyse kokuşmak üzere olan bedenimle oradaydım. Kafkas cephesinde. Sanki 1 hafta içinde büyümüştüm, yaşlanmış ve yorgun düşmüştüm. Kısık mavi gözlerim gördükleri karşısında şaşkınlığını gizleyemiyordu. Burada kan vardı, iyileşemeyecek yaralar, yerine yenisi gelemeyecek kayıp kollar vardı. En çok da ölüm vardı. Her an, her saniye. Gözlerimizi kapatsak kurşun sesleri duyuyorduk, kulaklarımızı kapatsak gömülememiş uzuvların kokusu burnumuzu eşeliyordu. O kadar az uyuyordum ki, sağlıklı düşünemiyordum. Buradan öncesi bir rüyaydı, hatta belki adımda Libby değildi. Öylesine uzak, öylesine ulaşılmaz bir dünyaydı artık benim için. Acının son noktasıydı bu tepe. Deliren askerler anımsıyorum. Daha fazla acı çekmesin diye uyutulan bedenler. Ellerimi göğsümde kavuşturdum ve bir taşın dibine oturdum. O an kendimi tutamadım. Sessiz çığlıklarla ağlamaya başladım. Korkuyordum. Herkes gibi ben de korkuyordum ve kaçınılmaz sonun beni de beklediğini biliyordum.

 

“Lütfen susun, lütfen, lütfen birazcık durun yalvarırım.” diye mırıldanıyordum. Başımı kollarımın arasına gömmüş 5-6 yaşlarında bir kız çocuğundan farkım olmadan. Kaburgalarım sızlıyordu, kalbim acıyordu ve öylesine üşüyordum ki. Titriyordum.

 

“Ayağa kalk hemşire!” Bu ses beni yerimden zıplatmıştı. Oldukça tok ve gürdü. Ayağa dikildiğimde orta yaşlarda hafif sarışın ve yeşil gözlü bir rütbeliyle karşılaştım. Çok gergin görünüyordu, çok sert. Fütursuzca gözyaşlarımı sildim başımı yere eğdim. Utanç duyuyordum, kapana kısılmış bir fare gibi. “Hemen gidip yaralıların tedavisini yap!” diye bağırdı. Eliyle diğer hemşirelerin olduğu yönü gösteriyordu. Gözümün ucuyla o tarafa doğru bakıp başımla onayladım ve yürümeye başladım. Gözyaşlarım kurumuştu, yerini fal taşı gibi açılan gözlere ve korkuya bırakmıştı. Titrek adımlarla koşmaya başladım, soğuk hava yüzüme tokat gibi çarpıyordu. Hemen yeni getirilen bir askerin yanına çöktüm yarasına baktım. Sadece bir kurşun yarasıydı. Gördüklerimizin yanında bu o kadar hafifti ki, kurşunu çıkarıp yarayı sarmam çok kısa bir zaman almıştı. Asker korkudan bayılmıştı bense ellerimdeki kanları siliyor, diğer yaralıya doğru yol alıyordum. Böyle olmak zorundaydı, duygusuz olmak zorundaydık.

 

Günler haftaları, haftalar ayları kovalıyor derken yıllar geçmişti. En son ailemi ne zaman görmüştüm anımsayamıyordum, annemi kalbimde hissedemiyordum, ablamın gülüşünü hatırlayamıyordum. Getirilen askerlere makine gibi davranıyorduk. Biz de öyleydik. Kalbim artık heyecanlanmıyordu, umut dolu bakışlarım yoktu. Ben de bir cesettim artık. Yıllar sonra evime dönmüştüm, sıcak yuvama. O cilasız ahşap kapıyı defalarca çalmıştım, ufacık bir tıkırtı dahi işitememiştim. Hala kulaklarımda yankılanan kurşun seslerinden mi fırsat bulamamıştı? Derken iki ev ötede bir kapı açıldı. Bu kadını hatırlıyordum sanki fakat çıkaramıyordum.

“Sen Libbysin, Libby!” diye bağırdı ve koşup sarıldı. Ağlamaya başlamıştı, ellerinden tutup eşiğe oturttum. “Dönmüşsün.” Durmadan ağlıyor, ellerimi olabildiğince sıkıyor ve yüzümü okşuyordu. “O kadar az dönen var ki Libby, bir mucizesin.” Çok kayıp verdiğimizi biliyordum ama… O ana kadar bunu birinden işittiğimi anımsamıyordum. Göz ucuyla eve baktı, büyüdüğüm eve. “Seni aldıktan bir süre sonra ablanı da götürdüler.” Kulaklarımda bir uğultu oluşmaya başladı. Ya gözlerim, onlar ıslaklık mıydı? Lütfen yağmur yağıyor olsun. “Annen daha fazla dayanamadı, 4 ay önce kederle yumdu gözlerini.” Yağmur yağmıyordu, kaburgalarımın arasına bir kurşun girmemişti. Bu acıydı. Acıyı hissediyordum.

Başımı iki yana salladım. “Ablam…” Boğazıma oturan yumru konuşmama engel oluyordu. “Peki ya ablam, o dönmedi mi?” Adını bile hatırlamadığım bu yaşlı kadının gözlerinde bir cevap aradım, zira dudakları aralanmayı bırak titreyen haliyle oldukça çelimsiz görünüyordu.

 

“Dönmedi.” Ses o kadar kısık geliyordu, cızırtılı bir radyodan berbat bir haber dinliyormuşum gibiydi. Yanaklarımdan sızan gözyaşlarını silip yerimden kalktım. Uğultular eşliğinde yaşlı kadının mırıldanmalarını da geride bırakıp yürümeye koyuldum. Nereye gidiyordum, ayaklarım beni nereye götürüyordu bilmiyordum. Kalbimde en ufak bir korku yoktu. Ailem yoktu, benliğim yoktu. Gözyaşlarım benden izinsiz öylece kıyılara bırakıyordu kendini. Öyle ki kendimi bu kıyıda buldum. Şimdilerde 80’li yaşların sonundayım. Duygusuz ve kimsesiz. Ardımda bıraktığım onca cesetten farksızdım. Ne için peki? Kim için? Kazanan da kaybeden de insanoğlu. Bir parça toprak için ben babamı gömdüm, annemi, ablamı ve Libby’i gömdüm. Cephede kolsuz kanatsız gencecik adamlar koydum toprağın altına. Tüm insanlık için kalbi güzel; yaşadığı yeri cennete çevirecek birçok beden öylece yok oldu ve gitti. Bugünlerde delicesine ayrım yapılır oldu fakat cephedeyken din, dil, ırk fark etmeksizin herkesin acısı ve savaşı birdi. Cahil cesareti dediğimiz bir durum söz konusuydu. Fütursuzca ateş ediyor, gırtlak kesiyorlardı. Birileri rahat koltuğunda otursun diye bir hemşire layığıyla işini yapamadan kendini diri diri gömdü. Senelerce ellerindeki kan kokusuyla yaşadı. Aile olamadı. Olamadım. Beni seven herkes öldü, ben de kendimi öldürdüm.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: