‘‘Hayatımız sınav’’ lafı, boş laf değil. Gerçekten öyle. Sınav günü sabahı uyandığımda aklımdan geçen ilk düşünce buydu. Hızlıca hazırlanıp yola düştük. Sıcak, rüzgâr esmiyor. Oysa içimizde fırtınalar kopuyor. Arabadan inip okulun önüne geçiyoruz. Bizi güvenlik şeridi karşılıyor. Hemen ilerisinde soldaki kantinde insanlar oturuyor. Ortalık ana-baba günü. Bahçenin her yerindeler. Küçük bir kız çocuğu annesini sınava uğurluyor. Annesi, birinci katın penceresinden el sallıyor. Henüz sınav başlamadı. İçeride anneler, babalar, eşler, evlatlar ter döküyor.  Ya dışarıda bekleyenler? Aklım almıyor, koca koca insanlar… Ne işleri var burada? Bundan tam yüzyıl önce cephede savaş verenler, işte şimdi sınav kapılarında kendi savaşlarını veriyorlar.

            Kimlikler kontrol ediliyor, sınav giriş belgelerine bakılıyor. Bütün ülkede işleyen bir sınav sitemi. Devasa bir yapı. Sınav görevlileri, bina sorumluları, polisi, güvenlikçisiyle sistem işliyor. Herkes görevini yapıyor. Saç tokasıyla bile içeri girilmiyor. Kardeşimin yanağına bir öpücük kondurup sınava gönderiyorum. Sınav görevlilerinden bina sorumlusu olduğunu düşündüğüm gözlüklü, orta boylu adam bahçeyi terk etmemizi istiyor. Polis arkadaşlar bizi bahçeden çıkarıyor. Güvenlik şeridinin arkasına geçiyoruz.

-İçeri girmek için son 10 dakika!

            Bekliyoruz.

-Son 5 dakika!

            Telaş içinde, nefes nefese kalmış adaylar binaya girmeye çalışıyor. Bir şeyler izliyorum, görüyorum. Anlamaya çalışıyorum. Olmuyor, aklım yetmiyor. Anlamlandıramıyorum.

-Kapıları kapatıyoruz, bu saatten sonra içeriye kimseyi almıyoruz!

            Tam bu sırada siyah bir arabanın içinden inen gözlüklü, yeşil elbiseli biri koşarak yanımızdan geçiyor, merdivenlere gelmeden sendeleyerek düşüyor. Sınava almıyorlar, ağlaya ağlaya dönüyor. O çıkarken kaslı, yapılı bir erkek geliyor. İçeri almadıklarını söylüyoruz. Küfürler ediyor. Sadece benim olduğum okulda iki kişi sınava giremiyor. Bir yıllık emekler heba oluyor. Bir dahaki sınav bir yıl sonra! Kızıyorum, çok kızıyorum! Bir çaresi olmalı diyorum. Dedem “Her şeye çare var oğlum, bir tek ölüme çare yok.” derdi. Hani bunun çaresi? Yok, işte. Bu sınavı senede bir yapacağınıza birkaç kez yapın. Hastası olan var, cenazesi olan var, düğünü olan var. Ama hayır! Ölmediğin sürece bu sınava gelmelisin. İnsanlık çıldırmış olmalı.

            Sınavın başlamasını bekliyorum. Gidip kahvaltı etmeliyim. Kendime gelmem lazım yoksa kafayı yemek üzereyim. Bari yanımdakilerle bir iki kelam edeyim diyorum. İçeride muhtemelen çocuklarını bekleyen anne-babaya soruyorum:

-Sınava giren çocuğunuz mu?

Anne cevap veriyor:

-Evet.

-Benim de kardeşim…

            Baba, anlatmaya başlıyor:

-Büyüğü, iki yıl önce atandı Şırnak Cizre’ye. Küçük kızım da sınav fobi hâline geldi. Midesi bulanıyor, elleri titriyor. Ben emekli mühendisim. Bizim zamanımızda üniversite biter, hemen görev alırdık. Ne yapacağız bilmiyorum. Allah sonumuzu hayretsin!  

-İnşallah.

            Saat 10.15. Sınav başladı. Caddeden ayrılıp ana yola çıkıyorum. Çanta sırtımda, yürüyorum. Epeyce yürüdükten sonra gölgeli bir banka oturuyorum. Aklımda Damla Pastanesi’ne gitmek var ama başka bir yeri beğenirsem oraya da gidebilirim. Bu atanma meselesini düşündüm de Oğuz Atay yaşasa “Tutunamayanlar”ı değil  “Atanamayanlar”ı yazardı. Derken siyah saçları belinde, çok güzel bir kız bankadan para çekiyor. Bugün gördüğüm tek güzellik bu. Sonunda pastaneye geldim. Kendime kuymak ve büyük çay söyledim. Size bir şey söyleyeyim mi? Şu an oturduğum yerin yanındaki binada benim hayatım değişti. Ne olduğunu sormayın. Anlatmayacağım. Sınav 130 dakika. Kardeşim çıktığında orada olmalıyım. Kuymak muhteşem, çay muhteşem. Keyfim yerine geliyor. Gelenler, gidenler, yemek yiyenler, konuşmalar, uğultular… Zaman geçiyor, okula dönüyorum. Bu defa da ağlayanlar, gülenler, sarılanlar, bağıranlar, çağıranlar…

            Kardeşim harikulade bir analizci. Sınavı değerlendiriyor. Şöyleydi, böyleydi… O anlatırken ben kesin atanacak diye düşünüyorum. Yıllardır böyle, bu sahneyi her yıl yaşıyoruz. Çünkü atanamıyor! Öğleden sonra bir oturum daha var. Yemekten sonra tekrar onu sınava gönderiyorum. Beklemek, bazen zor bazen güzel. Dolanıyorum. Caddeler, sokaklar, mahalleler geçiyorum. Kendimi belediyenin oradaki Atatürk Park’ında buluyorum. Hemen köşede çay ocağı var. Her yer dolu. Bir kısmı güneş alan, üstünde şemsiyesi olan masayı gözüme kestiriyor ve iskemleye oturuyorum.

-Süzgeçli bir çay alabilir miyim?

            Çayım geliyor. Masalar dolu ancak tuhaf bir sakinlik var burada. Kimse konuşmuyor, her şey ve herkes durmuş. Hareket eden bir ben varım. O sırada parkın ortasından 60 yaşlarında mavi kot pantolonlu, siyah çoraplı, desenli tişörtüyle ve beyaz ayakkabısıyla bir adam geldi. Tam karşımda durdu. Saçları beyazdı, ön tarafı dökülmüştü. Pantolonunu kemerle değil iple tutturmuştu. Elinde kâğıda sarılı bir paket vardı. Kendi kendine konuşur gibi fakat bir taraftan da bana duyurarak:

-Şuradaki mağazadan geliyorum. Elbisem yok, aha bu giydiğim eskidi. Sordum, 100 lira dedi. Para yok, cebimde kaldı 10 lira. Aha bu köfteyi de yalvar yakar aldım. Acıdı da verdim bana. Ama mağazacı vermedi elbiseyi. Vicdanlı olsa verirdi. Sanki bir tane elbise verse ne olacak? Oy siz benim yerimde olsanız ne yaparsınız? Parasız adam olur mu? Benim gibi olsanız herkese saldırırsınız.

            Konuşmanın sonunda benden para isteyeceğini düşündüğüm bu adamın gerçekten ihtiyaç sahibi olup olmadığını merak ettiğimden onu masama davet ettim. Geldi, oturdu. Elindeki köfte ekmeği benim önüme doğru koydu. Ben sordum:

-Maaşın yok mu amca?

-Ne maaşı! Ben gençken balıkçıydım. Takalarla gider, balık avlar; gelirdim. Ne sigorta yaptık, ne bir şey! Şimdi sıkıntısını çekiyoruz.

-Evli misin? Çoluk çocuk yok mu?

-Değilim, evlenmedim hiç. Annem, babam yaşlı. Annem diyaliz hastası. 84 yaşında. Onlara bakmak gerek. Ben, kendime bakamıyorum. Onlara nasıl bakayım? Bunaldım, kafayı üşüteceğim. Mahallede hiç kimse yardımcı olmuyor. Beni gören yüzünü çeviriyor, yolunu değiştiriyor. Geceleri uyuyamıyorum, gözlerimi tavana dikiyorum. Öylece bakıyorum. Evde duramıyorum. Sabah olunca kalktım. Faroz’dan buraya yürüyerek geldim.

            Bu kadar çok yolu bu sıcakta yürüyerek gelmesine, anlattıklarına bir hayli üzüldüm.

-Çay söyleyeyim sana?

-Paran varsa söyle yoksa söyleme.

-Var amca, var. İki çay alabilir miyiz?

            Çaylarımız geldi. O, yine sıkıntılarını anlattı. Ben, dinledim. Gözüm, çorabının içindeki sigara paketine çarptı. Belediyeden ve valilikten yardım isteğinde bulunmasını söyledim. Bir süre ikimiz de sustuk, hiç konuşmadık. Etrafıma bakındım. Yine kimseler konuşmuyor, hareket edenler yalnız ikimizdik. Aklım bir taraftan sınavda. Vakit daraldı. Buradan kalkıp gitmem gerek. İçime bir sıkıntı vuruyor. Karşımdaki Atatürk heykeline bakıyorum. Altında “Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir.” yazıyor. Sabahtan beri gördüğüm insanların hâline mi yanayım, 60 yaşında adamın düştüğü hâle mi yanayım!

Sıcak, sımsıcak bir rüzgâr esiyor. İçtiğim çayların parasını masaya bırakıyorum. Hiçbir şey söylemeden gidiyorum. O, arkamdan bir şeyler söylüyor. Duymuyorum. Kalabalık bir sokağa dalıyorum. Sıcak, sımsıcak bir rüzgâr esiyor. Yürüyorum, ardıma bakmadan yürüyorum.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: