Küçükken geceleri uyuyamayınca tüm dünya uyumuş da bir ben uyanık kalmışım gibi hisseder, gözlerim açık, kalbim çarparak beklerdim uykumla buluşmayı. O heyecan ve korkuyla yoldan geçen arabaların asfaltı ezerlerken penceremin kenarından sızdırdığı seslere sevinirdim, demek bir ben değildim uyumayan. Demek yalnız değildim sahiden kocaman dünyada. Minik zihnimde dalgalanan böyle utangaç fikirlerle büyüdüm. Bir şeyleri yaparken veya yapmazken yalnız hissetmek nedense ilkin kötü gelirdi bana. Suçluymuşum gibiydi, eksikmişim gibi diğerlerinden. Gece vakti gelince uyunur, gündüze varınca uyanılırdı. Uyanınca yüzler yıkanır, yatmadan dişler fırçalanırdı. Kapı eşiğinden sağ ayakla girilir, yeni tanışılan kişiyle memnun olunur, bir kahve için kırk yıllık hatır sayılırdı. Herkes haberleşmiş, şeylerin olurunu aralarında bir şekilde kararlaştırmış da bir ben eksik kalmışım gibiydi tüm bu bütüncül bilgilerden. Nasıl olmuştu da herkes anlaşmıştı bu şeylerin nedenine sonucuna bilmiyordum, ama anlaşmışlardı. Nasıl oturacaklarına, nasıl konuşacaklarına, neye güleceklerine, nerede somurtacaklarına, neyi doğru neyi yanlış bulacaklarına… Her şey ama her şey hakkında anlaşmışlardı. İnsanların imza attıklarını bile bilmedikleri gizli bir sözleşmeydi bu. Jean- Jacques Rousseau’nun dahi haberi yoktu. Görünmez mürekkepler akıtan bir kalemle mühürlenmişti, sihirli ışığı tutamayanların göremediği imzalar çizilmişti kâğıtların sağ alt köşelerine. Ben de imzalamıştım bu yaprağı, bir süre sonra imzalar görünmem gerekmişti. Ancak farklı dalga boyundan bir ışık tutulursa anlaşılırdı benim asıl imzamı neye attığım; anlaşmanın tam olarak içinde değildim.  Garip bir dışsallık hissiydi beni çepeçevre saran. İçimdeki bu dışarıdanlığı fark etmelerinden çekinirdim. Onlardan olmadığım anlaşılırsa ne yapardım, nasıl açıklardım olmayan yanlarımı, eksik imzalarımı hesaplayamazdım. Elim ayağıma dolaşırdı bir öğrenselerdi fikriyle. Neyse ki öğrenemediler. Onlara bir şekilde uyum sağlamanın yöntemlerini geliştirdim. İmzam fiyakalıydı ilk başta, fark edemediler tabii… Öyle onlardandım ki görünüşte.

            Gülüşlerim arttı önce, bol kahkahalı, bol sarsıntılı, gürültülü, neşeli gülüşlerim. Bakışlarım odaklandı, insanların en içini görmeye çalışan badem merceklerim. Kelimeler yerleşti dilime, belli kalıplara sıkışıp kalan, fazlasının beklenmediği sıralı ezbere cümlelere dönüştüler. Günaydın. İyiyim, koşturmaca n’olsun. Kolay gelsin. Eksik hususlar giderilsin. İyi geceler. Belli başlı çerçeveler vardı muhabbetlere sinen, insanların merak ettiği daimi birkaç konu. İş, güç, okul, aile, maaile… Bazılarıyla da özelleşmiş konular sahneye çıkardı, onlara da alışırdım, geçe kalmadan kalıplaşırlardı sonunda. Sigara çakmak, çay kahve, kahvaltı akşam yemeği, bira şarap, varlık anlam, hayat ölüm… Başı, sonu ve hatta arasında yaşanacakların bu denli tahmin edilebilir olması insanları nasıl çıldırtmazdı, anlamazdım. Anlamak da istemezdim, bir kere anlarsam kapılmama ramak kalırdı. Denklemler lazımdı bana asıl, bilinmeyeni çok, öngörüleni az olanından. Başı belliyse sonuna varılamayanından. Ucunda ışığı görünüyorsa tüneli boyuna karanlık olanından. Konunun nereye varacağı kestirilemeyeninden. Katı bir bütünlük değildi aradığım, buğday tarlalarının rüzgârda salınışı gibi bir doğallığın sıcaklığıydı. İçten gelen, aniden gelişen, sebepsiz ve bazen yersiz. Güzelliğini biricikliğinden alan anlardan bahsediyorum. Akıldan geçen dizenin gökyüzüyle buluşmasından, içten bir merak edişten, kime denk gelineceği bilinmeden gece yarısı otostop bekleyişinden, karşılıksız iyiliklerden, korkusuz adımlardan, gece sohbetlerinden, gündüz uykularından, sıcak kahve yudumlamalarından… Ancak robotlaşmamış fikirlerin gebe kalabileceği envaı çeşit özgün andan bahsediyorum. Ancak kıymetli ebelerin doğumuna şahit olabileceği o mucizevi anlardan. Öyle az denkleşirdi ki bu anlar, yakalayanın büyülenmemesi elde değildi. O kıvılcımdan kopan mürekkepsilerler gizli sözleşmeyi birkaç dakikalığına rafa kaldırırdı. Yaşam iliklere değin duyulurdu ve damarlarda keşfedilmeyi bekleyen ismi konmamış maddeler açığa çıkardı alyuvarların ötesinde. Hayat denirdi buna. Hayat, bu anların aralıklarında gizliydi. 

 

“Ancak arada bir gerçekten yaşayacaksın:

duygusal olarak “unutulmaz bir an” denen

yaşam aralıklarından birinde, tam kendin olarak,

tam kendisiyle yüzyüze geldiğin bir başka kişiyle

birlikte, bir şey yaşadığında (bir sevinç, bir acı…)

– o zaman gerçekten yaşarsın.

Ama bu “an”ları son derece seyrek yaşarsın

(kimi insanlar – çoğunluk?- bunları hiç yaşamaz

belki); son derece de kısa… Gene de, bunların sağladığı

anlam yoğunluğu, yaşamının bütün geriye kalan

çölünü yeşertmeye yetecek.”

 

Oruç Arouba- de ki işte

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: