Geçip giden hayatımızda ağlayarak, gülerek hatırladığımız tüm ilkler başlangıçtır. TDK ise şöyle tanımlar:  ‘Bir işin, bir eylemin, bir dönemin vb.nin ilk bölümü, baş yan, bir şeyin başladığı yer.’ Bu tanıma daha geniş pencereden bakmak gerekirse başlangıç birçok farklı şekillerde karşımıza çıkar. Peki, nasıl karşımıza çıkar ve nasıl başlanmalıdır?  Hayal edelim… Güneş batmak üzere kumsal yumuşacık deniz ise masmavi hafif dalgalı rüzgâr yüzümüze çarpıyor çektiğin nefes ciğerlerine doluyor, yanında gözlerinin içine bakıp sana yürüyüş boyunca eşlik eden bir yavru köpek var, bu yavrunun başını okşamaktır. Sabah saat 05.45 daha tan yeri tam ağarmamış pencereyi açıp öten kuş sesleri eşliğinde rüzgârı hissetmektir. Soğuk bir kış günü gözün görüp görebileceği her yer kar dolu iken yolda ellerine leğen, poşet almış annelerinin ördüğü bereler kafalarından düşmek üzere olan burunları kıpkırmızı olmuş yine de burunlarını çekerek kartopu oynayan çocuklara eşlik etmektir. Okulunu yeni bitirip daha önce haritada bile yerini bilmediği oraya giden otobüsü zor bulduğu köye atanan bir öğretmen için onu heyecanla ellerinde bayraklarla karşılayan öğrencilerinin bakışlarıdır. Evinden çıkarken davullarla uğurlanmış, daha evinin o güzel portakal ağaçlarıyla dolu bahçesinin resmi gözünün önünden gitmeyen Mehmetçiğin dağda nöbet tutarken kendi kendine söylediği marştır. Tanımadığımız bir insan ile ilk muhabbetteki  ‘merhaba’ dır başlangıç. Aslında basittir. Sıralanıp giden bir sürü hatıra gelen örnek arasında hakiki başlangıç ise kendi varlığını bulmaktır. Okyanusun içindeki bir damla gibi olan varlığını bulmak. Yaşamak. Aramak. Bulmak. Peki, nasıl aranır? Okumak mı gereklidir yoksa yaşamak hissetmek tanımlamamak mı? Burada kalemimiz yazdığınca gözümüzün gördüğünce anlatalım. Öncelikle insan kendini bulması gerektiğini bilmez. Hep vardır bir arayış lakin farkında değildir çocukken uyandığı gibi mutlu uyanmadığının. Unutmuştur. Yaşadığı ortam çevresindeki insanlar kendi varlığını şekillendirmiştir bile. Bu şekli korur, korumak kolaydır. Zaman seni nereye götürürse oraya gitmek. Sadece yapılması gerekenleri yapıp geriye çekilmek. Ya da ucu bucağı olmayan eğence dünyasının içinde yaşayıp yaşadığını zannetmek. Hissetmemek. Kolaydır. Ama bir an gelir – o an neden şimdi olmasın ki – bazı şeylerin değişmesi gerektiğini, her yerin gül bahçesi olmadığını, etrafında dikenlerinde olduğunu yaşamak gerektiğini hem de bu hayatının bir defaya mahsus bir hediye olduğunu fark ederek yaşamak gerektiğini anlar insan. Fark ettiğinde bu en güzel başlangıçtır. Zaten fark etmek Tanrı’nın insanlığa verdiği büyük bir lütuftur. Fark ettiğinde çevrendeki herkese her şeye farklı gözle bakmaya başlarsın. Anlamak anlamlandırmak istersin. Anlamak soru sormayı sorular merakı, meraklar cevap getirir. Okursun, öğrenirsin, yaşamında uyarlamak için çaba gerektirir.

Belki kütüphanelerde duran kapağını en son kimin açtığını emektar kütüphane görevlisinin bile unuttuğu açtığında sayfalarından gelen kitap kokusuyla insanı içine çeken bütün dünyayı önüne süren bir kitaptır bulmak. Belki de maddiyatın elverdiği sürece gezmek gerekir bulmak için. Bulunca da küçük bir çocuk gibi sevinç çığlıkları atmak gerekir. Kimi bir akşam vakti uzun yolda çıkar karşına kimi dağda bayırda yeni doğan kuzusunu okşayan tülbendi rüzgârda hafif sallanan bir ninede. Bulduğumuzu nasıl anlarız peki?  Onu belirleyecek olan ise iç sesinin söylediği belki yıllarca bastırdığın duygular, davranışlardır. Her şey sen de saklıdır. Arayınca hele birde bulunca bakış açısı genişler alışkanlıkların, davranışların, kafa yapın değişir. Sen değişirsin. Aslında değişim en şaşalı başlangıçtır. O zaman başlayalım aramaya… İyiliği, güzelliği, sevgiyi, içimizde olan mucizeyi. Arayıp çoktan bulmuşlara selam olsun.

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Çağatay

Mükemmel bir yazı olmuş elinize emeğinize ve kaleminize sağlık Hatice hanım.

%d blogcu bunu beğendi: