Acımak ile acıtmak. Sizin öykünüz nerede başlar bilmiyorum. Benim öyküm ise nerede biter, bitmeli bunun hesabındayım sanırım. Kendi öz benliğimin kaygılı bakışları arasında aynada ki yüzüme yerleşmiş izlerin içinde, geçmişten beri gelen hayaletlerin bana kendini hatırlatması. İlk ne zaman düştüm, dizimi ne zaman kanattım ne zaman kapanmış bir yarayı kaldırdım ve tırnaklarıma bulaşmış yara kabuğunu izledim tam hatırlamıyorum ama yaraların insanı neden bırakmadığını zihnine nasıl kazındığını düşündükçe, düşmek bu anlama geliyormuş diye düşünmekten kendimi alamadım. Çocukken bilmezsin ama inanırsın. Bilmeden inanmak çocuklara bahşedilmiş en masum ve zararsız hediye değil mi? Büyüdükçe bilmediğini bildiğini bilmemek ortaya çıkıyor ki, bunu nasıl açıklayabilirim bilmiyorum. İlk okul birinci sınıfta harflerin öğrenilmesine başlanmasıyla ben dünyanın onlardan ibaret olduğunu düşünmeye başladım. Her şey onların içindeydi. Babamı onlarla seviyordum ya da annemi, kızdığımda onlarla küfür ediyordum. Onlarla oyun oynarken, oyunu başlatan da bitiren de onlardı. Ama harfleri öğrenmeden önce de onlar zihnimde varlardı. Neden bunlardan bahsediyorum bilmiyorum. Harflerin semboller olduğunu öğrendiğimden beri onlara karşı duyduğum saygı yerini sıradan bir materyalin kullanılması seviyesine indi. Benim çocukluğumda yaşadığım coğrafya dünyaydı. Başkent dediklerin de, oranın da yaşadığım ilçe sınırlarında olup, görmediğim yerlerden biri olması dışında aklımda şekillenen başka coğrafya yoktu. O yıllar, ya da o zamanlar kavramsal olarak zaman hiç anlamlı olmayan, kendini ifade edemeyen başka bir şeydi. Güçlü hayallerim vardı. Büyük değillerdi fakat güçlüydüler. O kadar ki hayal ile gerçek yaşamımda hiçbir zaman o dönem ki kadar iç içe geçmiş ve hakikatli değildi. Evet bunda ısrar edebilirim hakikat çocuktur ve çocukluktur. En basit bir oyunda dahi içine girdiğiniz dünya;çıkmayı düşünmediğiniz benliğinizde zihninizin duvarlarında gerçekmiş gibi çarpıp duran imgelemlerden oluşuyordu. İmgelediğiniz her şey nesneleşiyor alakalı alakasız bir nesnede kendini buluyor ve nesne sizde kendini buluyordu. Tahtadan yapılma bir kılıç ile tarihin en kanlı savaşlarında kahramanca çarpışan asker oluyorsunuz. Düşman iki kişi olsa da siz onu imgelerinizde binlere çıkarıyorsunuz. Yaralandığınız da imgelerinizde kanıyor göğsünüz, imgelerinizde acı çekiyorsunuz ve imgelerinizde ağlıyorsunuz. Şimdilerde bahsedilen arındırılmış gerçeklik ile kıyaslanamayacak kadar mükemmel duyumların, duyguların çocukluğu. Dışarısı denilen şey içeriniz ile beraberdi ve günümüzde ki kadar birbirinin tam zıttı bir durum değildi. Günümüzde iç ve dış o kadar ayrık ki bütünlüğünden kopup gitmiştir. Kopartılmışta olabilir. Yeni eskinin içinden çıkarak kendini buldu ama çıktığı eskiyi unuttu. Unutmakla başlar sanırım hayal gücünün yitirilmesi. Sessizce beklenilen ışıksız gecelerde, gaz lambası altında okunan ders kitaplarının vurucu etkisini şimdilerde bozan şeyin ne olduğunu söylemeye pek gerek olduğunu sanmıyorum. Topluca ve sinsice girilen elma bahçelerinde ağaçlardan bir tanesinin talan edilmesi dışında, çocukluğumda kayda geçen başka bir emperyalist tutum olduğu yoktur. Bir de karadut ağaçlarının talanında sonra yaşanan kan kırmızısı elleri söylemeden geçmeyeyim. Korku ise bambaşka bir şeydir. Ben korkardım. Evet neredeyse hemen her şeyden korkar ve sığınacak illa ki bir liman arardım. Hayal gücüm korkulacak şeyleri oluşturmakta çok iyi işlerdi. Mezarlıklar, tabutlar, ölüm, ölü, karanlık, oda da yalnız kalmak, gecenin sessizliği, köpekler, atlar, metruk olan ne varsa. Burada bir parantez açmam gerekli, korkularımı sözcüklere dökmeliyim. Sanırım çocukluğumda aklımın kendi yetisiyle keşfettiği şey şuydu ölmek iyi bir şey değildi. Ve Allah ölümü yarattığı için pekte iyi biri değildi. Dikkat ederseniz Allah tan bahsederken nesneleştirip, insanlaştırıyorum. Aklımda imgelediğim bir Allah vardı ve neredeyse ergenliğimin sonlarına kadar hep o imgeyle kaldı. Nesnelliğin yansıması dışında düşünmeyi hiçbir zaman akıl edemedim, bu nasıl olabilir şu an bile akıl edildiğini pek sanmıyorum. Birinin öldüğünde kocaman adamların ve kadınların Allah’ın takdiri demesi benim açımdan okulda takdir belgesi almamam gereken sonuçtu çünkü o takdir ediyorsa öleceğim demek ki çıkarımından yola çıkan basit ve ilkel bir mantık anlayışındaydım. Ve bu mantık anlayışı takdir alıp da ölmeyen diğer arkadaşlarımla yüzleşmiş olsa da yine de değişmiyor inadına devam ediyordu. Allah’ın ölümü yaratmasını insanları sevmemesine bağlamamam ayrıca inançsal burukluktu. Özellikle sevdiğim yaşlı insanların bir sabah saba makamında sela ile öldüğünü duyduğumda hiçbir gücün beni evden dışarıya çıkarması mümkün değildi. Gözlerimi kapatmadan da o yaşlıların yüzlerini görmem, ağlamam travmatik bir durumdu kesinlikle ki şimdilerde dahi farklı olduğumu söyleyemem. Bir kez başlamıştı yaşam serüveni; benim gibi kişilerin hayata bakışında renklerin yeri genelde dağınık ve puslu olur. Mavi en nihayetinde gökyüzü, yeşil ineklerin otladığı otlaklar, siyah okul önlüğü, kırmızı deriden sızan kan ve sarı dediğinde sizden daha açık tenli bir arkadaşın alaya alınmasıydı. Diğer renkler zenginlikle beraber zenginlere bahşedilmiş hediyelerdir. Kırmızıya ilk kırmızı diyen kim olmuştur? Ya da diğer renkler? Renk denildiğinde zihnimde parlayıp duran imgeleri nesneyle birleştirmek ne kadar şaşılası bir yetenek. İlk okul yıllarımda kimi soruların yanıtlarını bulmak için hiç te benlik olmayan kocaman adamların kitaplarına göz atmak hastalığına yakalanmıştım. Newton benim gözümde kafasına elma düşen bir İngiliz değildi, ya da matematiğin ilkelerini yazan kişi. Bayan kuaförlerinde saçlarına bigudi takan kadınlara benzerliğiyle ilgimi çeken hayli sıra dışı ve yaşadığım şehrin çokça dışında olabilecek bir olasılıktan ibaretti. Şehrin dışı ise adına düşman dedikleri, benim gözlerimde bizlere benzemeyen yemesi, içmesi, işemesi çok farklı insan dışı varlıkların olduğu çok ama çok tehlikeli yerlerdi. İnsan bize benziyorsa insandı. Kasketli, sakallı, bıyıklı kiminde çilleri olan birisi erkekti. Saçında bigudi varsa kesinlikle kadın olmalıydı. Belki de ilk homofobik çıkışımı büyük adamların kitaplarında gördüğüm Newton resmine dayanarak yapmış olabilirim. Küçük ama tehlikelerden uzak evrenimde, başımı gökyüzüne kaldırıp baktığımda gördüğüm yıldızları sayma girişimimin yüzden sonra bitmesi ama yıldızların bitmemesi matematiğin sınırları olan bir şey olduğu anlamı çıkarmama neden oluyordu. Matematikte bir sınırın olmadığını öğrenmemle beraber anladım ki düşlerin ve hayallerin de bir sınırı olmamalıydı. Zira her ikisi de yüksek soyutlamanın ürünleri değil miydi? Belki farkı şu olabilir ki bunu şimdilerde daha iyi anlıyorum; çocukken soyutladığım resim tadındaki imgelerin yerini türev, integral, karmaşık sayıların almasıydı. İlk matematik deneyimim olan bir ile birin toplanması, ikiden birin çıkarılması, ikinin ikiyle çarpılması ve dördün ikiye bölünmesi şaşırtıcı derecede mutlu olmama neden olmuştur. Çünkü sayı saymayı ve dört işlemi bilmek aynı zamanda misket oynarken kandırılamayacağım anlamına geliyordu. Ama bunu öğrenene kadar en güzel misketlerimi elimden acımasızca alanlara olan kızgınlığıma bir yenisi daha eklendi ki o da, neden bir şeyleri anlamak için beklemek gerekliydi? Beklemek hiçbir zaman eğlenceli olmamıştır ne çocukken ne de kocaman olduğunda. Bilim teknik dergilerini ilk elime aldığımda okuduklarımdan anlamadığımı kesinlikle söyleyebilirim. Adına Gamov dedikleri bir fizikçinin yazdığı evrenin içinde seyahat eden kahramanın hikayelerini okumak dışında. O hikayelerde ki birçok kavrama yabancı olsam da bazı sözcükleri bilmem düşlemem için yeter sebepti. Bir hikayesinde evrenin büyük patlamayla meydana geldiğini genişlediğini ve genişlemesinin sonsuza kadar sürmesi, bir yerde durması, sonra kendi içine çökmesi gibi olasılıklar barındırması anlatılıyordu. Sonunda kahraman battaniyesinin içinde iki büklüm şekilde uyanıyordu. Benim ise battaniye altına girmiş bedenim bahsedilen evrenin üzerime çökmesi korkusundan olacak ki kıpırdamadan takdiriyle öldüren Allah’a yalvarma ile meşguldü. Bahsedilen patlamanın on üç milyar yıl önce olması, insan ömrünün bu süreden uzun mu yoksa kısamı olduğunu kestiremem ve babamın en azından benim Allah’la kendi aramda yaptığım antlaşmaya dayanarak ölümsüz olması iyice karmaşıklaşan zihnimi başka yönlere yöneltmeme sebep olmuştu. Tabi ki antlaşma uzun yıllar sonra bir mart ayında bozulmuş ve babam göçüp gitmişti. Çocukken sizi siz yapan ne varsa size aittir, katıksızdır. Bunu büyüdüğünüzde içeriği daha geniş olarak insanlarla iletişime girdiğinizde iyi anlıyorsunuz. Her iletişim eylemi aynı zamanda size katılan size ait olmayan bir parça oluyor. Bunu istemeseniz de alıyorsunuz. Bu katıksız hallerinizi yaşlandığınızda ve aklınızın dengesizleştiğini anlamadığınızda dışarıdan sizi izleyen insanlara genelde gösteriyorsunuz. Çünkü özlenen zamanlar katıksız zamanlar oluyor ve bu nedenle hüzünleniyorsunuz, bu nedenle çocukluk yapıyorsunuz, bu nedenle o yılları ağlayarak ya da gülerek anılarınızda imgelemeye çalışıyorsunuz. Toplumun içinde olup, toplumla ilgisi alakası olmayan çocukluğun naif hallerden ibaret olduğunu elbette söylemiyorum. Sineklerin kanatlarını kopartıp böceği örümceklerin ağlarına atmak, örümceğin bir çırpıda gelip sineği çekip alması hayli acımasız bir eylem biçimi değil de nedir? ya ezilen karıncalar, taşlanan köpekler, kuyruğuna teneke bağlanan kediler? Neticede masumiyet insana ait değildir. Hiç giymek istemediği bir gömlektir. Bir kere bencilliğin düşünceyle iç içe olması gerçeği vardır. Düşünüyorsanız bencilsinizdir. Çocuk veya erişkin fark etmez, insana ait olan ne varsa onun varoluşsal özündedir bencil olması. Kötü insanların, kötü eylemlerinde ki bencillikle, iyi insanların iyi eylemlerinde ki bencilliğin varoluşsal öz bakımında farkı tınısındadır sadece. Hakikatin çocukluk olması dememdeki sebep tüm bu bencilliklerin kabul edilmiş olması ve toplumun üzerinde bütünün üzerinde olmasıdır. Bütünün parçadan büyük olduğunu kabul edelim, hakikatin ise bütünden büyük olduğunu. Büyüdükçe elden kayıp giden bu hakikatin yerini alan nedir? Gerçek mi? Gerçek nedir? Asma ağacının yapraklarında ilerleyen karıncanın durumuyla, benim durumum arasında ne kadar da benzerlik var. Neyse o çocukluk yıllarında elime geçen ne varsa okuma hastalığına yakalanan ben, ortaokula başlamıştım. O yıllarda korku ile konuşmamak eş anlamlı sözcükler olarak anlaşılıyor ve tam tersi ise başa gelebilecek her türlü musibetin sebebiydi. Seksenli yılların baskıcı ortamında çocuk olmak kendi dünyanız ve dış dünya arasına kalınca bir duvar örmekle başlardı. Askerin ve polisin yüceltildiği yıllar, insanların nesneleştiği, devletin kutsanmasının en yüksek seviyelere ulaştığı zamanlar ve tek kanallı yaşamlar. Askeri darbenin izlerini yaşamı boyunca silemeyen insanların kimileri öylesine travmalar yaşamış olmalılar ki doğan çocuklarına veya torunlarına isim seçerken geleceklerinin kaygılı olmaması için derin düşüncelere ve hesaplara giriyorlardı. Düşünsenize çocuğunuza Deniz ismini koyup koymamak arasında kalmak! Oysa ben çocuktum. En yalın haliyle ve kimi zaman yalın ayak çorak toprakların üzerinde koşup oynayan bir çocuk. Bilincimde şekillenmeyen temel kavramlar vardı, özgürlük örneğin ve benim bu kavramı düşünmem için hiçbir gerekçe yoktu. Doymak ya da çalışmak. Para ise benim gerçekliğimde değişim değeri değildi, toz leblebi, çikolatalı gofret, çeşitli bilginlerin isimleri ve buluşlarının yazılı olduğu süper kartlar elde etmek için yaşlı bakkalcıya verilen şeydi. Misketle, gazoz kapaklarıyla, dönme dolaplarla, yamalı elbiselerle, toz ve toprağın içinde savrulan bedendim. Kabul ediyorum mutluydum. Biraz türkü tadında, biraz arabesk şarkıların melodisinde sokak aralarında oynanan futbolun ortaokul serüveniyle birlikte kabuğundan taşması ve ilçenin eski mal pazarı denilen geniş arazisinde devam etmesi. Büyümek kabuğundan çıkmak gibi, oysa ne acelesi vardı? Toplum ile ilerlemek zorunluluğu. Hem fizyolojik olarak hem de psikolojik olarak metazori bir ilerlemenin hiç te ilerici olmayan sonuçları. Ve erkek ile kadının aynı olmadığını anlamaya başlamak. Bu yaşam serüvenin en zor noktasıdır. Çocuklukta oynanan evcilik oyunlarının ileride somutlaşacak evliliklere ön hazırlık olduğunu düşünmeden edemiyorum. Taklit yeteneğinin düşünüyorum da en gereksiz olanı.  Anne ya da baba olmanın handikaplı hallerinin oyun oynarken iktidar gösterisi olan mikro tip davranışlardan oluştuğu iddiasında bulunmam tutarlı mıdır bilemiyorum. Ama çocuk mikro toplumdur. Toplum ise makro çocuktur. Şimdilerde çocukların kendi soyut dünyasının dış dünyadan iyice kopartılıp sanal dünyada (bu tanımlamayı sevmesem de başka bir sözcük bulamıyorum) gerçeklikten uzak kurulmaya çalışılması makro çocukların öyküsüz kalmasına uğraşılan bir çabadır. Benim ortaokul ile başlayan yeni sürecim aynı zamanda biten evcilik masumiyetini bedensel isteklerin güdü ve dürtülerine dönüştürmeye başlamıştı. Penisle ilk tanışmadan sonra, sadece işemek dışında başka bir vazifesi olmadığını düşündüğüm yıllardan bir anda benim ortaya çıkışımın bir sebebinin penis olması diğerinin vajina olması (ki ben hiç görmedim çocukluğumda) sarsılmam için, ürpermem için yeter sebepti. Bu gerçekliğin babamdan yediğim tokatlardan çok fazla sert olduğunu söyleyebilirim. Diğer yandan dünyaya gelmeme neden olan olayın iki aktörünün sevgi sözcüklerini bıkmadan usanmadan söylediğim ve beni bıkmadan usanmadan seveceklerini düşündüğüm annem babam olması beterin en beteriydi. Bu kabul edilemez bir gerçeklikti. Daha üç beş sene evvelinde mahalleden çocuklarla yapılan bir tartışmada bu konudan bahsedilmiş ve ortak kararımızla büyük günah olduğu düşünülüp imanı güçlü Müslüman coğrafyamız da kabul görmesi imkansızdı. Hatta bir arkadaşımızın ‘sanırım benim annem ve babam büyük günah işledi’ demesinin sebebini sorduğumuzda onun ‘onların dudaklarının birbiriyle birleştiğini gördüm’ diyerek ağlaması bu konuda keskin tavırlar almamız ve cami imamına danışmamız kararıyla sonuçlanmıştı. Ağlayan arkadaşımızı nasıl teselli edebileceğimiz düşüncesiyle mahalle camiine adım atıp imam efendiye durumun vahametini anlattığımızda hatırladığım iki şey var. Birincisi imamın bizden birkaç yaş büyük arkadaşımızı tokatlaması, ikincisi bizi bir daha kuran kursuna gelmemek üzere cezalandırıp camiden kovması. Büyük günahkarların çocuğu şu ağlayan arkadaşımızın imam tarafından camiye alınmasına ise hala akıl sır erdirememişimdir. Allah’ın evinden kovulmamız karşısında ne yapacağımızı bilemiyorduk. İmamın nasıl böyle bir hakkı olduğu düşüncesini çocukça tartışmaların içinde hararetle konuşuyorduk. Madem ki Allah’ın eviydi cami o kim oluyordu da bizi kovma hakkına sahipti? Bunu ancak Allah isterse yapabilirdi ve imam Allah değildi bunu biliyorduk. İyi de Allah kimdi? Nasıl ulaşacak ve şikâyet edecektik imamı? Mahalle muhtarının evinin alt katında kirada oturan ve bizim sağır dede dediğimiz sevimlimi sevimli kişiye gitme kararı aldık. Kendisi sağır olmasına rağmen iyi bir saat tamircisi ve çocukları olmadığı için çocukları çok seven birisiydi. Onun kapısı her zaman bizlere açıktı. Bunu biliyor olmanın güveniyle kapısına geldik. Sorduğumuz sorular basitti aslında. Allah kimdir? Ona imamın bizi camiden kovduğunu nasıl şikâyet ederiz? Büyük günahtan nasıl kurtulabiliriz?  Çocukları anlamak istiyorsanız bilmemiz gereken en önemli şey zihinlerinin soru sorma yetisinde asla sınır olmadığıdır. Saatçi bunu iyi bilen biri olmalı ki bizi bozuk saatleri onardığı tezgâhın etrafında ki sedirlere oturttu. Gülümsemek bir insana ancak bu kadar ilahi yansıma verebilir diyebilirim. Benim çocuk düşlerimde Allah nedense hep saatçiye benzerdi. Saatçi sorularımıza tek tek aklı yettiği kadar ve bizim aklımızın yeteceği kadar cevap vereceğini söyledi. Ama sadece bozuk bir saatin nasıl onarılacağını anlattı. Şimdi anlıyordum bu metaforu ve belki de geç kalmıştım. İnsan en çok kendine geç kalırmış…

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: