“Fistanları güllü kadınlar,

Topraktan doğup da toprağı yoğurandır onlar,

Veresiye canlarını doğurandır onlar,

Köylü kadınlar,

Fistanları güllü kadınlar…

…bir dağ köyünde gördüm onu,

Yaşını sordum bir giz gibi güldü, 

Kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz, 

Yüzüne baktım bir giz gibi güldü…”

  1.                                            Ecevit

 

Etraf çer çöp toz malzemesiyle dolu. Kadınlar, bozkır manzaralı eğrelti yapılar önünde örgü işi yapıyor. Elinde bir çalı parçasıyla yere çizikler atanın bitişiğindeki kirmanıyla yün eğiren şu elleri yosun kınalı olan güzel, soru sorulacağından emin, yardıma hazır nazarla tebessüm ediyor. Evet, o yün eğiren kadın beyaz yazmasını düzeltti, önce yüzüne tatlı bir tebessüm taktı, sonra kaşlarını çattı. Dedeler Oymağı’na ulaşabileceğim yolu tarif etmeye başladı. Diğerleri kıpırtısız birer canlı ceset, sağır ve dilsiz rolü oynuyor. Belki dilleri damaklarına yapıştı ya da ne konuşacaklarını bilmiyordur.  

O an ben de sağır ve dilsiz olup, elimi kalbimin üstüne götürüp baş ve bedenimi hafifçe eğerek teşekkür ettiğimi ima ediyorum. Başımı gökyüzüne çeviriyorum, ‘Yüce Tanrım, senden aldığım sevgiyi kullarına saygı olarak veriyorum’ der gibi.

Mavi gök parça parça, gri bulutlar toplanmaya başlıyor sanki. Gerçek öyle mi? Elbette değil, farkındayım boğazım düğümleniyor ve ruhum daralıyor…

Virane olmuş evlerin döküntüleri daracık sokakları kaplamış, yaya trafiğine bile kapalı. Kazısına yeni başlanılmış henüz girişe izin verilmeyen antik kent gibi. Sadece karasinekler uçuşuyor sokaklarda, hayvan tersi bulup konmak için. Beslenecek bir şey bulamamışlar ki sürü halinde elime yüzüme gözüme saldırıyor. Arabamın bagajında sürekli yuvarlanarak ‘tıkır tıkır’ sesiyle yolda beni huzursuz eden, yol üstü satıcılarından aldığım küçücük yerli karpuzlardan birini çıkartıp çarpıyorum yere. Sinekler üşüşmeden duvar dibindeki dört yaşlı güzel, koro halinde, “Yavrum onu yere atacağına bize verseydin ya!” İrkiliyorum, kulağıma değil yüreğime bıçak gibi saplanıyor bu cümle. Sağır ve dilsiz değillermiş vesvesemle bagajımın yaramazlarını taşıyorum. Yüzlerinde tebessüm, dillerinde dua. İhtiyacımın bu olduğuna tüm samimiyetimle inanarak kalbimin çok çok, hem de pek çok serinlediğini ve rahatladığımı hissediyorum…

Eminim, taşlar arasına gizlenmiş dağ kemirmiş büyük fareler gülüyordur halime. “Bu aptal da nereden düştü buraya? Kendi yiyeceğini bizimle paylaşıyor…” gibi anlamsız bulduklarını geçiriyordur içlerinden. Ne düşünürlerse düşünsünler, ben işime geleni yapıyorum. Sineklere verdim bir ufaklık, üzerimden uzaklaştırdım kanatlı belaları, anama benzer dört güzele ikramım oldu, bin beladan koruyacak dua kaleleri ördürdüm kendime… Asıl olan mutlu olmak değil mi? Doğup büyüdüğüm yerin bende bıraktığı hüznü başka türlü nasıl yenebilirdim?

Göz merceklerimden girip zihnime yerleşen resimler rahat durmuyor, adeta gökyüzünde süzülen uçurtmalar gibi uçtu düştü kaçtı yaparak uçuşuyor. Bana öğretilenlerden et obur ot obur canlılar bilgisi zihnimde sorgulanır gibi oluyor sanki. Gördüklerimden hangisi et obur, hangisi ot obur? Viranede ne et var, ne de ot. Sadece dert var. Tabir yerindeyse öğretilerin baştan sona yanlışlığıyla dost olur gibiyim…

Dostluk ne, ben kimim? Evet, düşmanım pek çoğa, ama nelere? Acaba bildiklerime mi, inandıklarıma mı? Neyi biliyor, neye inanıyorum? Bu soruların cevabını bilsem, zaten böyle kafa yormam. Düştüm yine boşluğa. 

İnsan bilimi dedikleri psikoloji, sosyoloji eğitimi mi alsam? Davranış bilimleri mi? Yok, yok! En iyisi ben niyet okuma eğitimi alayım ki, düşmanlarımı bileyim ve ona göre yarınlara plan yapabileyim…

Sonra, hayatımın planlı dönemi olup olmadığına odaklanıyorum. Kısa bir dönem olsun, hiç mi hiç yok! ‘Bozkır kültürünün etnik kalıntısı benimki’ diyor, Dedeler Oymağına ulaşamadan şehre dönüyorum, ama aklım hep o kadınlarda…

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: