Yalnızlık duygusunun yalnız olmadığını anlatacaktım ona. Belki intihar etmekten vazgeçer diye çok saçmalayacaktım. Dinlemedi beni. Soğukta morarmış ellerini yüzümden çekip, hırsla uzaklaştı kaldırımdan. Kendisini son görüşüm olsun istemedim başta. Hatta arkasından koşmayı bile denedim. İlk adımlarımda havanın soğukluğu gözümü korkuttuğundan geri çekilir gibi oldumsa da birkaç adımını daha kovalamayı başarabilmiştim. Ancak önümden buldozer gibi geçiveren otomobil, beni atik bir hareketle asfalta yapıştırıverdi ve bu büyük isteğimi gerçekleştirme şansımı kaybettim. Uyandığımda, üstümde mavi bir önlükle yatakta uzanır buldum kendimi. Ardından, iğrenç bir ilaç kokusunu nefronlarıma dek soluduğumda, hastanede olduğumu anlamakta gecikmedim. Sol bacağımda derin olmayan bir sızı ve omzumdaki küçük sargıyla birlikte dün gece yaşananları bir bir anımsadım. Dahası acı çekmek zoruma gidiyordu. Hayatımın hiçbir döneminde karşılıklı bir paylaşımda bulunmadığım ve yüksek ihtimalle hayatımın geri kalanında da yüz yüze gelmeyeceğim bir sürücünün aşırı anlamsız bir yolda bana çarpmış bulunması, benim de bu sıradan karşılaşmadan payıma düşenin sadece bir parça acı olması çok saçmaydı. Öyle ki, bir insana sadece tanıdığı bir insan acı çektirebilmeliydi. Acı çektirebilmek için en az bir hafta birlikte kalmalılar, aynı yemeği yemelilerdi. Acı çeken acı çektirenin annesinin kızlık soyadını bilmeliydi. Detaylar önemliydi. İnsan kalabilmek için ana fikirden ne kadar uzaklaşırsak; o kadar iyiydi.

 Bu sonu gelecek gibi olmayan bilinçsiz keşif, hasta yakınının ve doktor olması muhtemel olan kişinin odaya girmesiyle son buldu. Ekşittiğim suratımla ağır bir tavır takınarak ne zaman taburcu olacağımı sordum. Arkadaki doktor olması muhtemel olan kişi “akşama” diye yanıtladı. Anlatılana göre sağ alttaki iki kaburgam ve sol omzumda biraz ezilme varmış. Akşama kadar kaldıktan sonra gidebilirmişim. Aslında tahammül sınırlarımı zorlamayacak bir koku altında yaşamak uygun olsaydı, belki kalabilirdim, fakat bu koku öylesine rezilliklerle hüküm sürüyordu ki, dayanmak mümkün olmuyordu. Koridorlar ölümcüldü. Bir de üstüne “beni soyup da mı bu elbiseye geçirdiler” düşüncesi yüreğimi ağzımda dolaştırmasa tabii ki. Oldum olası en büyük korkum olmuştur vücudum. O yüzden duşa girmek dahi enteresan bir vakadır benim için. Plajlar düpedüz katliam yeridir yani. En çok orada katledilmişimdir çocukluğumdan beri. Babamla gittiğimiz Silivri de, deniz dönüşü incirden ağzımız uyuşana kadar dadandığımız incir ağaçlarıyla dolup taşan yol kenarları da. Bütün halka açık mekânları bu gezegenin, katliam yeridir. Denizden, öbür mekânlara karşı gerçekleşen bu ani sıçrayış gözleri korkutmasın. Bahsettiğim genel bir çıplaklıktır yalnızca. Kumsallar ve asfaltlar ayrımı yapacak yetkinlikte değilim. Ben, bir tek, gurursuzluk ve korkaklığıyla ustalığa terfi etmiş, düşünürken özgürlüğünü yitirmiş, kendine özgün bir kimseyim. Hepinize, sürünenlere ve sürüngenlere, eskimiş yenilikçilerimize sesleniyorum; yeter artık! Bu merhamet böyle gitmez.

“Kudret” dedim. Bana, ninesinin eczane poşetine bakar gibi baktı. Sinirlenmesini istemiyordum. “Kudret, eşeğe altın semer vurmuşlar ya” diye itekledim. Hah işte, peki eşek ne yapmış, biliyor musun kardeşim? Hayır, öyle değil işte, eşeğe altın semer vurmuşlar ama o daha fazlasını istemiş. Hikâyenin orijinali budur aslında. Bize yanlış anlattılar Kudret’im. Bak mesela, bir slogan var, sen iyi bilirsin. Bağırıp çağırırken söylediğin slogan. İşte onun gerçeği de halkların keşmekeşliğidir. Nereden baksan fiyasko değil mi? Ben de çok şaşırmıştım ilkinde, felsefenin bile yolunda olduğunu öğrendiğim o gün. Hadi sor Kudret. Sor bana. Felsefe ne demiş diye sor. Yolumdayım demiş Kudret. Siz bana dokunmayın, bırakın ben yolumdayım demiş. Sözlerimde tek bir yalan varsa gebermeye razıyım. Hepsi sonuna kadar doğrudur söylediklerimin. Ama yeter artık be, çek şu suratını benden. Sözgelimi, sen de onlar gibisin canım kardeşim demek istiyorum sana. Âdem’i elmayla tahrik edecek kadar şeytan, elmayla yasaklayacak kadar Allah, elmayla yaşam başlatacak kadar vizyonsuzsun kardeşim. Hiç, tövbe haşa diye delilenme. Ne serzenişindeyim işin, ne de şirk koşmasında. Benim tek derdim bu anlamsızlığa son vermektir sadece. Yoksa her daim, her çalkantının orta yerinde, “sessiz olun Allah uyuyor” demiş bir adamım ben. Beni cehennemle korkutamazsınız Ebu Bilmemneler. Yüreğimi döktüğüm karanlıklar şahidimdir ki, insanların sık sık yaşadığı yerlerden geliyorum ben; sık sık ölerek.

Kudret kalkıp gitmek niyetiyle, ortaya saçtığım kaburgalarıma eğilip toplayıverdi. Sinirlendirmeyi başarmıştım. “Gitme” dedim. Yanaşıp göğsümü ve karnımı araladı. İşin profesyoneli edasıyla, soğukkanlılıkla yerleştirdi her bir parçasından tutarak. “Tutma” dedim. Ah! Zehri zerk etmek için iltihaplar düşleyen fedailer, kanıma karışan ustura suyunuz pislenmiş bir gövdeye hiçbir şey yapamaz. Yapamaz değil mi Kudret? Kulaklarımı dikeltip pusuya yattım. Kollarından yakalayıp odanın içine geri çekme fırsatını bulur bulmaz da zıplayarak enseledim. Tepe taklak olmuştuk ikimizde. “Olsun” dedim. Kuvvetim yerindeydi. Şişeler, çekmeceler ve meyve suları yerle bir olmuş, ben ise kalkmakta zorlanmıştım. “Kudret, sana zahmet bir kaldırıver” dedim. Oysa Kudret’in niyeti bambaşkaymış. Bir an için ayaklanmasının ardından tekme tokat girişmeye başlamasıyla anladım bunu. Çünkü küfürler havada, ben betonda uçuşuyordum. “Dövme” dedim. Dur ne olursun Kudret. Ben yetim ve kimsesiz birisiyim. Yalancı, aşağılık, adi müptezelin tekiyim. Otobüste artı altmışlara yer vermemek uğruna uyuma numaraları, koyunlar can derdindeyken ete ulaşma çabaları, ne ararsan zehir zıkkım olsunluğa dair, ben hepsiyim. Kudret, kıyma bana kardeşim. Zaten paramparça olmuşum, cılkım çıkmış. Her yerim mosmor Kudret, vurma bana. Derken, odaya koşuşan doktorumsu, güvenlikçimsi, acayipimsi kalabalık tarafından sonlandırılan Nafile Edebiyat seminerim, Kudret’i kapı dışarı etmeyi başarmıştı. Ağzım burnum kan içindeydi. Büzülmüştüm. Etim ağlıyordu yüce mutluluk! Yine de şükürler olsun ki, trafik kazası geçirmiş bir kimsenin ertesi gün yalnızca on dakika kadar dayak yemesine izin verebilen merhamet sahibi sağlıkçılara sahip bir ülkede yaşıyordum. Allah’tan Allah vardı da ucuz kurtulmuştum demek yerine, “sakin olun” dedim. Sağlığımın emekçileri durun, sakin olun. Kudret’in bir suçu, günahı yok. Ben tahrik ettim onu, kışkırttım. İnsanların birtakım duygularını alaşağı etmek için bazı uğraşlarım vardır benim. Kudret’e de bunlardan birisini uyguladım yalnızca. Eskiden beri uygularım. Lütfen Kudret gitmesin! Ya da izin verin beraber gidelim. Biz Kudret’in istenmediği yerde durmayız çünkü. Durduğu yerde de istenmeyiz. Neyse bu benimle onun arasındaki bir mesele. Şimdi Kudret geri geliyor mu? Hayır mı? Peki, ben gidiyorum o halde.

Yaklaşık yarım saat süren hazırlanma aşamasını aştıktan sonra imzasız çıkabilmiştim. Hava soğumaya başlamıştı. Caddenin dış tarafında kalan pastanede hem ısınmak hem de Kudret’i aramak için utangaçlığımı yenmek maksadıyla boş bir masaya oturuverdim. Köpekler diye bağırdım.

“Ne köpeği evladım, ne diyorsun sen, azıcık sus ya.”                                                                    Karşı sandalyedeki Teyzenin düşüncelerime sızıp, tokatlamasıyla kendime gelmiştim.           “Pardon teyzeciğim” dedim.                                                                                                    “Evladım az biraz sessiz ol, bak burası çok sessiz bir işletme, insanlar rahatsız oluyor…”             “..”                                                                                                                                          “Terbiyeye uymak lazım evladım.”                                                                                               “Niye uyalım ki teyzeciğim” diye tatlıca çıkıştım.                                                                          “Ee, evladım” dedi, “sonra insanlar sizin hakkınızda kötü şeyler düşünür…”                               “Ben de onlar hakkında kötü şeyler düşünürüm be teyzeciğim” dedim.

Bir şey diyemedi veya demek istemedi. Susuştuk. İnsanların böyle bir huyu vardır işte Kudret. En pespaye yaşayanımız dahi inanılmaz derecede etikçidir. Bazen çok düşünüyorum; tanrı da mı etiktir diye. Fakat sonra “hay salak kafam diyorum: sessiz ol Allah uyuyor”. Al işte, bak yine dellenmeye başladın sen, oysa ben her zaman anlatıyorum Kudret; edebiyat biraz edepsiz bir sanat dalıdır. Aman neyse, tadımız kaçmasın, hoş geldin bu arada. Benim andavallıklarımın ardı arkası kesilmez. Aradığımda geri döneceğini biliyordum. Ne içersin? O burada satılmıyormuş. Kivi ister misin? Ben de isterim ama o da burada satılmıyormuş. Ömrümüzden içelim Kudret. Kalk yürüyelim. Sana anlatmam gereken önemli olaylar var. Hadi kalksana!

Muhtarlığın yolunun çaprazına varmıştık. Gökyüzü kararmış, ay sararmıştı. “Kötü çocuk güneş” diye fısıldadım Kudret’e. İn cin top oynamak için bir kişi daha arıyor gibiydi. Sigarasını çıkardı Kudret. Paketi yeniydi. Bir dal da bana uzattı. “Eyvallah” deyip yaktım. “Tamam, anlatacağım Kudret, sabırsızlanma” dedim “gel şu parka oturalım”. Önümüzde iki çardağıyla küçük bir park vardı. Boş olan çardağa geçip oturduk. Sigaralar yarılanmıştı. “Ne ciğer varmış kardeşim bizde ya” dedim gülerek. Kudret bir “öf” çekti. Anlatacaksam anlatmalıymışım artık. Yoksa gidermiş. Aman be Kudret’im, anlatıyorum dinle. Dün akşam yemekten sonra biraz hava alayım diye dışarı çıkmıştım. Fabrikaların oraya kadar yürüyüverdim. Rüzgârlı ama güzel, ılık bir havaydı. Durmadım ben de. Meydana kadar ilerledim. Meydana ulaşınca, yorulduğumdan, dinlenmek için banklardan birine oturuverdim. Oturalı ne kadar oldu bilmiyorum, yanımda bir nefes hissetmeye başladım. Şuramda, ensemdeydi. Ne oluyor lan dedim. Bir döndüm genç bir kız, iki bacağını yukarıya çekmiş, elleriyle eğilmiş, oturuyor yanımda. Sesi de boğuk boğuk, bir şeyler mırıldanıyor. Hırıltılı garip bir ses. Bana bir baksana sen, dedim. Çattım kaşlarımı. İnan nedenini ben de bilmiyorum. Sonra döndü bana. Dönmese daha iyiydi. Simsiyah bir surat ama güzelliğini hala görebiliyordum. Herhalde kirpikleri akmış, ağlamıştı. Herhalde diyorum çünkü gözaltları, yanaklar başka neden siyah olur hiç bilmiyorum. Eski sevgilimden alışkanlık olmuştu bence. O da bilerek böyle yapardı çünkü. Kendini ağlatır, rimelini akıtır fotoğraf çekerdi. Bir anlamı olmalıydı, hiç sormadım, o da hiç söylemedi. Hiçti, hep hiçti. Hiç bilmiyordum ki neden sadece hiçi bildiğimi. Kudret tekrardan homurdanmaya başladı. Sinek çöplerini ezmeyi bırak dedim. Yazık sineklere. Az kaldı. Ben kızı dikizlemeyi bırakınca, aşktan meşkten açıldı sohbet. Bir anda beni sevdiğini ama bana bir türlü açılamadığından bahsetti. Şaşırdım ilk başta. Sonra yakışıklı olabileceğimi düşündüm. O düşündürttü bana. Kızım bir git başımdan dedim, bela mısın nesin. Belayım dedi. Kaç gündür de mamasızım. Gitsene dedim. Hayır gidemezmiş Kudret. Kıvrıldı omzuma ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. İçim cız etti. Eğer beni sevmezsen hemen bu gece intihar edeceğim dedi. Kaldı ki, benim de en sevdiğim aktivite vicdan azabı çekmektir zaten. Günde üç öğün vicdan azabı çekmezsem rahat edemem. Ne mi alaka! Of ulan Kudret, dur devam ediyorum. Burnunu sildi, ardından ara verdiği ağlama grevine kaldığı yerden devam etti. Bak ben başkasından hoşlanıyorum dedim. Kendisi eski sevgilim olur, o da beni seviyor, eminim. Fakat çok soru soruyor, tek sıkıntımız bu. Geçen gün bana, beni neden seviyorsun diye sordu. Neden sevmeyeyim ki dedim. Yani bir sebebin yok mu diyor. Olmaz olur mu, muhakkak vardır ama ben de bilmiyorum dedim. Nasıl ya, mümkün olamazmış ki böyle bir şey. Olur dedim. Katiyen olamazmış, kabul edemezmiş, bir cevap vermeliymişim. Gerçekten seviyorum ancak inan bana nedenini ben de bilmiyorum diye kekeledim en sonunda. Her neyse kapattık konuyu. Aradan birkaç gün geçti, ne ben onu arıyorum, ne de o beni. Böylesi daha güzelmiş meğerse, daha insanca. Aşk, yaşamak trajedisinde hassas bir mekanizma!

Geri zekâlı nidası ile çınlayıverdi park. Sis çatladı. Pardon Kudret, ne bu üslup. Başlatma lan üslubuna, salak. Ayıp oluyor Kudret. Lan sen bana bir saattir ne kızından bahsediyorsun! Dün akşamki kızdan bahsediyorum dedim. O kız yok lan değişik, olmadı öyle bir kız. Gözlerimi çıkardım, bağırdım. O bir kız değildi ruh hastası, değildi işte! Kudret ne diyorsun. O Zerdüşt’tü aptal şizofren! Ne Zerdüşt’ü Kudret, sus artık. Susamazmış. Saatlerce karşında bir köpek vardı, yine de kendi köpeğini bir kız yerine koyup oyun oynamışsın. Ne oyunu Kudret dedim. Yerdeki gözlerim yaşarmaya başlamıştı. İlaçlarını almadın de mi lan sen dedi. Almamışım işte Kudret, uzatma dedim. Asıl ben uzatmamalıymışım daha fazla, yetermiş, artıkmış! Söz dinlemeliymişim. Şov yapma Kudret, Zerdüşt nerede? Ne Zerdüşt’ü, Zerdüşt mü kalırmış bundan sonra. Ağlayarak çığırmaya başladım. Yetmedi, Kudret’in yakasına yapıştım. Tokatladım. Zerdüşt nerede! Nerede dedim sana! Nerede! Durakladı. Ne bilsinmiş nerede olduğunu. Yokmuş, kayıpmış, iş işten geçmişmiş. Sarsılarak çöktüm olduğum yere. Önümde sinek çöpleri, burnumda kan vardı. Midem bulandı. Kustum. Kendime gelince, kaptım bozuk paraları internet kafeye koştum. Al abi dört lira dedim. Oturdum bilgisayarın başına, klavyeyi dövmeye başladım.

Ey erdeminden uzaklaşan sevgili insanlık,

Dün akşam saat sekiz sularında Zerdüşt isimli, canımız ciğerimiz, köpeğimizi kaybettik. Kendisi, kendisine köpek denilmesinden her ne kadar irrite olsa da, siz köleler için bir anlam kargaşasına yol açmamak maksadıyla kendisini köpek olarak adlandırdığımı da bildirmek isterim. Bizatihi tanıdığımdan söylüyorum; önemliydi. Cinsi için belirli bir şey söylemek gerekirse şayet, üstköpek familyasının ilk örneklerinden, Almanca havlayan bir köpekti. Bağırma Zerdüşt derdim. Havst havst havst! Havst havst havst ! Havsttt! 

Evet, köpekti. Siyah tüylü, sol gözü kör, bir ayağı sakat ve beneksizdi. Geçirdiği yüksek ateşten sonra yaşadığı kısa süreli felç; koşması, hatta uzun yürüyüşleri için bile engeldi. Burnunda hafif bir yara, kulaklarında da delikler vardı. Niçin çıplak gezerdi? Eh belki de delirmişti. Ne demişti; daha fazla merhamet görmek ve işitmektense, kuyruk acısı çekmeyi yeğlerim. Bu yüzden de kuyruğu kesikti. Kudret’in tıraş takımını araklayıp da bir gece.. Aman Allah’ım! Hatırlamak bile istemiyorum. Korkunç bir geceydi. Dünden kalma ne kadar bira varsa yuvarlamıştım. Zar zor kendine gelebilmişti Zerdüşt. Kudret de öyle. Ey insanlık; ben Zerdüşt’ü bir sokak arasında köpükler kusarken bulmuştum. Siz ne anlarsınız acıdan. Aylardan Haziran’dı. Sıcaklar ateş gibi akardı ensemize. Kaldırdım evime götürdüm. Al Kudret dedim, bu bizim köpeğimiz. Adı ne dedi o da. Ne olsun diye sordum. Bilmem ki dedi. Zerdüşt’tür dedim. Bakıştık. Sonra konuşmaya başladı. Evet, Zerdüşt’üm dedi. Tekrardan bakışırken Kudretle, “korkmayın benden, ben de sizin gibi bir katilim”

Hayıflanıyorum be erdemsizlerim! Siz muhtemelen o çirkin gözlerinizi kalçalardan çekmiş, elektrik direklerine yahut da panolara dikmiş bulunmaktasınız. Tam olarak işte, tam olarak size söylüyorum. Zerdüşt’ümüz kayıptır. Hiç kaçmışlığı, gitmişliği yoktur. Genelde, ya kendisini boğazlar ya da sık sık pislerdi. Şimdi hiç olmadığı kadar şüphe ediyorum sağlığından. Çünkü onun midesi kaldırmaz insanları. O sizin gibi mikroplardan nefret eder. Virüssünüz siz ona göre. Adi haşerelersiniz. Bana bile zor tahammül etti dün geceye kadar. Siz düşünün gerisini, ben kendi etimle beslerken onu, terk edip gitti beni. Sevgisiz insanlık, o benim etimden başka kimsenin etini yiyemez. Ne olursunuz anlayın beni. Açlıktan ölecek yoksa. Bulursanız ya da bir şekilde gözünüz takılırsa, beklemeden ulaşmaya çalışın bana. Ben Beethoven dinliyor olacağım sizler onu arıyorken. Ey ahlaksızlar, arayın onu!

Mukaddes tarihimizin mihenk taşıdır o. Henüz kutsanmamışken öldürdüğünden en yüce bildiğimiz duygularımızı. Öyle ki, dağlarda yaşadı yüzyıllar boyu, tanrının doğmasını bekledi fire vermeden. İlk elma yenince fırlayıp düştü yollara, söküp kopardı trajedinin ortasında yeşeren güllerimizi. Ağlamayın, merhamet etmeyin dedi. Nasıl anlatılırdı ki o; yalayıp dururken dikenlerini benliğimizin. Üstelik durmak dahi bilmedi, inanabiliyor musunuz, durmadı, kırbaçlar şakarken sırtımızda. Şimdiyse kurtarılmayı bekliyor sisli bir köşede. Hadi ne duruyorsunuz, kurtarın en büyük yargıcınızı. Ve asla darılmayın. Böyle büyürdü Zerdüşt!

Zerdüşt’ün dostu,

Kamuran.

                                                          *************

Zerdüşt’ün kaybının üstünden bir buçuk hafta geçti. Cehennemin dibinden yazıyorum sizlere. Kudret’te yanımda, sizlere selamı var, hala seviyor sizleri. Ne diyeyim, kaderimiz ve kederimiz böyleymiş. Zerdüşt’ü ölümden kurtaramadık. Kıstırıp bir geçitte, gözlerinden hançerlemişler. Eski sevgilim verdi kötü haberi. Haberlerde görmüş, canice öldürülen köpek diye altyazı geçmişler. Üzülme dedi. Omzumu sıvazladı. Üzülürüm dedim. Üzüldüm. Peki kim öldürmüş diye sorduğumda ardından; bilemezmiş, ben daha iyi bilirmişim. Öyle işte, haberlerde senin daha iyi bileceğin de söylendi. Hangi kanalmış diye soramadım, besbelli tanrılardı yayına çıkan. Hırs kıyafeti giymiş tanrılar.

Yeter artık! Tamam, uğuldamayın. İtiraf ediyorum, evet. O konuşan spikeri, o tanrıyı tanıyorum. Görüştük aylar önce, kabul ediyorum. Yalvarırım üstüme gelmeyin. İş birliği teklifiyle geldiler. İnsansızlığı vadettiler. Kendimi kaybetmiştim. Mamasına beş adet anlamak koyup zehirleyecektik. Yapamadım. Sonra tekrardan geldiler, tekrardan, tekrardan… Meğerse tanrılardan birisini öldürmüş Zerdüşt. Onun intikamıymış alınmak istenen. Ne kadar dil döktüysem de engelleyemedim. Engelleyememişim demek ki. Son olarak da bu sabah, ölüm haberini alır almaz görüştük kendileriyle. Baş sağlığına geldi tanrılar, taziye evine. İntikam almışlar, kahrolası intikamlarını. Zerdüşt öldü dediler. Zerdüşt öldü! Yeni bir Zerdüşt yaratmalıymışım kendime.

Nihayet bitirebildik taziyeyi. Sağ olsun eş dost eksik olmadı. Yarım saat sürdü zaten, bir zahmet gelsinler. Erken biterdi köpeklerin taziyeleri. Sırtlayıp avuçlarımızla, çöp döküm alanına gömdük Zerdüşt’ü. İtler mezarlığındaydı artık. Bir Fatiha okuduk üstüne. Allah rahmet eylesin dedik. İyisiz biriydi Zerdüşt. Âmin.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: