İçeri giriyorsun. Oturman gereken yeri adın gibi biliyorsun. Ve olacakları da…

Karşındaki kadınla göz göze gelmemek için yere bakarak koltuğa çöküyorsun. Kadın seni selamlayıp konuşmaya başlıyor. Önüne bakarak dinliyorsun onu. Uzunca bir müddet önüne bakarak dinliyorsun. Ne dediğini anlamadan dinliyorsun. Her zamanki gibi dinliyorsun. Kafanı kaldırmaya cesaret ettiğinde karşında bir çift gülen göz buluyorsun. Sonra gözün sahibinin çehresini, bedenini algılıyorsun. “Ne alımlı kadın” diye düşünüyorsun. Devam ediyorsun… “Sahiden… Ne alımlı kadın. Öyle ki ilk bakışta anlaşılıyor bu.” “Ayrıca,” diye geçiriyorsun içinden için dolu dolu, “Kendisi de bunun farkında. Şu gülüş, şu kendinden emin oturuş, gözlerinin insanın gözlerinin içine dikip bakması…” Bir ayna gibi hissediyorsun kendini o an. Ama kırık bir ayna, sırrı dökülmüş bir ayna, yapabileceği tek şeyi de yapamayan bir ayna, işe yaramaz bir ayna… Bu tanıdık bir duygu. Eski bir dost kadar tanıdık bir duygu…

Düşüncelerin bilincini serbest bıraktığında kadının soran gözleriyle karşılaşıyorsun. İhtimal ki söylediği bir söze veya bir soruya cevap alamadığından sana bakıyor. Kadının yüzünde artık gülümseme yok. Bunu görüyorsun. Korkuyorsun. Üzülüyorsun. Sinirleniyorsun. Sonra… Sonra endişeleniyorsun. En çok da endişeleniyorsun. “Tam şu an bir şeyler söylemeli… Ya da çıkıp gitmeli. Uzaklara…” Ne yapacağını bilemiyorsun. Eteğini çekiştiriyorsun sıkıntıdan, küpenle oynuyorsun. Terliyorsun. Bluzunun yakasını genişletmeye çalışıyorsun ama nafile… Yok, yeteri kadar oksijen yok senin için. Herkes için var ama senin için… Yok. Gülümseme de yok. Gemiyi yanaştıracak bir liman da…

Son bir cesaret kafanı kaldırıp tekrar bakıyorsun kadına. Sanki onu tartar gibi yavaş yavaş gezdiriyorsun gözlerini üzerinde. Kara gözlerinde, dalgalı saçlarında, tatlı gamzelerinde, ince dudakların, biçimli burnunda, düzgün kaşlarında, abartılı küpelerinde, dertsiz alnında… Canın sıkılıyor adam akıllı. Umutsuzluk bütün benliğini kaplıyor. O kara duygu damarlarında geziniyor. “Ne diye geldim ki buraya? Neden yine geldim, kaçıncı kez, neden?”

“İyi misiniz?”

“İyiyim” demeyi düşünüyorsun. Ama diyemiyorsun. Başını eğip zoraki bir şekilde gülümseyebiliyorsun yalnızca.

Kadının yüzünde tekrar bir tebessüm beliriyor. Ağzını açışından anlıyorsun sıradaki adımı. İşte başlıyor yine. Yine, yeniden…

“Öncelikle buraya gelmekle…” diye giriyor söze kadın.

Yanılmıyorsun. Genelde de yanılmazsın zaten. Yine yanılmanın hafifliğine kaptırıyorsun kendini. Uçucu ama gerçek bir tebessüm beliriyor yüzünde. Gerçek ve bir o kadar da acı bir tebessüm… Bu tebessüm kadını cesaretlendiriyor. Daha bir şevkle konuşmaya başlıyor. “Konuş bakalım, konuş… O bildik sözleri tekrar et. Vicdanını rahatlat… Ben yanılmam!”

Kadın konuşuyor. Sen odaya bakıyorsun. Girişteki holden itibaren insanın gözüne sokulan abartılı düzene burun kıvırıyorsun. Bütün bu odaya, bütün bu ofise, bütün bu dünyaya burun kıvırıyorsun. Herkesin aynı zevke sahip olduğundan olacak her işyerinde kullanılan tek tip “ofis mobilyaları”na, hiçbir işe yaramayan plastik çiçeklere, şu tumturaklı avizeye, duvardaki renk karmaşası tabloya, hepsine burun kıvırıyorsun… En çok da odadaki düzene burun kıvırıyorsun. Bu özen, bu dikkat, bu intizam seni bunaltıyor. Karışsın istiyorsun her yer, her şey… Birbirine girsin. Düzen bozulsun. Ve gerçek gözle görülür olsun… “Ne olurdu yani sanki sandalyenin bir ayağı aksasa veya masanın camının bir köşesinde ufak bir çatlak olsa?” Ama yoktu. “İşte tam da bu sebepten ben buraya geliyorum, o bana değil.”

Kendine acıyorsun. Önce yerin dibini batırıyorsun, ardından acıyorsun. Bunu hep yaptığın için alışıksın. Peşinden de her zamanki gibi rahatlıyorsun. Sahte bir huzur kaplıyor yüreğini. Biraz olsun nefes alabilir, düşünebilir oluyorsun. Ve yine her zamanki gibi öfke kaplıyor içini. “Öbek öbek riya var bu odada,” diye bağırmak istiyorsun. Sesini herkese duyurmak istiyorsun. “Bunların hiçbiri gerçek değil!”

Kadın konuşmaya devam ediyor. Onu anladığını düşünmesi için kaşlarını kaldıra kaldıra konuşuyor. Artık ciddi. Ve hala dikkat çekici… “Zaten maharetin bir gülüşte olduğunu düşünmek aptalca olurdu.” Halbuki sen olaylara böyle kolaycı yaklaşmazsın. “Ancak aptallar ilk akıllarına gelenin doğru olduğunu düşünür.” Evet bunu biliyorsun.

“Elbette konuyu yalnızca fizyolojik açıdan ele almak doğru olmayacaktır…”

Yine gülümsüyorsun. Yara gibi, düşüyor gibi, dağılıyor gibi, kimsen yokmuş gibi… Yine gülümsüyorsun. “Bu kadın çok genç,” diye düşünüyorsun. “Gösterdiğinden de genç. Gittiğim ilk doktorun kendisi olduğunu düşünecek kadar… Ya da bunları bilmiyormuşum gibi yapıp her şeyi baştan anlatacak kadar…”

Kadının şu bilmiş tavırları seni çıldırtıyor. Senin gözüne soktuğu bu üstünlükleri… Onun bir mesleği var, senin yok… Onun bir ofisi var, senin yok…

Onun bir buzdolabı var mesela. Küçük ama konulduğu yer tam oturan bir dolap bu. Rengi öyle alelade dolaplar gibi beyaz değil. Duvarların renginde ve parlak… Buzdolabına baktıkça küçülüyorsun. Yutkunamıyorsun. Ve merak ediyorsun. Evet, merak ediyorsun. Buzdolabında ne var merak ediyorsun. Kendine bile itiraf etmekten korkuyorsun. Ama ölesiye merak ediyorsun.  Cevap korkuyorsun ama merak ediyorsun. “Buzdolabında dondurma var mıdır acaba? Çilekli dondurma…”  Vardır biliyorsun. Eminsin. Çünkü onun bir hayatı var, senin yok. Senin yok, senin yok, senin yok!

“Babam” deyiveriyorsun durup dururken. Neden çıkıyor, nasıl çıkıyor bu kelime ağzından bilmiyorsun. İçin boşalıyor, yüzüne kan hücum ediyor. Kendi içine çekilmek istiyorsun, bir cenin gibi büzüşmek, kaplayabileceğin kadar az yer kaplamak… Hele böyle anlarda beliren bir çift göz oradayken, tam manasıyla yok olmak istiyorsun. Ama olamıyorsun ve gözler seni izlemeye devam ediyor. İstemsizce kolunu onları kovar gibi geriye sallıyorsun. Kadın iyiden iyiye endişeyle bakıyor sana. Gittikçe dibe batıyorsun. Boynunu kaşır gibi yaparak bu işten yırtmaya çalışıyorsun. Ama nafile, herkes seni tanıyor. Tanımayanlara kendini en kısa sürede tanıtıyorsun.

“Evet, babanız…”

Konuşmuyorsun, önüne bakıyorsun. Oysa anlatmayı istiyorsun. Hem de her şeyden çok istiyorsun. Şu anda zihnine hücum eden anıları mesela. Güzel anıları, hüzünlü anıları ve onu… Onu anlatmak istiyorsun. Ama anlatamazsın, onu tanımayan kimseye adını bile söylemiyorsun. Söylemeyeceksin de! O sadece senin, başkalarıyla onu paylaşma fikri korkunç geliyor sana. Evet korkunç geliyor…

Gözlerin bakacak yer ararken sanki daha önceden çizilmiş bir yolu takip edip buzdolabını buluyor. Bu dolabı, bunun gibi dolapları ve içlerindeki çilekli dondurmaları düşünüyorsun. Ve biliyorsun, adın gibi biliyorsun. Bu dolapların sahiplerinin babaları hala geç geldikleri zaman uyuyan kızlarının dondurmadaki payını ayırıp kimseye el sürdürtmüyor. Bilmek canını yakıyor ama biliyorsun. Biliyorsun ki, bu dolapların sahiplerinin dönüp bakabilecekleri, bir şeyler umabilecekleri bir yer var. Bunları bilmek sana ağır geliyor. Kendini koyvermek üzere olduğunu hissediyorsun. Sanki buraya geldiğinden de ağırsın artık. Karşında oturan doktora “Artık benim için çok mu geç?” diye sormak istiyorsun. “İşte size geldim, geç de olsa size geldim. Herkes sizi öneriyordu. İşinizde ne kadar iyi olduğunuz anlatılıyordu her yerde. Bir haftada akıl almaz kilolar veren arkadaşlardan örnekler veriliyordu. Ne oldu da ben size gelince daha da ağırlaştım?” demek istiyorsun. Ama susuyorsun…

“Bütün bu poğaçalar, kurabiyeler… Beni içime kapatan.”

Kararını veriyorsun. Bir an önce buradan kaçıp gideceksin. O buzdolabından, şu gülen yüzden, kalkan kaşlardan, hepsinden, hepsinden kaçıp evine gideceksin. Oraya kimse gelemez, senin istemediğin kimseye yer yok orada. İstemediğin hiçbir anıya, hiçbir eşyaya yer yok. Kapılarını camlarını kapatır yaşadığını hissedersin. Oraya gözler de giremez, seni yargılayan, aşağılayan, küçümseyen bakışlar da. “Ama çok uzaklarda olmalı bu ev,” diye düşünüyorsun. “O kadar uzaklarda olmalıydı ki…” Yutkunuyorsun ama yutamıyorsun.

“Annem bile…”

Zaman canlılığını yitiriyor. Artık ne kiloların ne de başka bir şey umrunda. Etrafın bulanıklaşmaya başlıyor. Midende heyecana benzer bir bulantı duyuyorsun. Yüzün alev alev yanıyor. Ve o Allah’ın belası, kahredici iki göz… O gözler yine ensende. Yine… Yine…

“Her şeyi berbat ettim” diye düşünüyorsun. Durumu toparlamak için gayret gösteriyorsun. Çıkana kadar başka bir saçmalık yapmak istemiyorsun. Kadına birkaç söz edemesen de en azından normal olduğunu düşündürecek bir şeyler yapmaya çalışıyorsun. Fakat gücü yok. Çabalayacak, savaşacak ve hatta yaşayacak…

Neden sonra o müjdeli sesle irkiliyorsun.

“Peki o zaman, haftaya muhakkak bekliyorum.”

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: