Necla yavaş yavaş araladı gözlerini. Hâlâ çok ağırdı gözkapakları, uyku hâlâ çekiştiriyordu bir kolundan. Kapı hafifçe aralıktı, donuk bir aydınlık girmişti hiç penceresi olmayan karanlık odalarına. Galiba bugün hava kapalı diye düşündü. Yatakta diğer tarafına döndü, annesi yanında değildi. Endişe ve uykunun arası ezelden beri bozuk olduğundan bedenini endişe sarınca uykusu bırakıverdi aniden Necla’nın kolunu. Gözlerini iyice açıp loş odada ablasının yatağını aradı, ablası da yoktu yerinde. Yatağını dağınık bir halde bırakıp gitmişti. Hiç yaptığı şey değildi.

Nereye gittiklerini keşfetmek için hoşnutsuzca kalktı yatağından. Çıplak ayakları odalarının zeminindeki incecik kilimle temas eder etmez tüyleri ürperdi. Beyaz üzerine mavi kedi desenleri olan, yıkanmaktan havları dökülmüş pazen pijamasına iyice sarındı. Hava soğuktu, dışarı çıkıp serince bir sabah yeli yanaklarına tokat gibi vurunca daha iyi anladı. Yine de vazgeçip içeri girmedi. Buz gibi naylon terliklerini ayağına geçirip avluya bakındı. Burada da yoktular. Merak ve korku peydah olmuştu içinde. Avlunun sonuna doğru yöneldi ve sokak kapısının aralık bırakılmış olduğunu gördü. Daha kapıya yaklaşırken dışarıdan bağrışmalar, koşuşturmalar, duymaya başladı. Necla da bir an önce kapının dışına attı kendini. Herkes amcasının evinin yan tarafındaki sokağa doğru koşuşuyordu. Sokağın başını da kadın ve çocuklar doldurmuştu. Hepsinin yüzünde uyku mahmurluğuyla karışık şaşkın bir ifade vardı. Necla’nın gözleri annesini aradı. Çok geçmeden annesini de ablasını da gördü. Korkuyla yanlarına sokuldu. Annesi onu görünce:

“Ne işin var senin burada, niye çıktın dışarı?” diye payladı hafifçe.

Annesinin dediklerini duymamış gibi sustu, onun ellerine sarılıp kara dumanların sardığı sokağa baktı. Hala diye mırıldandı. Adını bilmiyordu. Halanın evi yanıyordu. Evine gittiğini, buruş buruş elini öptüğünü, gözleriyle göremeyen halanın elleriyle, yüreğiyle onu nasıl hissettiğini, nasıl yalnız, nasıl düşkün, nasıl ilgiye muhtaç olduğunu hatırladı. Anıları kül oluyor, o kesif dumanlara karışıp kayboluyordu sanki. Birden sarsıldı. Hala neredeydi? Annesinin sıkıca tutup güç aldığı ellerini bırakarak yumruklarını sıktı; var gücüyle yanan eve doğru koşmaya başladı.

Necla bir yandan koşuyor bir yandan deli gibi korkuyordu. Kara dumanlardan, koşuşturup duran adamlardan başka bir şey göremiyordu. Birden belinden kıskıvrak yakalayıverdi biri. Bir süre çırpındıktan sonra ablası olduğunu fark etti.

Çaresizce ağlamaya başladı. Bir yandan hıçkırıyor bir yandan soluk soluğa tekrarlıyordu:

“Hala nerede? Abla… Hala nerede?”

Ablasının kahverengi gözlerinde hiç ışık yoktu. Bir süre sustuktan sonra kulağından girip beyninin, vücudunun her yanında dolaşarak gelip yüreğine saplanan, her hatırladığında saplandığı yeri sızlatan o kelimeler döküldü ablasının ağzından:

“İçerideymiş, ölmüş olmalı.”

Ölüm sözüyle daha önce tanışmıştı Necla ama ölümün böyle de gelebileceğini bilmiyordu. Tanıdığı ve çok sevdiği birinin hayatından böyle yanarak ayrılmasıyla, dünyadan bu şekilde yitmiş olmasıyla ilk karşılaşmasıydı. Konu komşu gelip öğrendiklerini anlattılar bir bir:

“Gözleri görmüyordu ya, sobayı yakmaya çalışırken gaz dökmüş, alev almış birden soba, eşyalar tutuşmuş. Paniğe kapılmış, söndürmeye uğraşırken de soba devrilmiş. Hala bayağı yaşlıydı, gözleri de görmediğinden kaçamamış dışarı. Alevlerin arasında kalmış, o da yanmış evle beraber. Alevleri camdan görüp dışarı koştuk hep beraber ama yetişemedik işte…”

Onlar anlattıkça ağladı Necla. Ağladı, ağladı… Ağladıkça başı ağrıyor, silmekten gözleri acıyor ama ağlamanın faydası olmuyordu hiç. Ağlamak istemiyordu artık ama hepten unutmak da istemiyordu olanları. Keşke dedi, kafamın içinden bazı anıları çıkarsalar, bahçeye gömseler mesela, canımı yakmasa artık ama uzakta da olmasa.

Evet çok yaşlıydı Hala. Mahallede herkes ona böyle hitap ettiğinden çoğu kimse de Necla gibi gerçek adını bilmiyordu. Yapayalnız yaşıyordu, çocukları vardı söylediğine göre ama geldiklerini ne gören ne duyan olmuştu bugüne dek. Aslında yalnız kalacak kadar sağlıklı değildi; bakıma muhtaç, çocuk gibi yavaş, çocuk gibi çelimsizdi. Yaşı ilerledikçe renkleri, şekilleri de yitirmişti gözleri. Necla kendini bildi bileli böyle hatırlıyordu Halayı. Hep yaşlı, hep zayıf, hep kör, hep kambur, hep yalnız, hep hüzünlü…

Dönüp dolaşıp aynı yere geliyordu Necla. İnsan kâğıt gibi, odun gibi, çalı gibi yanabiliyordu demek… Üşüyen, tek başına, yaşlı bir kadına sahip çıkılamıyordu demek… Demek dünya hiç adaletli değildi. Demek Hala bu dünyaya fazla gelmişti. Necla bunu bir türlü kabullenemiyordu.

Halanın kömür gibi olan vücudu evden kalanların arasından zar zor bulunmuş, küllerin arasından çıkarırlarken parçalanmıştı. Gasil niyetine hortumla su tutmuşlardı üzerine. Öylece kefenleyivermişlerdi.

Olan biteni görmüştü annesi. O akşam babası da gelip hep beraber otururlarken anlatmaya başladı:

“Allah rahmet eylesin, çok iyi kadındı. Yanarak ölmesine çok üzüldüm. Hiçbir akrabası gelmedi cenazesine. Mezarlıkta da kimsesizlerin gömüldüğü alana gömmüşler, adı bile yazılmamış başucundaki tahtaya. Ne acı bir durum. Haa… Ne oldu biliyor musun? Hortumla üzerine su tutarlarken öyle güzel bir koku yayıldı ki ortalığa, orada hepimiz şaşırıp kaldık. Şey gibiydi… sümbül, evet sümbül gibiydi. Mis gibi yayıldı ortalığa. Cenazesi kaldırılana kadar dağılmadı o koku mahalleden.”

Necla gözlerini kocaman açıp düşündü, sümbül kokusu… Dışarıda olmadığı halde Necla da duymuştu o kokuyu. Bahçede dikilip uzun uzun çekmişti içine. O kadar yoğundu ki, evin avlusuna kadar gelmişti. Demek Hala, sesiyle edemediği vedayı yanık bedeninden yükselen mis gibi bir koku ile etmişti yıllarca kendisiyle ilgilenen komşularına. Sümbül kokusu… Cennetin kokusu böyle olmalıydı. Cennet değilse bile masumiyet böyle kokuyordu mutlaka.

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Hatice eren

Çok güzel bir hikaye olmuş okurken duyguyu içimde hissettim yüreğine sağlık

%d blogcu bunu beğendi: