Her çağın kendi ruhu vardır ve çağın içerisinde yazılan eserler de bu ruhtan pay alırlar. Bu sebepten ötürü Sarte felsefesini anlayabilmek için onun hangi dönem içerisinde yaşadığına bakmamız gereklidir. Sartre iki dünya savaşı arasında yaşamış, bu dönemlerin yol açtığı toplumsal koşullardan etkilenmiştir. Felsefesi, dolayısıyla da yazdıkları savaş arası bu zamanın insan üzerindeki yıkıcı etkisini ve arayışını yansıtmaktadır. İnsan olmak biyolojik, birey olmak sosyolojik bir süreçtir. İnsanın birey olma çabası ve bu süreç içerisinde geçirdiği evreler Sarte felsefesinin peşinde olduğu durumlardır. Nitekim savaşların sonucunda toplumsal yapı içerisinde, birey olmaklık hiçleşmiştir. İşte Sartre felsefesi de buradan ortaya çıkmıştır.

Sartre felsefesinin temel kavramlarından olan özgürlük ve seçme, romanlarında işlediği temel konulardandır. Sartre felsefesi neticesinde özgürlük bireye verili bir durum değildir. Bireyler seçimleri ve eylemleri neticesinde özgürlüğünü inşa ederler. Özgürlük durumu, bir süreç olarak ele alınmaktadır. Yani özgürlüğü eylemlerimiz neticesinde inşa eder ve böylece ortaya çıkarırız. İşte Sarte’ın romanlarında işlediği özgürlük kavramı bu sürecin nasıl işlediği ile ilgilidir. Sabit bir özgürlüğün değil de eyleme dayalı bir özgürleşme süreci söz konusudur. İnsan ne zaman özgürdür? Seçme ikilemi ve sorumluluk durumlarında karşı karşıya kaldığı sonuçlar neticesinde bireyin özgürlüğü nerede yer alır? Bu gibi sorular Sartre romanlarında sorgulanan temel problemlerdendir.

Sartre romanlarının sayfalarında, felsefesini toplayabilirsiniz. Kendi kavramları olan seçme, özgürlük, bulantı, kendini gerçekleştirme, kendisi için varlık ve kendinde varlılığı karakterlere bulaşmış bir şekilde görmekteyiz. Bu minvalde değerlendirdiğimizde Akıl Çağı romanını bir özgürlük arayışı ve seçme ikilemlerinin yansıması olarak ele alabilir, dönemin toplumsal kabullerinin, sorgulanması ve karakterlerin kendini gerçekleştirme süreci çerçevesinde değerlendirebiliriz.

 

.

Sartre’ın Akıl Çağı romanı, üçleme olan Özgürlük Yolları romanının ilkidir. Roman, Paris’te felsefe öğretmeni olan Mathie Delarue ve Marcelle’nin merkezinde işleyen ve daha sonra olay örgüsüne dâhil olan yan karakterlerin kendi dünyaları içerisindeki seçimlerini ve özgürlükle olan mücadelelerini konu edinir.

Mathieu her şeyden önce Sartre gibi felsefe öğretmenidir. Doğum tarihleri de aynıdır. Buradan Mathieu, Sartre’dır diyebileceğimiz gibi Sartre’ın tıpkı Platon’un metinlerinde Sokrates’i konuşturduğu gibi, Mathieu üzerinden kendini konuşturduğu yorumunu da yapabiliriz.

Romanın kurgusu, Mathieu ve Marcelle’in yedi yıllık bir ilişkinin sonucunda Marcelle’nin hamile kalması, Mathieu’nün çocuğu istememesi ve kürtaj için gerekli parayı araması üzerine kuruludur. Mathieu bebeğin doğmasını istememekte ve bebeğin aldırılması konusunda Marcelle’e sormamaktadır. Mathieu, bebeği, daha doğrusu bebeğin zorunlu olarak yol açtığı evliliği özgürlüğüne yapılan bir engel olarak görmekte ve sorumluluk almaktan kaçmaktadır. Kendi içerisinde zaman zaman çelişkiler yaşayan Mathieu, bu evliliği istemediği gibi zaman zaman da kendisini bu duruma mecbur olarak görmektedir. Dolayısıyla romanda dönemin aile kavramı da işlenmektedir. Mathieu etrafında şekillenen olay neticesinde kurguya dâhil olan Boris, İvich ve Lola karakterleri de kendi içerisinde kimlik arayışına düşmüş bireyler olarak karşımıza çıkmaktadır. Genel olarak hayattan zevk almaya çalışan karakterlerdir.  Boris, Mathieu’nün öğrencisi, İvich’in kardeşidir. Lola kendinden yaşça küçük Boris’le birlikte olan uyuşturucu bağımlısı bir kendinde varlık portresi çizmektedir. Kendini Boris’e araç olarak sunmakta, kendisini onun üzerinden gerçekleştirmektedir. Bu bağlamda Lola’yı pasif olarak adlandırabilir, kendinde varlık olarak değerlendirebiliriz. İvich, Mathieu için sevimli bir maceradır. Çünkü onun üzerinde özgürlüğünü kısıtlayacak bir unsur barındırmamaktadır. Bu durum tam da Mathieu’nün istediği şeydir. Romanın en can alıcı karakteri, bu süreci sonuca bağlayan Daniel’dır. Daniel, Marcelle evlenerek onun özgürleşmesine yardım etmektedir. Mathieu’nün eline özgürlüğünü vererek, onun da özgürlük hakkındaki kabulünü yıkmaktadır. Sonuçta Mathieu özgürlüğüne engel olan şeylerin evlilik ve bebek olduğunu değil de kendisi olduğunu sonucuna varmıştır. Daniel bu hamlesiyle hem Marcelle’in hem de Mathieu’nün özgürlüklerine dokunmuştur.

 

Özgürlüğün kılıktan kılığa girdiği bu romanın can alıcı sorusu, Marcelle’in ve Mathieu’nün seçimlerinin toplumsallık kıskacından sıyrılarak ne derece özgürlük barındırdığıdır. Sartre için özgürlük sorumlulukla bağlıdır. İnsan özgürlüğüne mahkûmdur, fakat yapıp ettiği her ne varsa özgürlüğü adına sorumludur. Marcelle Sartre felsefesi anlamında daha özgürdür. Çünkü toplumun reddedeceği evlilik dışı çocuğu doğurmaya karar vermiştir. Bu bağlamda Mathieu’ye göre daha sağlam bir duruş çizmektedir.

 Marcelle ve Mathieu’nün Sartre felsefesi kapsamında değerlendirdiğimizde Marcelle’in Mathieu için kendinde varlık, Mathieu’nün de Marcelle için kendinde varlık olduğunu görmekteyiz. Kendi içlerinde ise aslında zaman zaman kendinde varlık zaman zamansa kendisi için varlık olduklarını görüyoruz. Marcelle’in en başında bebeği aldırmayı kabul etmesi, pasif kalması kendinde varlık özelliği taşımaktadır. Fakat daha sonra bebeği doğurmayı seçmesi onun kendisi için varlık karakterine büründürür. Her ne kadar Marcelle’i bu durum içerisine koyması Mathieu için sıkıntı yaratsa da Mathieu için Marcelle bir araçtır, belki de alışkanlıktır.

Marcelle’in o dönemin toplumsal koşulları göz önüne alındığında bebeği doğurmayı seçmesi, elbette özgürlüğünü seçtiğini gösterir. Marcelle, Mathieu ile evlenseydi toplumun dediğini yapmış olacaktı fakat o bunu reddederek özgürleşmiştir. Fakat bu seçiminin sonucunda eşcinsel biriyle evlenmek vardır. Sartre özgürlüğünde seçimlerden ziyade seçimlerin sorumluluğunu almak daha önemlidir. Evet, Marcelle bebeği doğurmayı seçmiştir fakat bir eşcinselle evlenerek bu kararı vermiştir. Bu durum da onun “özgür” seçiminin getirdiği sorumluluğu kabul etmesi demektir. Mathieu ise özgürlüğü pahasına bu durumları yaşamış, çaresizliğin getirdiği sonuç neticesinde hırsızlık bile yapmıştır. Hatta başka bir kadına karşı duygusal hislerine de engel olamamıştır. O en başından beri bebeğin ve evliliğin özgürlüğüne zarar vereceğini düşünmekteydi. Fakat sonuç beklediği gibi olmadı. “Yalnızım ama eskisinden daha özgür değil” diyerek, aslında özgürlüğünün engellemesini herhangi bir olayın değil, özgürlüğünü kendisinin tükettiği sonucunu varıyor. İstediğini elde etmesine rağmen zafer kazandığını düşünmüyor. Ama Akıl Çağına gelmiştir…

  İnsanın tek bir özgürlüğü yoktur, seçimleri vardır. Sartre’ci anlamda düşündüğümüzde insan bu özgürlüğü kendisi inşa eder ve bu seçimlerin sonucuna katlanır, özgürleşme budur. Özgürlük, deneyimleme ve sonucuna katlanma olarak özgürleşmeye doğru evrilir. İşte Sartre’ın insan özgürlüğe mahkûm dediği durumda tam olarak budur.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: