İbrahim seneler evvel gelmişti bu küçük, şirin liman kasabasına. Tren garında kısım şefiydi, küçük ailesiyle beraber garın lojmanlarından birine yerleşmişti. Ölesiye bağlıydı kendisinin ve ailesinin ekmeğini veren bu gara. Çok severdi kara treni hele de hüzünlü düdüğünün sesini duydukça yüreğine tarif edemediği tuhaf bir duygu çökerdi. Bilemezdi elbet bu sesin, çok zaman sonra kendisi ve çocuğu arasında bilinen zaman mevhumunun ötesinde bir yerlerde bağ oluşturacağını. Seneler ve seneler sonra bu acı çığlığı duyduğu her vakit evladının yüreğine doğacaktı İbrahim hüzünle ve hasretle.

 

Hani bazıları vardır ya tüm varlıklarını gözlerini kırpmaksızın bir çırpıda feda ederler sevdikleri uğruna. İşte İbrahim öyle bir adamdı, o yüzden çok fazlaydı yüreğinin yükü. Kendine ait hayalleri, beklentileri ve umutları, her daim zihnine hücum eden; başkaları için yapmak zorunda olduğu şeylerin ağırlığıyla ufalanır, yok olurdu. Sonrasında tuhaf bir hüzün kaplardı yüreğini, içi acırdı ama sevdiklerine faydalı olduğunu gördükçe dağılıverirdi bu hüznün kara bulutları ruhundan ve tekrar doğardı güneşi. İnce ruhlu bir adamdı. O dönemin sosyal yapısı içerisinde diğer erkekler arasından duygusal ve derin yapısı ile sıyrılır hatta bazen bu durum hemcinsleri arasında dalga konusu bile olurdu.

 

Ailesi için maaşından arttırıp deniz kenarından küçük bir arsa satın almıştı. Heyecanla hemen hemen her öğle tatili garın çıkış kapısındaki simitçiden iki simit alır ve arsasına gider, yüzünde çocuksu bir berraklıkla bir yandan simitlerini ağır ağır yerken; bir yandan da evladı ve vefakâr karısı için yaptıracağı yuvasının hayalini kurardı: “Kapısı ne tarafa bakmalıydı bu yuvanın?” “Deniz tarafında olursa hastalanır mıydı yavrusu?” “Öbür tarafa yaptırsa kavrulurlar mıydı bu memleketin sıcağında?” “Yoksa sadece tek bir dış kapısı mı olmalıydı?” “Yok! Yok Olmazdı tek kapı. Yazın nasıl serinleyeceklerdi? Kaç oda olmalıydı? Mutfak ne tarafta, banyo ne tarafta olmalıydı?” Zihnini birbiri ardına meşgul eden bu ve bunun gibi birçok düşünce ile geçen öğle tatili sonunda, sarı renge boyanmış en fazla iki katlı, masalsı evlerden oluşan lojmanları ve kurumsal yapıları; bu yapıların arasına serpiştirilmiş palmiye ağaçları, kızıla çalan toprak rengi tahta kapıları ve pencere pervazları ile gar göz kırpardı ona.  Bu şirin masalsı yapılar, gerçekliğin acımasızlığı, boğuculuğu ve şaşmazlığından korunmak ve de inatla kendilerine has dünyalarından çıkmamak için küçük kiremit renkli çitlerle çevrilmişti sanki. Bu izlenimi daha da kuvvetlendirmek istercesine çitlerin üzerini canlı pembe çiçekleri ile begonviller dört bir yandan kucaklardı. Kızıl toprak zemin üzerinde çocuklar yalın ayakları ya da naylon terlikleri ile koşuşturur, bu koşuşturmacalardan korkan sokak kedileri can havliyle turuncu kiremitli lojmanların çatısına çıkar, ürkek bir şekilde onları izlerlerdi. Güneş batmaya yakın renklerin bir ton daha koyulaştığı, kızıla çalan koyu sarı ışık huzmelerinin yerlerini telaşla uzun gölgelere bıraktığı, yorgun kalabalıkların yavaş yavaş dağıldığı, serçelerin son cıvıltılarının git gide seyrekleşerek duyulduğu ve yerini ağustos böceği seslerine bıraktığı vakit, tuhaf bir hüzün çökerdi garın üzerine. Gizemli ağırlığıyla gece, tüm o tatlı sarı, kızıl ve pembe renkleri gümüş tozuna bulanmış ay ışığına batırır, bambaşka bir dünyaya çevirirdi her yeri. Kim bilir ne ayrılıklara, kavuşmalara, çaresizliklere, beklentilere, sevinçlere, hüzünlere ve öfkelere şahit olmuştu bu gar ve işte tüm bu duyguların birbiri içerisine girift bir şekilde geçmiş enerjileri sinmişti her bir tuğlaya, taşa, bitkiye, hayvana…Ve saat gece yarısını geçtiğinde tüm bu atmosferin iyiden iyiye altını çizmek istercesine kara tren acıyla haykırırdı son seferini haber vermek için. Lokomotifin yanında, gecenin puslu gümüş renginin kurşuni ağırlığı adeta üniformasına çökmüş hareket memuru, bir yandan hareket için düdüğünü üfler bir yandan da elindeki diskin yeşil ışıklı tarafını yukarı doğru kaldırırdı seferi başlatmak için. Ve bu son devinimle gar sabahın ilk ışıkları ile bir sonraki seferini beklemek üzere sessizliğe bürünürdü.

 

Gar İbrahim için ayrı bir dünya idi. Kendini burada masum, tozpembe, büyülü, hiçbir kötülüğün olmadığı bir hikâyenin kahramanlarından biri gibi görür, bazen akşam mesaisi bittiğinde garın dış kapısından adımını özellikle atar ve bu garın içerisinde çalıştığı ve yaşadığı için şükrederdi. İşte bu zamanlarda başka bir dünyaya geçmiş gibi hisseder; ürperir, ürker ve içini kendisinin de anlamlandıramadığı tuhaf bir huzursuzluk kaplardı. Sınırın dış tarafındaki bu başka dünyanın havasını ürkek bir kedi yavrusu gibi koklar, bisikletine binip evinin yolunu tutmadan önce, garın dış kapısının hemen yanındaki banka oturur, sardığı tütünün kağıdını yalayarak ıslatırken, belki de bu yabancı dünyanın çirkinliğini iç dünyasında bir kez daha pekiştirmek adına; sekiz katlı, yatakhaneden bozma terk edilmiş, çirkin, eski bir binayı, sigarasından derin derin nefesler çekerken seyre dalardı uzun uzun. Sıvaları dökülmüş; duvarları kılcal damarlar gibi kurumuş sevimsiz bir sarmaşıkla kaplanmış, içeriye berduşlar girmesin diye rastgele tahtalar çakılmış kırık dökük kapısının önünde, rüzgârdan şizofrenik bir ritimle salınan çirkin bir nar ağacını, anlamsız uzunluktaki balkonlarının ürkünç, kalın, siyah ve yer yer paslı demirlerini garip bir ürpermeyle incelerdi. Göğsünün sıkışıp, garip bir boşluk duygusunun tüm bedenini kapladığını hissettiği o dayanılmaz anda bisikletine hemen atlar, bir hışımla kendisini garın kapısından içeriye atar ve düşünceli bir şekilde yaşadığı evin yolunu tutardı. Evi uzaktan belirdiği vakit minik kızının dut ağacı altında belli belirsiz kıpırtısını gördüğü an yüreğini müthiş bir heyecan kaplar, pedallara daha bir hızla asılır, evinin bahçe kapısına varır varmaz kızını kucağına alır, ciğerlerini patlatırcasına kokusunu içine çekerdi. Kafasını kaldırıp evinin kapısına baktığında, yüzünde tatlı bir gülümsemeyle kendisine bakan karısının güzel gözleri ile karşı karşıya gelirdi.

 

Seneler sonra dişinden tırnağından artırdığı parasıyla deniz kenarından aldığı arsasına evini istediği gibi yaptırdı İbrahim ama içinde yaşamak nasip olmadı ona. Ölüm döşeğinde patlıcan yemeği çekmişti canı. Kızı Hatice kan ter içinde buruk bir sevinçle seslendi: “Anne! Aldım patlıcanı. Pişirelim hemen…” Karısı ağlayarak İbrahim’inin kuruyan dudaklarına pamukla su damlatırken, yatağın ayakucunda bekleyen Hatice’ye doğru kan çanağına dönmüş gözlerle baktı. Gözleri karşılaştığı vakit Hatice’nin kırılgan yüreğine bir kor düştü. Annesinin gözlerinde sönen son umut ışığının bıraktığı boşluktaki karanlığı görmüştü. Sonra döndü babasına Hatice, titreyen bir sesle “Baba getirdim patlıcanı…” Ama İbrahim tanımadı Hatice’yi “Kimsin?” dedi. Hatice onunla helalleşemedi doya doya bu yüzden de ömrünün sonuna kadar bir daha hiç patlıcan yemedi…

 

Daha kırkındaydı kötü hastalıktan toprağa girdiğinde İbrahim. Ailesi ve tanıdıkları –dertten ve üzüntüden gerçeğine kavuştu…- dediler ardından. Sonrasında senelerce ara sıra karısı ve evladının rüyasına tren yolunun kenarında gülümseyerek yürürken geldi. Karısının son rüyasına tren yolunun kenarından yürüyerek geldi yine İbrahim ama bu sefer bir şeyler farklıydı. Durup bakmadı her zaman yaptığı gibi, karısına doğru yürüdü ve ona sımsıkı sarıldı. Vefakâr eş anlattı Hatice’ye bu rüyasını: “Hatice kızım…babanı gördüm yine tren yolunda…Ama bu sefer ona sarıldım, sakalının kokusunu çektim içime…Hâla burnumda kokusu…” Hatice hisleri kuvvetli bir kadındı, içini tuhaf bir huzursuzluk ve endişe kapladı bu rüyayı dinlerken. Hissettiği duygu bu dünyaya ait değildi sanki. “Hayrolsun anne…” dedi boğazına çaput gibi dolanan kötü bir duyguyla. Hatice’nin annesi, İbrahim’in vefakâr karısı bu rüyadan iki gün sonra kavuştu ebedi hayat arkadaşına… 

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: