Çok iyi yalan söylerdim eskiden ben. Söylediğim yalanlar, kurduğum oyunlar, yaptığım tüm düzenbazlıktan sonra kendimle gurur duyardım. Aynanın karşısına geçtiğimde, trafik canavarı görselindeki gibi bir şey görürdüm. “İşte böyle terbiye ederim o ufacık beyinlerinizi” derdim kendimce tuş ettiğim insanların gıyabında.

Diğergamlık nedir bilmezdim. Bilirdim de işime gelmezdi o kadar iyi olmak. Kendimi es geçip başkasını düşünmek mi? Saçmalık! Devamlı merkeze kendimi koyardım. Bunu alenen yapamayacağım vaziyetlerde bile içten içe planımı kurar hep kendim için yontardım. Tencerede tüm tavuk haşlanmışsa but benim payım olmalıydı. Araba almaya gidilmişse test aracını ben test etmeliydim. Sorunlar bana anlatılmalı çözümler benden beklenmeliydi. Narsislikten dert yanmıyorum. Bunu sezdirmeden, içten pazarlık yaparak yürütmekten bahsediyorum.

Kopya çekilmişse ve yakalanmışsak; en sessiz, en masum, en son konuşan ben olmuşumdur hep. Herkes kendini aklamaya çabalarken, ben sessiz kalarak uslu çocuğu oynardım. Sonunda milli eğitimin güzide öğretmenlerini “kandırmışımdır” her defasında. Eğitimciler müstesna elbette! Ağırbaşlılıktan değil başıboşluktan sanıyordum.

Bunların hepsi epeyce böyle sürdü. Her alanda içeriye açılan bir kapı buldum ya da yaptım. İş hayatında anlaşma yaptığımız taraflardan birisiyle daha yakın oldum. Birilerinin kulağına kar suyu kaçırdım. Onlarlayken Sezen dinledim, onlardan ayrılınca İbo. İnsan kendisiyle baş başayken insan olabildiği kadar insandı çünkü bana göre. İster kumaş desinler ister kalite…

Hiç bilmedim hakmış, hukukmuş. Umurumda olmadı bu kepazeliğim. Kazanmak vardı işin ucunda. Genel olarak bir şeyi alt etmek, birisine karşı galip olmak, hiç düşmeden yürümeyi öğrenmek vardı aklımda.

Şapkamı önüme koyup bir defa dahi sormamışım kendime, “Nereye kadar?” diye.

Günlerden bir gün sinir bozucu bir ses ilişti kulağıma. Seri ve güçlü bir çizik sesi. Ardı ardına çizikler kulağımdan beynime akıyordu adeta. Normal şartlar altında böyle durumlardan sesten uzaklaşırım. Fakat ses itici olduğu kadar davetkârdı da. Binanın çevresinden dolaşan ve garaj katına inen havalandırma hattından geliyordu ses. Merakıma yenik düştüm. Havalandırmaya yaklaşıp kulak verdim.

Güçsüz, yorgun ve yardıma muhtaç bir kedinin tırmalama sesiymiş işittiğim. Benim onu fark ettiğimi anladı ya da sezmiş olacak ki, tırmalamayı bıraktı. Bir an için arkamı dönüp uzaklaştım. Belki 10-15 adım sonra, bende hiç olmadığını sandığım vicdanım diken olup ayağıma battı, öğretmenim olup kulağımı çekti, harami gibi önümü kesti ve beni geri dönmeye mecbur kıldı. Dönmemeye dönmezdim; ancak bu dürtü beni ele geçirmişti adeta. Havalandırma borularının yanındaki duvara oturup, seslere odaklandım. Kedinin sesi alışılmışın dışında geldi kulaklarıma. Çevreme bakındım. Beni deli sanacaktı insanlar. Neyse ki  gelen geçen yoktu.

  • Kedi… Kedi…
  • Miyav!

Kedi ile iletişime geçmiştim. Bana “Çok küçüğüm, açım, kimsesizim, burada çok üşüdüm. Her taraf karanlık ve buraya nasıl girdiysem bir türlü çıkamıyorum. Yardım et!” demişti. Bir miyavdan bunları nasılda çıkarmıştım?

İyilik yapmak bir yana, bunun için yorulmak, çabalamak, terlemek hiç benim kârım değildi. Zorsundum, erindim ve çevreme baktım tekrar. Kimsecikler yoktu. Sessiz sedasız gideyim diye düşünerek kalktım oturduğum yerden. Kedileri de bir türlü sevememiştim ya zaten şu yaşıma kadar. İnsan sevmeyen insanlar, kedi seviciliği yapıyorlardı. Kendi sahteliklerim gibi sahte buluyordum onları da. Hemen hepsi gösterişçiydiler bana göre. Malum, kişi karşısındakini kendisi gibi bilirmiş. Yavaş bir hamleyle, gidişimi kediye hissettirmeden bir adım attım; fakat tekrar miyavladı kedi.

O an Nietzsche’yi anladım. Panik atak nöbeti geçirtti o son miyavlaması bana. Bir kedinin yerine kendimi koyabileceğime kim inanırdı ki?

Konuşuyorsun, kimse anlamıyor. Karanlıktasın, açsın, üşümüşsün, yalnızsın, küçüksün, fark edilmeyi bekliyorsun. Fark edilemezsen, öleceksin…

Üzerimdeki ceketi çıkarttım. Yanımdan ayırmadığım çakımı, ceketimin cebinden alıp pantolonumun cebine koydum. Havalandırma hattının devamına ulaşmak için üzerinde oturduğum duvarın, kota inen yüksek kısmından aşağıya atladım. İskarpinlerim, topuklarımı dövdü. Nasıl tekrar yukarıya çıkacağımı düşünmeden yapmıştım bunu. Havalandırma saclarının birlerim yerlerinden birisine taktım çakımı. Biraz esnettim, kanırttım ve sacları birleşim yerinden bir karış kadar ayırdım. Telefonumun flaşını yakıp havalandırmadan içeriye soktum. Ağzımı da o boşluğa dayayıp seslemdim, “Pisi… Gel pisi pisi…”

Pisi çok korkmuş olacaktı ki hemen geldi. Tam da tahmin ettiğim gibi bir yavruydu bu. Gözleri karanlığa alışmış olacağından kocaman kocamandı. Temiz-pis demeden aldım kucağıma. Sanki ana kucağı, öyle bir sığındı ki bana. İçimde bir şeyler titredi. Ne oluyor bana diye düşündüm ama o an için duramazdım artık. Kediyi kucağımdan atmadım, ki bu benim için anormal bir durumdu.

Kemerimin üzerinde yukarıya doğru sıralanmış gömlek düğmelerimin ikisini açtım. Kedi hemen girdi içeriye. Düğmelerimi ilikledim. Yaşadığım sanki bir dış gebelikti. Abartıyor muydum acaba? Askerlikten kalma İtalyan çukuru deneyimimle karnımı sakınarak kendimi duvara çarptım ve duvarın üstüne attım ellerimi. Epeydir sporsuz kaldığımı fark ettim. Düştüm; ancak tüm derdim Pisi’nin zarar görmemesiydi. Birisi sesimi duyarda yardım eder diye de aklım çıkıyordu. İyilik yapmak bencillik ve hatta riyakârlık barındırır içinde. Kimselere pay edemezdim bu yardım faaliyetimi. O an karar vermiştim. Kedinin adı Pisi olacaktı.

Hızlanabilmek için birkaç adımlık mesafe buldum ve tekrar aynı usulle zıplayıp tutundum duvara. İskarpinlerim kayıyor diye çıkartmıştım. Yalın ayak, duvara patinaj yapmadan kendimi yukarıya çektim. Kaburgalarımı tutunduğum köşeye yaslayıp dizkapaklarımı dayadım son raddede. Karnımda Pisi hareketsiz ama heyecanlıydı. Kıçımın dışarıya yaptığı bombeden pantolonumun dikişleri de nasibini aldı o zaman. Dikiş yerinden açıldı kıymetli pantolonum. Şimdi çıkmıştık tam manasıyla yukarıya.

Karşımda dışbükey bir ayna vardı. Kendime baktım. Karnımda Pisi, gömleğim tozlanmış, diz kapaklarım yüzülmüş ve diz yerlerim yırtıklı, saçım başım bir hoş, ayaklarım yalın. Tabanlarıma batan şeyleri önemsemeden yalın ayak yürüdüm arabama kadar. Pisi hala karnımdaydı. O’nu kimseye göstermeyecektim, başardım da. İskarpinlerim, onca para verdiğim bir eşyamı nasıl da ardımda bırakmıştım. İyi birisi miydim acaba? Arabayı çalıştırdım, klimayı açtım. Pisi’yi yan koltuğun paspas kısmına koydum, klimayı da buraya yönlendirdim. Oracığa serildi, gözü benim üzerimdeydi. Doğruca Hasan Abime sürdüm. Hasan Abim veterinerdir.

Muayenesi yapıldı, yavruyken yapılması gereken aşıları tamamlandı, temizlendi.

  • Sokağa bırakacağın bir kedi için çok para harcadın, dedi alaycı bir gülümsemeyle.

Tabi adam benden böyle bir şey beklemiyordu. Halimi görenler bana garip garip bakıyorlardı. Yalın ayak sokakta gezecek adam değildim ben.

  • Sen yap abi gerekeni, sokakta sağlıksız kedi kalsın istemiyorum, deyiverdim.

Hasan Abimin kliniğinden mentollü kum, yatak, oyun topu, mama dolu bir torbayla çıktım. 2+1 daireme geldiğimde hiç bitkin hissetmiyordum kendimi. Pisi’nin yaşam alanını kurdum, sütünü ve mamasını koydum. Artık iki kişilik bir yaşamım vardı. İki demek, paylaşmak, düşünmek, alttan almak, feragat etmek demekti.

Şimdi eski benden utanarak yaşıyorsam da, yaptığım ve yapacağım reklamsız iyiliklerle geçmişimden özür diliyorum. Pisi’nin de en yakını, oyun arkadaşı olduğum için kendimle gurur duyuyorum.

O kadar karnımda taşımışım, evlat desem evlat gibi…

 

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Mercan Ergürbüz Öksüz

Çokkkk çooook güzel ve içten yazılmış, okurken inanılmaz zevk alarak okudum ve dışımdan seslendirerek okudum. Emeğinize, yüreğinize sağlık bu güzel, sıcak, samimi yazı için.

%d blogcu bunu beğendi: