Selda Bağcan yanılıyor olamazdı. Bulunduğumuz bu yerde yaprak döken yanlarımızın yanı sıra bir bahar bahçe gibi yemyeşil umut dolu yanlarımız da vardı içimizde. Gerçekten de öyledir değil mi..? Selda Bağcan gibi insanlar yalan söylemezdi çünkü. Dostum diye seslenirken şarkısını dinleyen herkese, bir yandan insanın yüzüne gerçeği vurup diğer yandan elini omzumuza koyarak “üzülme arkadaşım” derdi o. ”Üzülme arkadaşım yolun sonu ışık…“ Bu şarkıdan ve göstermiş olduğu samimiyetten cesaret almış olmalıyım ki yüreğime vaat edilmiş bu bahar bahçeyi aramaktayım uzun bir zamandır. Aradığım bahçeye tam olarak ne zaman erişeceğimin hiçbir işaretini göremediğim bu yıllar içerisinde ise başkalarının bahçelerine musallat olmaktan da geri durmadım desem yeridir. Ne tuhaf.. İnsan ait olduğu yeri henüz bulamamış olsa bile doğuştan gelen edinimleri sayesinde nereye ait olmadığını bir bakışta anlayabiliyor. Benim ise burnumun direğini sızlatan tek hayalimin, kendi diktiğim ağacın gölgesinde şöyle en keyiflisinden deliksiz bir uyku çekmek olduğu “naçizane kadın hayatımda” bahçemi henüz bulamasam bile şükürler olsun ki ait olduğum masayı yıllar öncesinde bulmuştum. Sanırım insan nereye ait olduğunu da ilk bakışta anlayabiliyormuş. Bana sorarsanız onlarca yıl boyunca o masanın etrafına eksiksiz toplanmayı başaran kadın komünümüz bir nevi pasif direnişimizin yıllar boyu tekrar eden bir tür eylem yapma şekliydi. Dünyaya yolunu bulmaya değil de ruhunu aramaya çıkmış sıradan kadınlardan oluşan o güzel masa öğretmişti bana mücadeleyle kavganın eş anlamlı olmadığını ve sarımsağın hemen hemen her mezeye çok yakıştığını…

Sessizliğin çöktüğü akşam saatlerinde, Heybeliada’da bir yokuşun üstündeki mavi kapılı o küçük evin bahçesine kurmuştuk bu kez soframızı. Masa etrafında toplanma anı gelene kadar mutfak ile bahçe arasında gerçekleşen kaos ve birbirimizin yaptığı mezeye müdahale etme çabalarımız Allah’a şükür sona ermişti. Hangi bardağın kime ait olduğunu belirlemek adına süründüğümüz bize en yakışan rujlarımız da yerini almıştı dudaklarımızda. Yasemin kokusunu anason kokusuna karıştırıp geceden sabaha, “tamamen sıradan hayatlarımızı” ve “basit hayallerimizi” kurtarmayı deneyecektik şimdi dış dünyanın dişlerinin arasından. Artık kendimiz olmaya ve kendimizi yeniden bulmaya sonuna kadar hazırdık. Anlatacak yeni bir şeyimiz olduğundan değil de aynı şeyleri yeniden anlatma içgüdüsüyle bir araya geldiğimiz bu gecelerde genelde ilk taşı en sarhoş olanımız atardı sofraya. Yine öyle oldu. Ondan aldığımız cesaretle bizde başladık eksik eteklerimizden taşlarımızı dökmeye birer birer. “Babamızı kendi içimizde bu sefer kesin olarak affettiğimizi, iş yerinde o arada sırada gördüğümüz adamdan içten içe hoşlandığımızı, aksi için yemin etmemize rağmen annemize benzemeye başladığımızı, yalnızlığın artık eskisinden daha sertçe saçlarımızdan çektiğini, faturaları yine ödeyemediğimizi, galiba onu artık eskisi gibi sevmediğimizi, artık bu şehre tahammülümüzün daha fazla kalmadığını, son geçirdiğimiz sinir krizini, zeytinyağlı pırasanın içine suyu çok sıcak koyarsak vitaminini öldüreceğimizi, sigarayı yine bırakma kararı aldığımızı, bu sefer kesin olarak düzenli terapi almaya başlayacağımızı ve pazartesi insan gibi muamele görmek adına patronumuzla konuşma kararı aldığımızı” bir dilek tutar gibi havaya savuruyorduk. Masadan aldığımız yetkiye dayanarak aldığımız yarayı da bizi tutkuyla yakan o hazları da hiç utanmadan paylaşıyorduk ve bu akşam yeniden fark ediyordum ki birilerinin düşündüğünün aksine yüksek sesle kahkaha atmak bize cidden çok ama çok yakışıyordu.

 İtirafların ve sitemlerin sonundaki sessizlik yavaş yavaş yerini Umay Umay’a bırakırken ve herkes dönen başını bir yere dayamışken, masadan sessizce uzaklaşıp bu sefer henüz tanışmadığım sevgilime yine mektup yazmaya başlıyorum bir köşede.

 “Tüm insanlık bir araya gelip her gün nasıl bir kadın olmam gerektiğinin öğüdünü veriyor sevgilim, artık boğuluyorum… Bir projeymişim gibi “ideal kadının” hangi özelliklere sahip olduğunu anlatıyorlar her Allah’ın günü. Ne yapsam, ne kadar güçlü ve başarılı olsam, ne kadar idealist ve güzel olsam da asla yeterli olamayacak, günün sonunda sanki tüm dünyanın yüzünü yere eğecekmişim gibi hissediyorum. Karşımda gerçekten özgüvenli olduğuma, kendimi çok sevdiğime ve kimseye ihtiyacım olmadığına inandırmam gereken koskoca bir dünya ve binlerce yıllık insanlık tarihi varken ben ise ola ola sadece sıradan bir kadın oluverdim.  Gerçi boş versene, Zeus’u gökten indirip savaş açsam üstüne bir de bu savaşı kazansam yine de gözlerine giremezdim. Sevgilim ben anladım artık gerçekleri. Sevmeyelim istiyorlar birbirimizi. Hevesimizi yüreğimize gömüp onlar gibi donuk bakışlarla ve kırılmaz, onarılmaz ön yargılarla yaşayalım istiyorlar. Birbirimizi gördüğümüzde yüreklerimiz aşkla çarpmasın, heyecanla oturup buluşmayı, öpüşmeyi beklemeyelim istiyorlar. Ne kadar anlatsak da inandıramıyoruz onları içimizdekilerin samimiyetine. Basitliğin ve sıradanlığın aslında karşı konulamayan zarafetine… Görmüyor musun sevmeyi kadında güçsüzlük, erkekte ise zaafına yenik düşmek olarak lanse eden bu dünyada içimizden geldiği gibi artık çiçek bile toplayıp veremiyoruz birbirimize. Mutlaka biri kafasını uzatıp sonsuz derecede haklıymış gibi hatta neredeyse delirmiş gibi yargılamaya başlıyor bizi. Aklımızdan bile geçiremiyoruz her şeyi bir yana bırakıp beklentisizce sevmeyi. Bize öğretmek istedikleri bu safsataları sen sakın belleme e mi? “ Mektubumu katlayıp çakmakla ucunu yakarken engel olamıyorum göğsümden  çıkan ve birazdan masada dalmış olan herkesi yerinden zıplatacak o fazla modern ve saçma sitemime.  

“Sevgilim inanma sen dünyaya, bizi kategorize etmek istiyorlar.”

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: