Annemin bize çok önemli bir nasihati vardı. “Oğlum sakın vardiyalı bir işte çalışmayın” derdi. “Ben babanızdan biliyorum, çok zor.” Babam uçak teknisyeniydi. Zamanın en havalı mesleklerinden ama gecesi gündüzü, bayramı seyranı yok, her iki günde bir vardiyası değişiyor. Sabah yedide gidip üçte geliyor, üçte gidip on birde geliyor, on birde gidip sabah yedide geliyor sonra da iki gün izin yapıp bu döngüyü sonsuza dek devam ettiriyordu. Vücut hangi vardiyaya alışacağını anladığı an bir sonraki vardiya başlıyordu.

O gün babamın üçte gidip on birde geleceği bir gündü. Kimse uyumamıştı, camda bekliyorduk. Çünkü babam araba almıştı.

A – RA – BA !

Akşam bekleyin yeni arabayla geleceğim dedi. Bizi aldı bir heyecan. Doksanlı yıllar, en büyük eğlencemiz sabahtan akşama kadar aşağıda top peşinde koşmak. Nasıl heyecanlandık. Camda yolunu gözlüyoruz. Bir cama üç kişi sığmaya çalışıyoruz, ben Erhan’ı öbür cama itiyorum falan. İtiş kakış, vakit geldi. Saat on bir oldu, babam yok, onbir buçuk, hala yok, on iki, hala yok. Bir taraftan da sokağın üst tarafında bir kalabalık toplanıyor, apartmanlardan birileri iniyor aşağıya, Allah Allah diyoruz ama hala babamı bekliyoruz. “Hadi hep beraber, bir iki üç” diye sesler geliyor. Uzakta olduğu için göremiyoruz ama belli ki birileri mahalli duygulara oynuyor, toplu bir yardımlaşma var. On iki buçuk, babam yok hala. Bir anda bir ses geliyor “haydi çıktı çıktı çıktı”

O yıllarda cep telefonu yok tabi. Buluşmanın altın kuralı, söylediğin yerde bekleyeceksin.

Kuralı deldik, indik aşağı. Bu merak ve sabır bizim aile için fazla.

Biraz yukarı yürüdük, belediye yola yeni bir çukur kazmış. Önlem de yok tabi o yıllar, biri düşünce hep beraber gidip çıkarıyorsun. Macera oluyor. Gariban eski model bir araba da bir tekerini içine düşürmüş çukurun. Millet de onu çıkarmanın peşinde seferber olmuş. Ulan bu araba zaten buraya kadar nasıl gelmiş ki derken bir baktım şoför koltuğunda babam bağırdı, “hadi çıktı çıktı”

Çıktı mı?

Araba çukurdan çıktı, babam herkese teşekkür etti, bizi gördü, “hadi binin“ dedi.

“Hilmi bu ne?” dedi annem. Haliyle araba olduğunu anlayamadı kadın. Mutfak robotu bile daha teknolojik kaldı bunun yanında.

Opel dedi babam. Kaç model diye soracaktım ama korktum. 1959 model dedi babam benim suratımdaki alık ifadeyi görerek.

1959 mu?

Marilyn Monroe daha ölmemiş o yıllarda siz düşünün.

1959 model bir Opel Rekord. Belden üstü fosforlu yeşil, altı beyaz. Tavan da beyaz. Herhalde tasarımı yapan mühendis eline fırçayı alıp bazı yerleri kafasına göre boyadı diye düşündüm.

“Ee baba bunun vitesi yok?”

“Var oğlum, direksiyonun yanında.”

Koldan vitesli, hem de üç vitesli. Bisiklet gibi.

Altı volt ile çalışıyor farlar. Normal bir araba on iki volttur hatta yirmi dört olanları da vardır. Farları nezaketen koymuşlar diye düşünebilirsiniz. Yani yapan adam demiş ki o kadar araba yaptık far da mı koymayalım?

Farların etrafı nikelaj yuvarlak bir çerçeve ile çevrili, tamponlar da aynı şekilde parlak yuvarlak nikelaj. Arabanın önünde sanki araba konuşuyor havası veren bir yuvarlak ızgara da var. Yani far, tampon ve ızgaraya baktığınızda bunun kocaman bir yüz olduğunu haya etmeniz kadar doğal bir şey yok.

“Ee baba bunun el freni yok?”

Elimde değildi, arabayı normal diğer arabalarla kıyaslıyordum. Olmayan blr şey olunca da babama uzaylı gibi sorular soruyordum.

“El freni şoför koltuğunun solundaki düğme, bak silecek suyunu da ayakla pompalıyorsun.”

Her duyduğum şeyde bu içinde olduğum şeyin araba olmadığına ben de annem gibi inanmaya başlamıştım.

Dikiz aynalarını sağdan soldan değil ön camdan görebiliyorsun. Dikiz aynalarını dikizliyorsun yani.

Ya bir insanın babası araba alacağım deyince biz de o yılların piyasa arabalarından Tofaş ya da Renault bekliyoruz tabi. Doğan’dır, Broadway’dir beklentiye giriyoruz.

Tamam Mercedes, BMW’de yok listemizde, yorganımızın boyutunu da biliyoruz ama ben eminim ne Erhan ne annem ne de ben babamın arabadan kastettiği şeyin bir klasik otomobil olduğunu düşünmemiştik.

“Hilmi bu Herbiel dedi annem. İzlediği filmin etkisi ya da tamponun üstünde ağıza benzeyen ızgaradan olacak ki kadın bu arabanın konuşması gerektiğine inandı. Gideceğine inanmadığı apaçıktı.

Kadın da haklı, Karaşimşek koyacak hali yok. Evin şişman çocuğuydu bizimki.

Adı Herbie oldu. İlk başta şoka girsek de çok sevdik biz Herbie’yi. Annem hediye bile yaptı kendisine. O dönemlerde bir kadının sevdiği bir şey ya da kişi için yapabileceği tek şey örgü örmekti. Annem de arabaya kazak öremeyeceği için örgü ile bir yeşil kırmızı karpuz ördü ve arka camın önüne koydu. Neden bir karpuz ördü? Bu annemle ilgili hala bilmediğim bir çok sorudan biri.

Sonra o kadar ısındı ki, “Hilmi bana kullanmayı öğretsene şunu” dedi bir gün.

Ertesi sabah babamın izin günüydü, çıktık beraber Aksa Cami’nin yanındaki boş arsaya gittik. Annem şoför koltuğuna oturdu. Babam tek tek anlatırken ben de arka koltuktan hepsini ezberledim. Bıraksalar kullanacaktım Herbie’yi. Annem o gün üç vitesli bir araba kullandı. Biz de her geçen gün ailecek çok sevdik onu. Pikniklere gittik, akraba ziyaretlerine gittik, yağmurlarda çamurlarda kullandık. Bizi hiç yolda bırakmadı Herbie. Ben eminim farlarını bile daha fazla yanması için zorluyordu bazı günlerde.

O zamanın parasıyla yirmi sekiz milyona almıştı babam Herbie’yi.

Yaklaşık iki yıl bizimle kaldı. Bir sürü arabamız olmuştu ama onun yeri başkaydı.

Sonra satıldı Herbie. Neden bilmiyorum ama öyle olması gerekti bir gün satıldı. Alman markalı Amerikan filmi Yenibosna’da kısa bir süreliğine hayat buldu sonra da alkışlarla salonu terketti.

Bugün düşündüğümde iyi ki almışsın be baba diyorum . İyi ki hayatımıza farklı şeyler girdiğinde nasıl da güzel hatıraların ortaya çıktığını göstermişsin.

Plakası 34 AZ 078 . Duyan gören olursa haber etsin, sahibi Herbie’yi satmaz belki ama annemin karpuzu alalım en azından.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: