Annem, sabahları işe gitmeden odaya beni uyandırmaya gelir. Göz kapaklarımı aralar, bir müddet uyuyor numarası yaparım. Günün en sevdiğim anı; bu kısacık zaman dilimidir. Ben bu numaralarla,  onu daha uzun süre odam da tutmaya çalışırken, o, aynanın karşısında durur, bir taraftan ruhumu okşayan sevgi sözcükleri mırıldanır öte yandan o sözcüklerin döküldüğü kalın dudaklara ruj çeker. Çaktırmadan onu izlerim bir süre; odayı dolduran kokusunu içime çekerken,  büyük annemin sürekli iyilikle bahsettiği Allah’ın da böyle güzel kokup kokmadığını düşünürüm. Ben bu düşüncelerle meşgul iken, o,  “Hadi! Uyan artık!” der, işini bitirip makyaj malzemelerini çantasına koyarken. “İşe geç kalıyorum.”

 

Bu sözler, günün en güzel anının sonuna gelindiğinin habercisidir. Biraz daha direnir, numaralarımı bir üst boyuta taşırım: Yalandan yere öksürüp “Kendimi çok halsiz hissediyorum. Ateşim var galiba…” derim. Fayda etmez. El ayasının dışıyla hızlıca alnımı yoklar “bir şeyciğin yok” der. “Baban yarım saattir kahvaltı için seni bekliyor, hadi kaldır kıçını!”

 

Öfkeyle doğrulurum yataktan; ama bu öfke anneme karşı verdiğim yatak mağlubiyetinden değil, mutfakta tekerlekli sandalyeye bağımlı olan ve kahvaltı yapmak için bana muhtaç olan bir ihtiyarın beklemesinden kaynaklı. Geçen yıl, geçirdiği trafik kazası nedeniyle neredeyse 20 yıl yaşlanan ve tekerlekli sandalyeye mahkûm olan zavallı bir ihtiyar! Annem, hiç olmazsa tanıdıkların yanında bu ihtiyara baba demem için beni tembihliyor.

 

Kaza sonrası, annemin tabiri ile söylüyorum; babamı hastaneye kaldırdıkları zaman psikolojimde derin travmalar yaratmasın diye kazadan beni bir hayli uzak tutmaya çalışmışlardı. Hastanenin gümüş renkli bekleme koltuklarında büyük annemle otururken, ıslak gözleriyle ellerimi avuçlarına almış, saçlarımı okşuyordu. Etrafa bir telaş, bir panik havası hâkim idi. Hayatımda hiç görmediğim, daha sonra konuşulanlardan akrabamız olduğu anlaşılan yığınla insan gidip geliyordu. Hasta ziyaretine gelen kadınların neredeyse tümü yüzümü avucuna alıyor, bir şeyler söyleyemeden gözleri doluyor ve babamın akıbetini öğrenmek için hızla yanımızdan ayrılıyorlardı. Kimsenin bir şeyler söylediği yoktu, o akşam sözcüksüz anlaşıyordu herkes.

 

Fakat kısa bir süre sonra, iletişimin bu kusursuz örneğini oluşturan nadide sessizlik, şu sahneyle bölündü: Babamın yattığı odadan çıkan ve konuşmasından baş cerrah olduğu anlaşılan kel kafalı bir doktor, kapı önündeki kalabalığa “Hiç umutlanmayın, kafatasında büyük çatlaklar var!” dedi ve muhtemelen diğer hasta yakınlarına felaket haberleri götürmeye gitti. Doktorlar böyledirler: Meslek icabı çoğunun yüreği taş kesmiştir. Onlara göre ölüm haberi vermek ile akşam eve geç döneceğini haber vermek arasında pek bir fark yoktur. Hatta çapkın olanları için ikincisi daha güç bir durumdur.

 

Babam, uzun bir süre hastanede yaşam mücadelesi verdi. Geçen süre zarfında annem dışında kimsenin yaşayacağına dair umudu kalmamış, hattı bazı çevreler tarafından çoktan unutulmuştu bile. Annem de elde avuçta ne var ne yok hepsini bir bir satıyor, hastane masraflarına yatırıyordu. Üstelik yetmiyor, gece geç saatlere kadar çalışıp duruyordu. Gündüzleri bakıcılığımı üstlenmek üzere beni de büyükanneme teslim etmeye başlamıştı. Büyükannem ile günlerim çok sıkıcı geçiyordu. Hafta da bir pazara, hafta da bir güne, hafta da bir babamın ziyaretine gidiyorduk. Hepsinin de günü belliydi. Programlanmış bir robot gibiydi sanki büyükannem. Kendisine bıraktığı tek açık alan ise sabah uyandığında akşama ne pişirsem sorusunun yanıtıydı. Bir hâkim titizliğiyle ne pişireceğine karar verdikten sonra malzemelerini televizyonun karşısına alır,  “Gözümün dibinden ayrılma!” diye beni sıkıca tembihlerdi. Çaresizce onunla oturur,  akşama kadar televizyonun başında pineklerdim.

 

 

O soluk mavi, çift kapılı, levhasında yoğun bakım yazan yerde aylarca yattıktan sonra nihayet taburcu ettiler babamı. Annemle birlikte onu kapı eşiğinde, tekerlekli sandalyede görünce tanıyamadım ilkin. Yüzü çökmüş, yuvalarına kaçan gözleriyle bomboş bana bakıyordu. İrkildim, daha sonra büyük annemin eteğini çekiştirip “Kim bu ihtiyar?” diye sordum ama yanıt alamadım. Beni umursadığı yoktu kimsenin… Büyük bir itinayla koluna girilen ihtiyarı yatak odasına taşıdılar ve böylece sonradan babam olduğuna zorla ikna edildiğim ihtiyara bakıcılık serüvenim başlamış oldu.

 

 

Neredeyse her gün, rüyalarımın en güzel yerinde, ihtiyarın kahvaltısına yardımcı olmak için annem beni uyandırıyordu. Bir süre sonra bu durum, dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Komşu çocuklarının büyük bir çalımla bahsettiği okulun özlemini çekmeye başlamıştım. Bir an önce 7 yaşıma basıp okula gitmenin hayallerini kuruyordum: Bir sırt çantası, içi rengârenk boyama kalemleriyle dolu olan kalemlik, boyama kitapları, gıcır gıcır ayakkabılar, üniformalar… Öte yandan yine komşu ebeveynlerin anneme aktardığı sinirli öğretmenler, zırlayan, altına kaçıran çocukları düşününce mideme bir ağrı saplanıyordu. Böyle olmayacaktı anlaşılan, okul çözüm değildi. Bir yolunu bulup kurtulmalıydım bu ihtiyardan. Annem gibi ömrümün baharını feda etmeye hiç niyetim yoktu. Zavallı kadın! Her sabah büyük bir istek ve heyecanla uyanır, gece geç saatlere kadar çalıştıktan sonra canı burnunda eve gelirdi. Yine de yüzünden gülümsemesi hiç eksik olmazdı. Kim bilir, iş yerinde o kötü patronlar ona nasıl davranıyordu? Akşama kadar onu hiç oturtmadan çalıştırıyorlardı belki de. Türlü türlü azarlara göğüs gerip bize yansıtmıyor olmalıydı. Kim için peki? Vücudu her gün yeni bir hastalık üreten, sağlığında bile bu kadına huzur vermeyen beş paralık bir ihtiyar için! Onu öldürüp bu kadının çektiği işkencelere bir son vermeliydim. Evet, evet anneme bu iyiliği yapmalıydım.  Zaten iyileşeceği de yoktu, her geçen gün vücudu yeni bir hastalık üretip ilaç masraflarını arttırıyordu. Son doktor muayenesinde bile alzheimer tanısı konulmuştu.

 

            Teşhisin konulduğu günün akşamına doğru salonda uzanmış cinayetin ayrıntıları üzerine düşünüyordum. Ansızın içeri tekerlekli sandalyesiyle girdi. “Telefonumu bulamıyorum… Saatimi bulamıyorum… Gün geçtikçe belleğimi yitiriyorum.” diye bağırdı.

 

Oralı olmadım. Gözlerini birkaç saniye üzerimde gezdirdi, kayıtsız kalmakta ısrarcı olduğumu fark edince, “Aptal çocuk!” diye gürledi. Burnundan soluyup sandalyenin tekerleklerine asıldığı gibi çıktı salondan. Hemen arkasından annem arayıp mesaiye kalacağını söyledi. İhtiyarın ilaçları gün geçtikçe artıyordu, bu da anneme fazladan birkaç saat mesai, bana da ihtiyarla baş başa geçirilen birkaç sıkıcı saat olarak yansıyordu. 

 

Yatıya doğru mutfağa su almaya gittim. Annem henüz gelmemişti. İhtiyar da uyumak için son hazırlıklarını yapıyordu. Hazırlığını bitirince yatak odasına kadar ona eşlik ettim. Yatağa oturunca sırtında çıkan uru gösterdi bana ve “Kanser oluyorum galiba” dedi.

 

“Doktora gösterdin mi?” diye sordum.

 

“Gösterdim,” dedi. “Plastik cerraha gidip aldırmamı söylediler”

 

Bu sefer de, “Hafızan ne durumda?” diye sordum. “Zayıf” diye yanıtladı. Benden istediği bir şey olup olmadığını sordum ve balkona hava almaya çıktım.

 

 

Gökyüzü berrak, hava da asılı duran yıldızlar pırıl pırıldı. O an ki atmosfer, insanın içini mutlak bir yaşam sevinciyle doldurmakla kalmayıp geleceğe dair iyi şeyler düşündürtüyordu. Fakat tüm bu havaya rağmen, ihtiyarın sırtındaki ur hüzne boğmuştu beni. Çünkü öylesine sıradan, öylesine önemsiz bir haber veriyormuş gibi söylemişti ki bu sözleri… İçimi bir acıma duygusu kaplamış, kendimi apar topar balkona atmıştım. Şimdi bütün güzelliğiyle o havayı ciğerlerime hapsedip kendimi balkondan yavaşça aşağı bırakmak ve o yıldızlar gibi hava da asılı kalmak istiyordum…

 

Balkondan hole dönünce yatak odasının kapısını araladım. İhtiyar sırt üstü uzanmış, iki eli göbeğinde, gırtlağından hırıltılar çıkıyordu. Biraz daha huysuzlaştı bugünlerde, hafızasını toplayamıyor; bazen beni çıkarması için saatlerce bekliyorum yanı başında. Hatırladığı zaman da, “En küçük oğlum Tahsin değil misin sen?” diye soruyor. “Senin zaten tek bir oğlun var, o da benim” diyorum. Susup boş gözlerle bana bakıyor. “Başka haltlar karıştırmadıysan tabii” diye ekliyorum. “Biraz dinlensem iyi olacak.” diyor. Işığı kapatıp hızla ayrılıyorum yanından.

 

Bazı geceler uyanıyor, sağa sola anlamsız birkaç küfür savuruyor, boşluktaki karanlıktan umduğu cevabı alamayınca da tekrar yatağın kenarına kıvrılıyordu. Bazı gecelerde ise bağırarak türküler söylüyor; komşular rahatsız bu durumdan, sabah erkenden işe gideceklermiş. Bir keresinde yönetici olacak pezevenk! Tüm apartman sakinlerini arkasına toplayıp dayanmıştı kapımıza. “Yeter!” demişti. “Biz sizi anladık, siz de bizi anlayın! Bir daha o ihtiyarın zırıltısını duyacak olursak suç duyurusunda bulunacağız!”

 

Üstelik tehditkâr bir tavırla söylemiş, işaret parmağını sallamayı da ihmal etmemişti. O sallanan işaret parmağını unutamıyorum. Annemin yönetici karşısındaki çaresizliğini unutamıyorum. İhtiyarın her gece yatak odasında sırt üstü uzanırken ki çıkardığı hırıltıları unutamıyorum. Gözlerimi kapattığım her an canlanıyor zihnimde.

 

Saat şimdi yirmi üçü beş geçiyor. İhtiyarın çıkardığı hırıltılar dindi. Ölüm uykusuna yatmış gibi kaskatı duruyor yatağın ucunda. Cinayet işleyemeye müsait bir hava. İhtiyara acımamalı ve olabildiğince duygularımı kontrol altına almalıydım. Annemin çektiği sıkıntıları düşünerek kendimi cesaretlendirmeye çalıştım. Ama olmadı. Bana aldığı akülü arabanın fotoğrafı da karışıyordu anıların arasına. Kafam karışıyordu… Fakat herkes için doğru olanı buydu: Hatta o yönetici olacak pezevenk için bile… Bu sefer de sağlığında anneme attığı dayakları gözümün önüne getirmeye çalıştım, yine olmadı. Anneme hiç fiziksel şiddet uygulamamıştı çünkü. Ama bağırdığı çok olmuştu. O anlardan birini getiriyorum gözümün önüne, sinirleniyorum; başının altındaki yastığı çıkarıp yüzüne bastırmak istiyorum. Ölmeden yahut yarım kalan hafızasını yitirmeden anneme niçin psikolojik işkenceler ettiğini suratına haykırmak istiyorum. Daha sonra karanlığın içinden, “Kim var orada?” diye kesik bir ses işitiyorum.  Koşarak gidiyorum yanına, “Daha uyumadın mı sen” diyor. “Uyumadım” diyorum.  “Beni hatırladın mı?” diye soruyorum. “En küçük oğlum Tahsin değil misin sen” diyor. “Evet, en küçük oğlun Tahsin” diyorum.

Sarılıyoruz.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: