Hazan yağmurunda buğulu gözlüklerimle taş duvar kaplı evimden çıkarken çakıl taşlarına teğet geçen çiviyle sabitlediğim plastik ayakkabım canımı yakıyordu. Yağmur çakıl taşları üzerinde yaydığı kokuyla beraber bir toz cümbüşünü de beraberinde getirmişti. Yağmurun şiddeti artınca saman kaplı ahırda uyurken bulmuştum kendimi. Evden epey uzaklaşmıştım belli ki. Yağmurun sıcak toprakla buluşmasıyla ortaya çıkan kadife koku buram buram sarmalamıştı yeryüzünü. Doğrusu bu koku açlığımı da tetiklemiş olmalı ki uyanır uyanmaz koşar adımla evin yolunu tutmuştum arkamda saymakta güçlük çektiğim koyun sürüsüyle ilerlerken. Eve varmanın mutluluğu ve görevimi tamamlamanın gururu ile avluda belirir, annemin sağlık ve iyilik dualarını alır, gün içerisinde bana ayrılan vazifenin ödülünü ekmeğe sürdüğüm salçanın ağzımda bıraktığı nefis tatla tamamlardım. Hava pastırma yazını andıran sıcaklarda işimi hayli zorlaştırırdı ama serin olduğunda işim yaver gider mutluluk içinde koyunları otlatır bolca iyilik toplardım. Evde altı ablamın ve dört kardeşimin sesleri yankılanıyordu pencere pervazını titreştirirken. Ne olduğuna hâlâ anlam veremediğim iş savaşı onlar için hayatın tek inceliğiydi. Monoton bir ritimde saydığım günler stabil ruhlarla güne sığdırıyordu kendini işleri tamamladığımızda. Gece işler bitince ise köy muhtarının yaz aylarında damın üstüne kurduğu siyah beyaz kuklalar şöleni yaz aylarını anlamlı kılan tek şeydi. Büyümenin kayıtsızlığı karşısında hep çocuk kalacak ruhumuz neşe saçarken kaderimizin acı busesi altında yatan anları biriktiriyormuşuz meğer. Kaderin acı okları yüreğimi deşerken biriktirdiğim anıların gözyaşları bana derman olurken anlamıştım. Başta çocuk kimliğim üstün bir gayretle üstümü örterken anlamamıştım sonra anladım canım çok yanmıştı.

  Yaşadığım coğrafyanın kanayan yarasıydım nesiller boyu bizlere anlatılan efsaneye bir figüran giyerken. Bana da bir kılıf giydirilmişti. Doğduktan hemen sonra ritüelde boy gösterilmiştim. Annemin bana anlatacak mutlu masalları hiç olmamıştı çünkü anlatacak masalı yoktu. On dört yaşındayken gözlerini açamadığı dilini bilmediği konuşmaktan çekindiği bir dünyada buluvermişti kendini hal böyleyken bana masal anlatmasını nasıl isteyebilirdim ki ona da anlatmamışlardı nasılsa. On yaşımdan beri kendi yağımda kavruluyordum. Kendi kimliğimi bulma yolunda atmam gereken adımlar vardı. Okulda çok başarılı bir öğrenciyken okuldan alınmıştım hülyalı gözlerle geleceğe İspanyol kırmızı gözlerimle bakarken. Bana biçilen dünyanın eylemleri gerçekleşiyordu. Umutsuzluklar ülkesinde parlamayı bekleyen bir yıldızın hikayesiydi benimkisi. Anlaşılamamak, imkansızlar geçidinde umut aramak ve geleceği düşlemek benim gibilere verilmemişti. Kayıtsızlığımın boyunduruğu altında sakladım ben de kendimi bana biçilen role hazırlanırken. Ben ve benim yolumda kayan yıldızların bir hikayesi vardı elbet fakat başkaları tarafından bizlere komut verilen ve yönetilen bir hikayeydi. O hikayeyi okumaya gücüm var mıydı. Olması gerekiyordu. Büyüyordum. İşin ilginç tarafı büyüdükçe daha çok acı çekiyordum. Gerçekler ve içimde büyüttüğüm dünyanın zıtlıkları ve imkansızlıkları içerisinde ilmik ilmik dokuduğum acılar bir hüzün yumağına bürünmüştü. Bir şeylerin değişmesi gerektiğine inanıyor ne yazık ki bunun için çaba sarf edemiyordum. Bir şeyler yapmalıyım. Eğer içimde büyüttüğüm dünyaya kapı deliğinden bakmak yerine tokmağı oynatsaydım bir şeylerin değişeceğini biliyordum.   Günler aylar ve yıllar birbirini kovalarken bende hayallerimi kovalıyordum hayatın her gerçeği yüzüme her tokat atışında. Ben bir şeyler olmasını bekliyor o kapının kendiliğinden açılmasını bekliyordum ama o kapıyı açan olmuyordu. Ben de bahaneler ülkesine sığınan bir limanda kendime bir yer ediniyordum. Ta ki köyde yeni bir gelişme yaşanana kadar.

   Hiçbir zaman kendime anlam veremeyeceğim ve nasıl olduğunu bilemeyeceğim bir şeyler olmuştu. Birden annemin ilmek ilmek dokuduğumuz kanaviçelerle kazandığı parayla satın aldığı ve hiç kimsenin elini bile sürmesine izin vermediği bir hazinede bulmuştum kendimi. Dikiş makinası. O kadar güzel ve yüce bir şeydi ki kendimi annemin her boşluğunda üzerinde buluyordum ona tıpkı bir ata tırmanırken yaşadığım korku ve heyecanla sarılıyor okşuyor her pedalını çevirdiğimde kendimi bambaşka diyarlarda hissedeceğim diyarlarda buluyordum. Bu mükemmel bir histi. Ona binince kendimi harika hissediyordum. İçimde büyüttüğüm dünyaya rüzgâr oluyor kapının usulca açıldığını hissediyordum. Bu inanılmaz şey rüyalarıma giriyor kendimi üstünde başka biri gibi hissediyordum. Anneme asla yakalanmamalıydım, beni böylesi güzel bir rüyadan uyandırmasına asla izin vermemeliydim. Bunca zamandır ben uyumamıştım. Göz kapaklarımın her pedalı çevirişimdeki heyecanın titreyişiyle anlamıştım. Annem her evden çıkışında kardeşimi tembihler atımı dizginler binerdim üstüne. Daha sonraları öğreneceğim o zamanlar adını hiç duymadığım bir kelimenin tam anlam bulmasıydı üstünde koşturduğum makinam. Özgürlük. Evet ona binince kendimi özgür hissediyordum. Kerpiç duvarlar ve üst üste duran makara ipler bana bir dünya sunmuştu atımla koştururken. Bulmuştum. Kendimi tam anlamıyla bulmuştum. Ben Atina binince içimde büyüttüğüm dünya sihir tozlarını etrafa saçıyor pedallardan çıkan ses hayatımın şarkısını söylüyordu sanki. Ben böylesi at koştururken bir haziran sabahı anneme yakalanmıştım. Beni atımdan çekiştirip bana attığı bir tokatla gerçek dünyada bulmuştum kendimi. Yanmıştım. Şimdi ne yapacaktım. Üstelik bilmeden kullandığım makinanın kayışını koparmam felaketim olmuştu. Annemin de bazen kaçıp kendini iyi hissettiği dünyası başına yıkılmıştı. Benim de yıkılmıştı tabii ama o bunu bilmiyordu. Beni öylece bırakmadı tabi iyicene başladı ve büyülü dünyamın kapısının bile önünden geçemeyeceğim bir ceza vermişti. Çok kötü hissediyordum. Ama bir şeyler bulmanın umuduyla kendimi attığım avluda karton parçalarıyla kendi makinamı yapmaya koyulmuştum. Yapmıştım her ne kadar gerçek bir makinaya benzemese de. En azından binebileceğim bir atım vardı. Hiç yoktan iyiydi. Ben atımla gezinirken hayat bana asla tahmin edemeyeceğim bir hediye vermişti. Okulda yaz kursu adı altında Halk Eğitim Merkezinin düzenlemiş olduğu dikiş nakış kursu açılmıştı. Hayat bana güzel bir armağan vermişti her gün yüreklice üstüne bindiğim atıma bu defa hiç kimse karışmayacaktı. Her gün ona biniyor içimde büyüttüğüm dünyanın içine giriyor harika manzaralar sunan rengarenk çiçekler ve masmavi gökyüzünün olduğu eserler yapıyordum. En geç saate kadar atımla vakit geçiriyor, atımı tımar ediyor öyle evin yolunu tutuyordum. Karar vermiştim ben bu attan hiç inmek istemiyordum. Bana umut veren, ruhuma cesaret veren ve kanatlarını özgürce çırpan bu atımı asla bırakamazdım çünkü onla bir bütün olmuştum bir kere. Yaz kursu bitmişti. Ben atımdan inmek istemiyordum, bunu anlayan hocam bana şehirde başka bir kurs imkânı sunmuştu hem de sertifikalı. Babamdan başta izin almam zor olsa da gitmeliydim. Hiçbir şey ve hiç kimse beni atımdan ayıramazdı. Şehirdeki kurs bambaşkaydı tabi her gün başka dünyalara ev sahipliği yapan eserlerim hocaların dilinde dolanıyor olmuştu. Atım beni harika maceralara ışınlıyordu birlikte çok güzel işlere imza atacağımızı biliyordum.

   Bir gün yine her zamanki heyecan ve umut dolu bakışlarımla atımı okşarken müdürün kapıda belirmesiyle üretmişti kalbim. Müdür hocalarımdan duyduğu üstün başarım ve gayretimden ötürü beni takdir etti ve yaptığım eserlerin alıcı bulduğunu söyledi. Yanlış mı duymuştum. Atımla birlikte kurduğum dünyanın manzaralarına insanlar gelmek mı istiyordu. Bu harika bir haber olmalıydı. Evet başarmıştım. Atım bana başka bir dünyanın mümkün olacağını ve umut ekmenin ve kendi himayeni yazmanın imkânsız olmadığını öğretmişti. Evet coğrafya kaderdi ama kaderimizi nasıl şekillendirmeniz gerektiği hikâyede hangi karakter olmak istediğiniz size yani yönetmeni olduğunuz dünyanıza bağlıydı. Umut etmek çorak topraklarda büyüyen ve imkanları kısıtlı olan bu kadına ne mi öğretti, ilerde kendi eserleriyle insanları manzarasında ağırlayacak bir iş kurmayı. Evet yıllar sonra beraber çalıştığım takım arkadaşlarımla kurduğum her birimizin kendi manzaralarını gerçeğe dönüştürdüğü bir iş kurmuştum. Her şey imkansızken, özgürlüğün ne demek olduğunu atımın sırtında fark ederken öğrenmiştim. Başarmıştım. Atım beni hâlâ yalnız bırakmıyor her gün yanımda binlerce insana umut olmanın gururunu ve mutluluğunu yaşıyoruz. Tabii annemde başköşede yıllar önce izin vermediği atına hâlâ yüreklice sarılıyor. Sanırım bana anlatmadığı ve onun da atıyla gizli gizli konuştuğu anlar oluyor.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: