Bayan Martina tekli koltuğuna oturmuş pencerenin arkasındaki sokağı izlemekteydi. İlkbahar yüzünü göstermeye başlamış, farklı türdeki ağaçların dünyaya sunduğu çeşitli renklerdeki çiçekler açmaya başlamıştı. Masmavi gökyüzü, ağaçların dallarına asılı kalmış olan renkli çiçeklerle dans etmekteydi. Bir anda yüzünü sıcak rüzgâra karşı dönüp huzurla derin bir nefes alma isteği bedenini titretti. Önceden olsa bu sokak, bisikletler ve çocuk kahkahalarıyla dolardı. Bayan Martina ise kalabalığın gürültüsüne söylenir, boyuna küfürler savururdu. Bu da kendisine “huysuz nine” diye seslenmelerinin bir nedeniydi herhalde. Fakat şimdi boş sokağı izlerken içinde tanımlayamadığı bir sızı hissediyordu. Bu dışarı çıkamamanın hissettirdiği buruk hüzün müydü yoksa sessizliğin uzun ve kirli tırnaklarını yüreğinde hissetmenin acısı mı? Sokak gözünde bulanıklaşmaya başladığında kendisine kahve saatinin geldiğini hatırlattı. Mutfağına girdi ve bir kahve hazırladı kendisine. Titrek elleriyle sıcak suyu fincanına boşalttı. Burnunun ucuna gelen kahve kokusu dudaklarına ufak bir tebessüm nedeni olmuştu. Kahvesini alıp tekli koltuğuna geri döndü ve kahve kokusundan kalan ufak bir mutlulukla pencereden dışarı baktı. “ah evet, nasıl da unuttum!” diye söylendi kendisine. İşte o garip sızıyı tekrar duyuyordu içinde. Karnından başlayıp göğsüne kadar uzanan garip bir sızıydı bu. Elleri dışarı çıkmak istermişçesine pencereye gitti. Gözleri buruşan ellerine takıldı. Ne zaman değişmişti bu eller? Avuç içini açıp tek tek çizgilerine bakmaya başladı. Falcı koca karılar nasıl da anlıyorlardı bu çizgilerden her şeyi! Demek hayatı şu avuç içindeki çizgilere hapsolmuştu. Bir keresinde şu falcılardan biri bakmıştı eline. Henüz evli değildi o zamanlar ve falcı, Bayan Martina’nın sevdiği kişiyi görmüştü avuç içi çizgilerinde. “Demek sevdiklerimiz bu çizilerde.” diye düşündü. Sağ elini sol avucuna götürdü ve çizgilerini saymaya başladı. Sayarken farkında olmadan avcunu okşuyordu. Tekrar pencereden dışarı bakmaya başladı. Gözünü pencereden ayırdığında daha yalnızca 1 saat geçmişti. Zaman bu sıkıcı, boş odada geçmek bilmiyordu. Sessizliğin hâkim olduğu odada eskimiş duvar saatinin sesi odada yankılanıyordu, tik tak tik tak… Birden bir ses duydu. Bu bir keman sesiydi. “Üst kattaki komşunun kızı herhalde.” diye düşündü. Kendisini keman çantasıyla birkaç kez görmüştü. Sese kulak verdi. Kemanın en tiz sesiyle bir şeyler çalıyordu. Bu ses içinden gelen bir çığlık gibiydi kulaklarında. İçindeki sızıyı tekrar duydu fakat bu sefer hüzünle kaplanmış notalar da ona eşlik etmekteydi. Gözünden akan yaşları temizlemeye çalışırken piyanosuna takıldı gözü. Yıllardır ona dokunmamıştı bile ama şu an onu çalmak için büyük bir arzu duyuyordu. Yavaşça yaklaştı ve piyanonun önüne oturdu. Ona yabancı olmadığından emin olmak ister gibi gezdirdi parmaklarını üzerinde. Ve bir notaya bastı. İşte tekrar o sızı… Ah, ne korkunç bir acıydı! Başka bir notaya bastı ve kemana eşlik etmeye başladı. Titreyen ellerini doğru notalara götürmek için büyük bir çaba gösteriyordu. Çaldıkça kendinden geçiyor, kendisini müziğe teslim ediyordu. Eğer Bayan Martina’yı şu haliyle gören olsaydı onun piyano çalarken sanki daktilonun tuşlarına basarak dünyanın en acı dolu şiirlerini yazan bir şair gibi göründüğünü söylerdi. Her bir nota anlatmak isteyip de anlatamadığı kelimeler gibiydi kulağında. Ellerini bazen nazikçe, bazense sertçe vuruyordu. Gittikçe daha sert çalmaya başlamış ritmi bozulmuştu. Ve bundan birkaç dakika sonrasındaysa, az önceki hoş müzikten eser yoktu. Her yeri korkunç bir gürültü kaplamıştı.Bayan Martina rastgele tüm notalara basıyor gittikçe hırçınlaşıyordu. Tüm hırsını piyanosundan çıkarmak ister gibiydi.Kalın sesli notalarla ince sesli notalar havada birbirlerine karışıyorlardı. Aynı anda birden fazla notalara basıyor en ince notayla en kalın notanın birbirlerine bu kadar uzakta oluşlarına kızıyor ve buna inat her seferinde bu iki notaya aynı anda basıyordu. Artık bırakın keman sesini kendi çıkardığı gürültüyü bile duymuyordu ve kendine geldiğinde durdu. Tekrar pencereye çevirdi başını ve odasını dolduran güneş ışınlarına baktı. Kendisine ne olduğunu anlayamıyordu. Tekli koltuğuna oturdu ve düşündü. Her şeyin bir an önce eskisi gibi olmasını diledi.  Bu aynı dileği kaçıncı dileyişiydi? Aylar olmuştu bu evin duvarlarında farklı sesler yankılanmayalı. Vitrinin çekmecesini açtı ve fotoğraf albümünü aldı. Eski fotoğraflar onu daha çok ağlatır olmuştu. Albümün arasından henüz yerleştirilmemiş bir fotoğraf düştü. Torununun ikinci yaş günü kutlamasında çekilmişlerdi bu fotoğrafı. Sevdikleriyle olması insanın, ne büyük bir nimetmiş. O zamanlar bunu göremiyordu. Ufacık şeylerin hesabını yapıyor, evine kaç kişi çağırmalı diye düşünüyordu. O gün çocuklar bağrışlarıyla kafasını şişirdi diye nasıl da söylenmişti. Misafir çağırdığında hiçbir şeyin eksik olmaması için nasıl da telaşa kapıldığını hatırladı. Oysa en son ailesini bu odada ağırladığında ne kadar da eksikmiş her şey. “Keşke…” diye düşündü, “keşke tekrar o güne dönsek ve yine kafamı şişirseler…” Geçen ay torununun üçüncü yaş günüydü ve değil kutlama yapmak, onu görememişti bile. Titrek elleriyle fotoğrafı albüme yerleştirirken zil çaldı. Gelen yalnızca yiyeceklerdi. Çünkü artık markete dahi gidemiyordu. Hemen gelen yiyecekleri temizledi. Sonra kendi ellerini yıkadı. Yıkadı. Yıkadı. İçi rahat olana dek yıkadı. İşte artık tüm günler böyle geçiyordu. Her bir gün diğerinin aynısı… Her bir gün, bir önceki gün kadar yalnız… Ve temiz…

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: