Penceremden, vuslata ermek için karı bekleyen Köse Dağı seyrediyorum. Hüzünlü. Nasıl olmasın ki, aralık ayında bile güneş bağrını yakarken. Üzerinde uçuşan kuşlar ise mutlu ama bir o kadar da şaşkınlar. Dağın ardına geçip geçmemekte tereddüt yaşıyorlar. Farkındalar, doğa ananın yüreğinde ters giden bir şeyler var.

Gözlerim kanatlanıp dağı geçiyor kuşların yanından. Dört-beş yaşlarındayım. Köye, dedemin yanına gitmiştik. Kardeşlerinin içinde babana en düşkün olan evlat olduğunu hissederdim. Yaz gelir gelmez babama, “Babamın yanına gitsek de evini çepeçevre temizlesek,” derdin. Tekdüze hayatının her safhasını takıntı düzeyinde kafasında kurgulamış babamın sana verdiği yanıt başlangıçta hep olumsuz olur ama mahzun mahzun örgü örmeni seyrettikten kısa süre sonra, “Falanca gün gideriz,” diyerek seni gülümsetirdi.

Sen dedemin evini temizlerken, abilerimle köyde dolaşıyorduk. O esnada büyük korkutucu bir köpek bizi kovalamaya başlamıştı. Abilerim hemen kaçmış, ben ise onları takip ederken bir taşa takılıp düşmüştüm. Hayatımın en korkutucu anlarından biriydi. Köye dair diğer anılarımı ise geldiğimiz ilk gün dedemin un davasından dolayı tartışma çıkarması ve bu yüzden babamın öfkeli öfkeli şehre dönüp un alıp gelmesi ile arkadaşlarla körebe oynamamız oluşturuyor anne.

Apartmanımızın bahçesinde oyun oynayan çocuklara katılıp katılmamak tereddüdü yaşadığım anların birinde, bahçeye kocaman korkutucu bir köpek girmiş ve hemen kaçmıştım. Evimize doğru koşarken basamaklardan birisine takılarak düşmüş ve dizimi yaralamıştım. Yanına geldiğimde ne nükseden korkumdan ne de dizimin acısından bir emare kalmıştı. Sen, bu esnada biberleri dolduruyordun. Beni nefes nefese görünce hemen kalkıp telaşla yanıma gelmiş, bana sarılmıştın. Sanki kıyamet kopmuş da cehennem köpekleri beni kovalıyor gibi bir halin vardı. Halbuki, bize İsrafil suru çaldığı anda, korkudan annelerin bile çocuklarını hemen oldukları yere bırakıp kaçışacaklarını anlatırlardı hep. Bunun gerçek olmadığını, o gün senin göğsünün sıcaklığı, yanağıma damlalar halinde dökülürken anladım.

Sigaramdan derin bir nefes çekip dumanını gökyüzünün maviliklerinde keyifle süzülen kuşlara doğru üflüyorum. Bu cümleyi, “sigaramın dumanını üflediğim gökyüzünün maviliklerinin içinde senin saklı kalmış gülümseyişini görüyorum,” şeklinde yazmak isterdim lakin yaşanılmayanı dramatize edip sunmaya gerek görmüyorum. Öte taraftan, birkaç dakika sonra kendime çay aldığımda, “Bana da yarım bardak çay koyuver oğlum,” deyişini duyar gibi oldum. Babam hep kızardı “Yarım bardak çay, iki kaşık yemek mi olurmuş,” diye. Şimdi anlıyorum sanırım, çayı ve yemeği neden böyle istediğini. On küsur yıldır hasta olup ev işlerine uzak kaldığın için kendini yük olarak hissediyordun. Ancak yanılıyordun anne ne babam için ne de bizler için bir yüktün. Ama henüz ufakken abimi dize kadar karda aşıya götürürken, bizlerin her sıkıntısında ve kaprisinde bizi alttan alırken, ben dört buçuk kilo doğarken ve daha nice olayda bizler sana birer yüktük, senin asla taşımaktan yüksünmediğin ve pişmanlık duymadığın.

Bazen geceleri odama gelir, ağrın olduğunu belli eden yüz ifadenle “Ahmet’imi bir gösteriver oğlum,” derdin. Ben de her zamanki gibi abimin, sosyal medyanın birinde bulunan birkaç fotoğrafını gösterebilirdim. Bu esnada dikkat ettiğim yüzünde, hiçbir ağrı emaresi kalmazdı. Sonra da “Mehmet’imi göster,” der çocukların arasında hak geçirmezdin. Odadan çıkarken de yaz veya kış fark etmeksizin “Yorganını iyice üstüne ört, üşüme,” diye beni ikaz etmeyi asla unutmazdın. Tabii ben, “Tamam tamam,” diye geçiştirirdim çoğunlukla ama artık yorganımı her gece iyice üstüme örtüyorum anne.

Bu arada anne, ceylanlar yine saf saf bakıyorlar, Züleyha dediğin zürafalar ise daha beter durumdalar, aslanlardan kaçamıyorlar. Teneke kafa dediğin tarihi belgeseller çıkınca ise kanalı değiştiriveriyorum. Bilmiyorum, izleyesim gelmiyor onları tarihi o kadar sevmeme rağmen. Porsuk yine geliyor hatta hiç gitmiyor desek daha doğru olur. Hani şu, diyalizden her gelişinde yevmiyesini bekleyen çıraklar gibi senin çantana bakıp duran ve birçok kez de üzerine atılan, senin de “Porsuk, bugün bir şey yok, ama yarından sonra söz, sana kemik getireceğim,” diye şefkatle baktığın köpek. O da sözlerini anlıyor olmalı ki, ertesi gün senin yolunu gözlerdi. Sen de arabadan iner inmez “Dur, dur vereceğim Porsuk ama söz ver, bir tane bile bırakmayacaksın, yoksa bir daha getirmem,” derdin. Poşeti yere bıraktığınla Porsuk’un onu kapıp ağaçların arasında afiyetle yemesi bir olurdu. O, hala yemeye devam ediyor da, sen eksiksin anne.

Diyalizden son gelişinde çok hastaydın. Benim kolumdan tutmuş, zor nefes alıyordun. Porsuk da senin durumunun kötü olduğunu anlamış olacak ki, bahçede otların arasına pusmuş, kafasını kaldırıp seni takip etmişti. Hem senden fırça yemekten korkuyor hem de durumun kötü olduğundan, bugün kendisine yemek çıkmayacağını anlıyordu.

Dün üç kadın daha cinayete kurban gitti. Biliyorum sevmezsin bu haberleri, ama aklıma ortaokula giderken tartıştığım bir arkadaşımın “Senin ananı s..” sözüne sinirlenip sana “Ben bu çocuğu öldürürüm,” diyerek evde dört döndüğüm anlar geldi. Sen, o gün bana ilk defa o kadar soğuk ve sert bakarak “Bırak sövüyorsa bana sövüyor, sana ne! Sakın gidip kavga etme yoksa sütümü helal etmem,” demiştin. Aklımda sorularla öfke dolu şekilde evden çıkıp gitmiştim. Şimdi daha iyi anlıyorum, bana en soğuk ve sert bu tavrında bile beni koruma içgüdünün etkili olduğunu. Eğer cennet olsaydı, ayaklarının altına layık olurdu anne.

Sana göre vardı cennet hatta o kadar temiz bir inancın vardı ki, gazeteyi heceleyerek okurken, dua ve sureleri ezberleyip namaza başlamıştın ve elinden geldiğince da kılardın. Hatta bir ara Kuran’ı okumak için de kardeşimle oturup uzun süre etüt etmiştiniz ama olmamıştı. Sağlık olsun anne ama oruca hiç dayanamazdın. Varsın o da eksik kalsın, senden kıymetli mi. Aklıma geldi, kulağına su kaçıp da ağır işitmeye başladıktan sonra, sela veya ona benzer anonsları ezan sanıp namaza başlardın da babam kızardı ama hemen ardından sana kıyamaz, “Kıl kıl, okundu,” derdi. Okundu anne sen kıl, vakti gelmediyse bile ben okurum ezanı.

Selan okunurken salata yapıyordum anne, pilav da ocaktaydı. O an, evrene bir boyut daha eklendi sanki içinde sadece senin olduğun. Doğradığım domatesler, salatalıklar, marulları karıştırıyorken uzun süredir kafamı yoran hiçlik/yokluk kavramının üzerine limon sıkıyor gibiydim. Ama aslında, şu an dönüp baktığımda bana görünen manzara bu, yoksa benim zihnim de bir hiçlikti o an. Hiçliğe karışan sadece sen değilsin, bizlerden büyük büyük parçalar, dokunduğun sandalye, masa, yattığın yatak da ona dahil oldu ve ben sandalyene, yatağına oturduğumda sanki bir kara delikten içeri senin yanına, bulunduğun yeni boyuta geliyorum; hiçliğe dokunuyor ama içine giremiyorum, beni almıyorlar anne. “Sen varsın,” diyorlar, ben de “Hayır yanılıyorsunuz, ben yokum” diyorum; parmaklarım ellerimden koparak düşüyor, aceleyle yerden alıp topluyor takıyorum ama yeniden düşüyorlar ama ölmeden almıyorlarmış içeri anne. Bende de ölmeye cesaret yok.

Bacaklarında kuvvet azaldığı ve bilincin yarı kapalı olduğu için yatağının önünde yerde otururken seni bir anda ayağa kaldırmak istemiş ve kızmıştım. Çünkü korkuyordum anne hem babama hem de sana bir şey olacak diye. Bir anda her şeyi düzeltmek istiyordum ama olmadı, şimdi zihnimde pişmanlık yaratan anılara bir yenisi eklendi. Evden son çıkışında çok zorlanmış, nefes nefese kalmış, düşme diye hemen arkandan geliyordum. Arabaya kendini zor atmış ve son kez göz göze gelmiştik. Daha önce olduğu gibi yine geleceksin sanmıştım. Yoksa gelirdim anne, gelir ve ülkedeki tüm polisler gelip yasak deseler çıkartmaya çalışsalar yine de seni yalnız bırakmazdım. “Palavra sıkma, cenazeme gelmedin ya kaçıp,” deme anne; çünkü ben o esnada hiçliğe girmeye çalışıyordum. Çünkü sen mezarda değil evrenin yeni boyutundaydın. Senin yerin mezar değil anne.

Durumun iyi gidiyorken bizi sormuşsun doktorlara, babam aradığında ona görevli hemşire söylemiş. Ama sonrasında neler yaşadın anne, bilmiyorum ve hayal edemiyorum. Korkmuşsundur eminim. Kim korkmaz ki anne, ölüme gülerek gidilmez, onlar filmlerin yalanı, inanma onlara. Cesaret, korkudan geçer anne. Sen çok cesurdun. Kalbin durmuş, önce geri dönmüşsün “Ben gelmiyorum, kalacağım burada,” demişsin hiçliğe. Sen güçlüydün anne. Nefesin mi yetmedi yoksa… Sonra kalbin durmuş, hani o filmlerde makine düz çizgi olur ya ondan. Ama sen filmin bu en heyecanlı yerinde, “O kız, falanca dizide oynamıyor mu,” diye konudan uzaklaşırdın. Her şey o anda oldu anne, o kız şimdi başka dizilerde, sen ise başka bir boyuttasın.

Karantinadan çıktıktan sonra hemen çarşıya gelip senin fotoğraflarını çıkardım, ondan sonra da yanına geldim anne. Yerini bilmiyorduk, Erdal abi babama biraz tarif etmiş lakin ben ona göre hareket etmedim. Çünkü seni aramak istedim. Mezarlık ne kadar büyükmüş anne. Sağ taraftaki yoldan yürümeye başladım. Birkaç tane eski harflerle yazılı mezar taşı vardı. Bir gecede cahil kalmışız, okuyamadım onları. Gerisini okudum ama zaten hepsinde aynı şey yazmıyor mu. Telefonum on bin adım bildirimi verdikten on dakika sonra beş numaralı çeşmenin yanındaki banka oturdum biraz. Bir dakika bile dolmadan hemen kalktım. Az ötede sen de on, ben diyeyim on beşinci yeni mezarlardan birini gördüm. Yavaş adımlarla çıktım merdivenimsi çıkıntıdan. Yerde birikmiş çamurdan belli, cenazene çok kişi gelmiş anne. Seni çok seven varmış, zaten seni kim sevmez! İdareten tahtadan bir mezartaşı dikmişler; destek olsun diye bir de yazma bağlamışlar. Siyah beyaz çiçek desenli, seversin sen. Ve ismini gördüm anne. Ölmüşsün.

“Yalan yapma, geldin de hiç ağlamadın bile,” deme anne. Ağlayamıyorum, ruhsuz biri oldum herhalde.

“Öyle deme, sen ne kadar duygulusun, ben bilmez miyim.”

“Ama ağlayamıyorum anne.”

“Ağlama zaten oğlum, olanla ölene çare yok, hayat devam ediyor hem.”

“Keşke etmese anne.”

“Deme öyle oğlum, daha işe gireceksin sen.”

“Ben uzun zamandır kayıbım anne.”

“Bırak şöyle garip garip lafları.”

“Güldürme anne.”

“Gül oğlum gül, ne güzel gülüyorsun topalak oğlum benim, hem daha evleneceksin sen, topalak topalak çocukların olacak.”

“Ben evlenmeyeceğim anne. Hem ölmek için yeni insan getirmeye ne gerek var dünyaya.”

“Aaa! o ne biçim söz, ben sizi getirdim dünyaya, kötü mü yaptım.”

“Yok, yok iyi yaptın anne. Ben öyle saçmalıyorum işte.”

“Olsun oğlum sen saçmala, ben dinlerim.”

“Ama artık yoksun anne.”

“Ben senin gibi garip garip laflar edemem oğlum ama her şey kader.”

“Öyledir anne tabii ama ben boşlukta asılı kaldım anne bu da mı kader.”

“Düş o zaman oğlum ama düşerken dikkat et, bir yerin incinmesin, kırık çok kötü oluyor.”

“Tamam anne.”

“Ben gidiyorum oğlum artık.”

“Nereye anne?”

“İşim var daha şu etrafı bir güzel temizleyeceğim. Attılar da attılar toprak. Her yer toz toprak oldu.”

“Boş ver anne, yorma kendini,”

“Yok oğlum, ne yorulması. Hem artık bacaklarım da ağrımıyor, tansiyonum hiç düşmüyor, makineye de bağlanmıyorum artık.”

“Sevindim anne ölüm güzel şey olsa gerek, ben de gelsem mi?”

“Aaa! Olur mu öyle şey oğlum. Allah yazdıysa bozsun. Bakma bana. Sen yaşa oğlum uzun uzun yaşa.”

“Tamam anne.”

Bir süre derin bir sessizlik olmuştu. Ardından omzumu silkeleyerek “Anne, anne!” diye seslenmiş lakin hiç ses gelmemişti. Arkamı dönüp giderken mezardan süpürge sesi işitmiş ve tebessüm edip “Güle güle anne, çok yorma kendini,” diyerek uzaklaşmıştım..

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: