Aralık ayının ortaları bu şehirde insanın ruhunu donduran kuru soğukla geçer. Soğuk, tenleri okşamakla kalmaz; içine, en derinlerine işler insanın. Bir sıcak kahve kadar bir sıcak gülümseme de aranır buğulu camların ardında. Sokaklardaki karşılaşmalar daha bir sığ, daha az samimi olur. Telaşlı adımlar, insanın duygularını geride bırakır. Sessiz düşünceler, solup giden ayak izlerinde kalır.

Sulusepkenle beraber üzerindeki iyice ıslanmış, vücuduna yapışmıştı. Naylon kıyafetini bu halde koklayacak olsa kendisinden tiksineceğini biliyordu. Kokuyu duymamak için hızlı adımlarla yürümeye devam etti. Sabahın erken saatlerinin karanlığı, kesif bulutlarla beraber iyice kasvet kazanmış, çatılara, sokaklara kadar inmişti. Nefesinin buharı gözlerinin önüne çıkıyor, bu buhar perdesinden bastığı yerleri göremiyordu. Kaldı ki çoğu zaman bakmaya davranmamıştı bile. Bez ayakkabıları, bir sünger gibi birikintilerdeki suyu çekmiş; çıkardıkları ses adımdan çok, kalastan yapma bir tekneyi andırır hale gelmişti. Arnavut kaldırımlı dar sokakta salınarak süzülen,  yırtık yelkenli bir tekne. Kaldırımı oluşturan sıra sıra taşlar aşınmanın etkisiyle keskin köşelerinden, kıvrımlarından kurtulmuş; ıslanmış, kayganlaşmıştı. Taşları birbirinden ayıran çizgilerde su birikmiş, bazı yerlerinde çoktan ot bitmişti. Sokağı oluşturan karanlık binalar, ortaya doğru eğilmiş, gökyüzüne sırtlarını dönmüştü. Asfalt yolun kenarına geldiğini, yanından geçen egzozu bozuk, gürültülü motosikletin paçalarını daha da ıslatmasıyla fark etti. Başını kaldırdı, önüne düşmüş ve birbirine yapışmış uzun saçlarının arasından tabelaları okumaya çalıştı. Ne zaman yağmur yağar da başı öne eğik yürüse; dağınık saçları yüzüne doğru sarılır, elmacık kemiklerine kadar uzanırdı. O ise yapışmış saçları, kaşlarına karışıp da burnuna amansız bir kaşıntı verinceye kadar bunu fark etmez, yürümeye devam ederdi.

Her zamanki gibi şemsiyesini almamıştı. Bir şemsiyesi olduğunu bile hatırlamıyordu. Yağmurun yağmasının ancak bir ihtimal olduğunu düşünür, her bu ihtimalin olduğu gün yanında şemsiye taşımaya üşenirdi. Hatta üşenmekle de kalmaz, yürürken çarpmamak için kaçtığı şemsiyelerin sahiplerine sessiz küfürler savururdu. Umursamaz tavırlarla taşıdıklarından değil, sırf yanlarında bulundurmalarından. Onlara kafasında bir köle muamelesi yapar, nefret kusardı içten içe. Durdu, cam kapıyı yarısına kadar itti. İçerinin sıcak havası yüzüne çarptı. Bedeni sırılsıklamdı. Boynunu kaşındıran ter damlaları bir an önce dışarı çıkması için onu zorluyor, o da fırındaki çalışana bu sabırsızlığı tükürmek istiyordu. “İki poğaça!”, demekle yetindi. “Neyli veriym abi?”, “Fark etmez.”. Fark etmiyordu, her poğaçayı sevdiğinden değil, neyli olduğunu umursamadığından. Zeytinli, peynirli ya da dereotlu olması dilinde bir fark yaratmıyordu. Fırından çıkmak için tezgâha arkasını döndüğünde, çamurlu ayaklarının oluşturduğu lekelere, cam kapının buğusundaki parmak izlerine takıldı. Bu izler, onunla alay eden biçimsiz suretlerdi.

 Kapıyı araladığında içeri giren kadının gülümsemesine bir sebep aradı. Kapıyı onun için değil kendisi için açtığını yüzüne haykırmak istedi. İnsanların mutlu oluşlarını hazmedemiyor, bu mutlulukları sebepsiz, sahiplerini de aptal buluyordu. Düşünceleri bedeninden dışarı çıkmıyor, yine de bedeni, düşüncelerinin şekline tam olarak bürünüyordu. İçinde olup biten bu derin çöküntü yüzüne derin çizgileriyle tam anlamıyla yansıyordu.

Fırından dışarı çıktı. Bu saatte neden dışarıda olduğunu hatırlayamadı. Çevresinde neyin olup bittiğinden o denli soyutlamıştı ki kendisini; dışarının, kafasındaki düşüncelerin bir hali ya da hakiki olduğunu ayırt etmekte zorlandı. Bir sürelik mıhlanmanın ardından hatırladı, telefonunu çıkardı. Kapalı ekrandaki yansımasıyla bakışması ekranın üzerini yağmur damlalarının kapatmasına kadar sürdü. Neredeyse aynaya bakmazdı, bu yansımayı yüzü kırışmış, yabanıl, hin bir ifadeye sahip bir yabancı olarak görmüştü. Tuş kilidini açtı, saate baktı. Cevapsız çağrısı da yoktu, iskeleye doğru yürümeye devam etti. İçindeki huzursuzluk kafasında kin, hınç dolu düşüncelere sebep oluyor; kafasında sağa sola takılan bu düşünceler bilincini kaybettiriyordu. Kendisini böylesine düzgün yüzlü, dik duran insanların arasında bir böcek gibi hissediyordu. Silik bir yaşamda, kalabalığın içinde kaybolmaksa sanki onu rahatlatıyor, içgüdüsel bir işleyiş gibi bir dış kuvvet tarafından iskeleye doğru itiliyordu.

Yürüdüğü cadde köşesinde bir kafe ile son buluyordu. Kafenin buğulu camının arkasında oturan belirsiz çehreleri, aynı çevreden insanların bir arada bulunmaktan duydukları mutluluğu izledi. Onları birbirlerinden neyin ayırdığını fark edemedi, bütün suratlar aynıydı. Köşeyi döndüğünde güneş çoktan ufku aşmış, kesif bulutlar ile Anadolu yakasının tepeleri arasında kırmızı bir meyve gibi kendini belli etmişti. Yalımları geceden kalma soğuk duvarları yavaş yavaş ısıtıyordu. Gözleri bu soluk parıltı karşısında iyice kısıldı. Bir yerlerde gökkuşağı çıkmış olması muhtemeldi. Yine de koca gökyüzünde bu ihtimalin gerçekleştiğini kontrol etmeyecek kadar umursamazdı. Varsın gökyüzü ışıltıların en güzelleriyle donansın, o dönüp bakmayacaktı bile. Güneş, sıcaklığını tam olarak hissettiremeden bir bulutun içinde kaybolurken rüzgâr tenine sertçe çarparak soğuk olduğunu hatırlatıyordu. Teninden süzülen teri, rüzgârın bu beklenmedik çıkışıyla yanaklarında buz kesmişti. Otobüs durağına doğru yöneldi. Sabah uykulu halde tıraş olduğu boyunlarındaki tek tük sakallardan belli memurların arasından geçerken, tıraş kolonyası kokusunu az da olsa duyabildi. Kirli sakallarıyla bu düzene uymak zorunda olmadığı için kokudan garip bir haz alıyordu. Soğuk günlerde sıkça duyulan kuru öksürüklerin ortasına, karşıya geçmek için bekleyen kalabalığın içine karıştı. Yaya geçidinden geçerken köşede gördüğü karton bardağı ezmek için yolunu uzattı. Karton bardakları, kurumuş yaprakları ezerken, hele ki ilk ezilmeleriyse bu, bükülüşlerinden hoşlanırdı. Yolunu uzatırken geçitteki akışa çapraz bir şekilde insanların arasına daldı, onlara çarpmamak için ufak bir gayret dahi sarf etmeden başı halen öne eğik yürümeye devam etti.  İnsanların ortasından geçip giden böyle birisi ya onların üzerinden bir hayalet gibi geçebileceğine inanırdı ya da sert çarpışlarıyla yere yıkılamayacağına. Başını kaldırsa, ona çarpmamak için duran insanların mütevazı özürlerini duyacaktı, ancak buna bile değer görmüyordu kendisini. Bir kedi misali insanların arasından geçerken onların yüzlerini, düşüncelerini, karakterlerini merak etmiyordu.

İçgüdüsel itme, nihayet onu iskeleye kadar getirmişti. İskelenin mermer zemininde güvercinler sabaha guruldamalarıyla eşlik ediyordu. Her zamanki gibi daha irice ve mor göğüslü erkek güvercinler iyice kabararak dişileri etkilemeye çalışıyor, karşılık bulamayınca gurultularını daha bir hiddetle çıkarıyorlardı. Arzularının seviden uzak olduğunu böylelikle aşikâr kılıyorlardı. Onları beslemek isteyenlere satılmak üzere hazırlanmış, içi buğday taneleriyle dolu karton bardaklar; bir ağacın dibine, gül dallarının yanına dizilmişti. Daha deminki karton bardak buradan sürüklenip gelmiş olmalı, deseni aynı. Gül dallarını ve buğday tanelerini satmak için vapurun gelmesini bekleyen çingene kadın, gözünü kediye dikmiş, kedi de yere iyice yakın bir halde, tedirgin adımlarla güvercin yakalama peşindeydi. Elindeki kesekâğıdını açma gayretinde yürüyen adam avını kaçırınca, kedi ona kin dolu bir bakış attı. 

Denize doğru yürürken poğaçalarının birinden ısırık aldı. Kırıntıları güvercinlerin arasına düştü. Koşuştular. Rüzgâr artık kendini büsbütün hissettiriyor, dalgalar iskeleye sabitlenmiş araba lastiklerine sertçe çarpıyordu. Lastikler bu kuvvet karşısında birbirlerine sürtüyor, gıcık bir ses çıkarıyordu. İkinci ısırığını aldı. Patatesli olduğunu ilk ısırıkta fark etmesi olanaksızdı, ikincisinde ise kendisi fark etmedi. Bir vapur, kornasıyla ortalığı inletirken dalgalar lastiklere ölmüş denizanalarını fırlatacak kadar yükseldi.

 Kıyıya kadar gelmişti. Durdu, başını kaldırdı. Islanmış yanaklarından gözlerine uzanan çizgilerinin arasından, denize son bir kısık bakış attı. Bulut inmiş boğazın kokusunu içine çekti, sonra sol ayağını sallanan bir lastiğe zar zor attı. İkincisini de düşmesine fırsat bırakmadan denize. Yürümeye devam etti. Sisin içinde, Anadolu yakasına doğru, denizin üzerinde yürümeye devam etti. Gözden kayboluncaya kadar.

Kimse fark etmedi.

Abonelik
Bildir
guest
3 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Wissam

😍😍

isimgerekmezbazen

Çevreni gözlemleyip yazdığını sanardım, oysa kendi gözünden kendini yazdığını anlamalıydım

Mehmet Hakan

bazen kapı kendisine açılmadığı halde gülümseyen kadınlar gibi gülümseyenler olacaktı. aynı o anlamsızlık ve hiçlik bakışları atacaklar ve asla yüreğe dokunmayacaklardı. zaten yüreğe dokunacak gülümsemeleri silecek kadar karanlık ve hiçlik dolu abimizdi. allah taksiratı affetsin.

%d blogcu bunu beğendi: