“but you, dear love, too dear to me”
“ama sen, sevgilim, en sevgili bana”

Joyce

Bu dizeyi okuduğum an yüreğimin afyonu patladı sanki. Çok da uzak olmayacak bir zaman diliminde kalemimi boş sayfaların arasında gezdireceğimi anlamıştım bile. Ama o günün bu kadar yakınımda olacağını, Joyce’un beni bir yolculuğa çıkaracağını pek tabii tahmin edemedim.

Joyce’un şiirlerini bir seneden de uzun bir süre önce; tüm yaşamımı değiştiren bir dönem sonrası; vücudumun her bir hücresinin, tenimin her bir noktasının ve yaşantımın tanıklık ettiği parçalanamaz her bir anın sanki beni hayatımın bu olabilecek en son seviyede tutkuyla döşeli evresine hazırlamış gibi aşık olduğum bir zaman diliminde okumuştum. Depodan iki katlı bir barakaya dönüştürülmüş, yarı karanlık, her köşesinden talaş fışkıran, onlarca eklembacaklı ile arkadaşlık ettiğim, sığınma evlerini andıran bu yerde, birkaç metrekarelik bir alanda, ilk kez tanıdığım bu yazarın şiir kitabının sayfalarını karıştırdıkça, adeta aşkımı güçlendirmek için ve güç yaşamımı aşkla bezemek için benliğimin tümünü vererek okumaya çalıştığımı hatırlıyorum. Sayfalardan dizeleri, dizelerden kelimeleri seçtiğimi hatta bazı sayfaların numaralarını büyük bir coşkuyla kitabın kapağına not ettiğimi nasıl unutabilirim? Son birkaç aydır beni himayesi altına alan, duygusal ve düşünsel boşluğumu mazur görüp, intihar etme cesareti bulamamama hiç de çatmayan sevgili yazarlar; Flaubert, Pamuk, Joyce ve Proust size seslenmek istiyorum: Dünyaya olan bu kısa ziyaretimde beni yalnız bırakmayacağınızdan nasıl emin olabilirim? İçine girmeye çabaladığım ama bir türlü kendimi kabul ettiremediğim o güzel romanı, aynı gün içerisinde hem de iki kere çok da sinirlenerek halıya fırlattığımı ve bu sırtüstü düşen, masum deneyim tuğlalarının hiç seslerini çıkarmayıp istiflerini bozmadan benim onları cezalandırmama izin verdiklerini nasıl unutabilirim?

Şanslı günümdeysem ve polen alerjimden bilincimi kaybetmeye yaklaşmamışsam henüz, gözümü gezdirdiğim romanda içinde kaybolabileceğim, bilinçaltımın evirip çevirip günlerce işleyip varoluş deneyimime katabileceği birkaç öz, birkaç cümle okumazsam işte siz o zaman görün tantanayı. Bazen günümün halen intihar etmeye cesaret edemediğim o kalan birkaç saati, akşam karanlığı tüm yoğunluğuyla hem sokaklara hem de benim yüreğime çökmeden önce tesadüf bu ya, belki bir belki bilemedin iki güzel cümle okumuşumdur. İşte siz o zaman değmeyin keyfime.

https://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/james-joyce-da-edebi-iktidarlardan-hic-hazzetmezdi-i-21600

Burada ben, James Joyce, araya girmek zorunda hissediyorum kendimi. Anlatıcının çok fazla kitap okumaktan ve intihardan peşi sıra bahsettiğini görüyorum. Siz okuyucular, çoğunlukla kitaplara yalnızca kendinizin göz gezdirdiğini düşünüyor üstelik bir üstünlük duygusuna kapılıyorsunuz. Kütüphanenizde biz yazarlar sonsuzlukta beklerken, sizleri gözlemlemiyoruz mu sanıyorsunuz? Anlatıcının her gün bir o kitaba bir bu kitaba heyecanla ve coşkuyla koştuğunu görmesem, odanın içinde tüm gün yükselen pastoral senfonileri işitmesem belki siz masum okuyucular gibi ben de bu sözlere inanabilirdim. Şu alttaki satırlarımı okuyup saatlerce derin hülyalara daldığından yalnızca benim değil, tüm ahalinin haberi var artık:

“Lean out of the window
Goldenhair,
I heard you singing
A merry air

My book was closed
I read no more,
Watching the fire dance
On the floor

I have left my book,
I have left my room,
For I heard you singing
Through the gloom

Singing and singing
A merry air
Lean out of the window
Goldenhair.”

https://www.irishtimes.com/culture/books/james-joyce-caught-up-in-a-scandal-1.1631893

Altın saçlı sevgilim, ama sen sevgilim, en sevgili bana…

Joyce araya girip her şeyi dağıtsan da sana kızamıyorum, sonuçta yola senin tek bir dizenden, heyecan ve tutkuyla çıktım. Başıma gelecekleri hiç planlamadım, asla da planlamam, kendimi bu yola bıraktım, bıraktım da ben yürüyerek bu yolları aşındırırken, yollar da benim ruhumu biçimlendirsin. Madem konu dağıldı, okuyucuya Proust ile bir akşam yemeğinde birlikte geçirdiğiniz vakitten söz etmek isterim, hatta, işin ilginci özellikle de tüm akşam birkaç cümle harici hiç konuşmadığınızdan.

Yirminci yüzyılın başlarında Paris, genişçe bir salon, duvarları barok resim ve desenlerle dolu. Tavandan sarkan şatafatlı, tarihe tanıklık etmiş bir avize. Gümüş yemek takımları ve çatal bıçak sesleri ile uzun mumların parlak ışıklarının birbirine karışıp sinestezik deneyimler yaratması.. Salonun büyük bir bölümünü kaplayan yemek masasının etrafında toplanan diplomatlar, onların Madam Bovary gibi yaşamlara sahip eşleri, ki bu hanımlar burjuva ailelerde yetişip birkaç dil konuşmalarının yanı sıra anlatıcının da çok sevdiği “Fırtına” ve “Les Adieux” sonatlarını da çalabilmektedirler, onların hemen yanında oturan dönemin Fransa’sının yakından tanıdığı birkaç önemli yazar ve onlara yakın soyut sanatçılar; bu kişilerin davet edilmeleri için oldukça şanslı olmalarının yanı sıra, davet sahibinin de yerleşmiş bir soyut sanat anlayışı olması gerekmektedir; bu düşünsel ve maddi açıdan zengin ve zevkli masada evin hizmet etmekten kamburlaşmış baş uşağının, onlar ki bu aile mesleğini kutsal sayıp nesillerdir bu göreve eriştiklerinden yoğun bir kıvanç duyarlar ama Marx’dan haberleri olmadığı gibi sosyalist nutuk atan aristokratlardan da hiç mi hiç hazzetmezler, hazırladığı menüyü afiyetle ve hiç suçluluk duymadan mideye indirmektedirler. Belki de baca temizleyici çocuklardan hiç haberleri yoktur.

Anlatıcı daldan dala koşarken, ben bir tarihçi olarak eklemeden edemeyeceğim.

Karanlık, incecik ve isli bir evin veya fabrikanın bacasını dört yaşından başlayarak yıllarca temizleyen ufaklıklar, sanayi devriminin başlamasıyla artan talebi karşılamak için son derece yoksul aileleri tarafından baca temizleme ustalarına satılır veya bu kadar dahi şanslı değillerse bu ustalar tarafından kaçırılırlar. Yıllarca yetersiz beslenirler ki büyümesinler, saatlerce daracık bacalarda is ve duman soluyarak temizlik yaparlar. Efendileri de şöminelerden ateş yakarlar ki daha hızlı tırmansınlar. Bazı ufaklıklar bacalara sıkışır ve ki eğer talihlilerse bu zulüme daha uzun süre dayanamazlar ve yaşları büyüyüp akciğer kanserinden öleceklerine, erkenden Blake’in de deyimiyle “onların sefaletlerinden cennet kuranlara” inat gözlerini kapatırlar.

“Annem öldüğü zaman çok küçüktüm,
Ve babam sattı beni henüz dilim bile
Dönmezken “temizle! temizle! temizle! ” demeye
Artık bacalarınızı temizliyorum uyuyorum is içinde.

Küçük Tom Dacre var ya, ağladı, kıvırcık saçlarını
Kuzu sırtı gibi kırktıklarında, dedim ki ona
“Sus, Tom! hiç takma kafana, başın çıplak ya
Biliyorsun kurum kirletemez artık olmayan saçlarını…”

 

                                                                                                                     
                                                                                                                     

                                                                                                         

Proust ve Joyce, bir centilmen tarafından birbirlerine tanıştırılırlar. Olayın kahramanı beyefendi, bu iki büyük yazın adamını birbirlerine tanıtır tanıtmasına ancak iki yazar da birbirlerinin kitaplarını hiç okumamışlardır. Konuşmaları da ufak birkaç lakırdının ötesine geçmez, çünkü Joyce birkaç ay sonra ölecek olan bu büyük yazardan hiç mi hiç hoşlanmamıştır…

 

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: