Aykut o yaz orta ikinci sınıfı bitirmiş ve yaz tatiline çıkmıştı. Babası Nusret ve babasının amca oğlu Ahmet ile uzun bir yolculuğa hazırlanıyorlardı. Bu Aykut için de değişik bir tecrübe olacaktı.

Yolculuklarının rotası Erzincan-Elazığ-Adana ve Bursa’ya dönüş olarak çizilmişti. Erzincan’da Ahmet amcanın askerdeki oğlu İbrahim’i ziyaret edeceklerdi. Ahmet amcanın geziye katılım amacı, hem oğlunu görmek, hem de bu uzun mesafeli yolculukta Nusret’e ikinci şoför olarak destek olmaktı. Ahmet uzun yıllar kamyon şoförlüğü yapmış, yakın zamanda emekli olmuştu.

Aykut’un annesi oğlu arabada rahat etsin diye bir ufak yastık ve pike de vermişti. Böylece, yolculuk esnasında arabanın arka koltuğunda dinlenme imkanı bulabilecekti.

Nusret Ankara’ya kadar aracı kullanmış ve epey yorulmuştu. Daha sonra Ahmet şoförlüğü devralmış ve kamyondan sonra her özelliği ile daha konforlu olan Murat 131 marka otomobille adeta uçarak ve yolculara hiç hissettirmeden Erzincan’a varmıştı.

İbrahim’in kışlasına vardıklarında ertesi gün öğle saatleriydi. Önce komutanı izin vermek istemedi. Ama, Ahmet amcanın o kadar uzak yoldan sırf oğlunu görmek için geldiğini söylemesi ve bir istisna talep etmesi karşısında komutan da yumuşamış, kendisini onun yerine koymuş ve izni vermişti.

Birkaç saat için alınan izni iyi kullanabilmek için hemen İbrahim’i de alarak o bölgedeki meşhur şelalenin yanındaki restauranta gittiler ve güzel yemekler yediler. O bölgede et yemekleri doğal beslenen hayvanlar sebebiyle çok lezzetliydi. İbrahim de ilk defa karavana dışında ve gayet lezzetli yemekler tatma imkanına kavuşmuştu.

Akşamüstü Bursa’dan getirdikleri eşya ve hediyeleri de verip, helalleşerek Erzincan’dan ayrılmışlardı. Komutan ve İbrahim’in arkadaşları kestane şekerini çok sevmişlerdi. Onlar da depremler görmüş bu küçük ama şirin yöreyi çok sevmişlerdi.

Erzincan’dan sonra hızla Elazığ’a doğru yol almaya başladılar ve gece geç saatlerde varmayı başardılar.

Ertesi sabah Nusret iş görüşmeleri yapmak için otelden erken ayrılmıştı. Aykut ve Ahmet daha geç kalkmış ve kahvaltılarını keyifle yapmışlar, çarşıya uğramış ve alışveriş yapmışlardı. Daha sonra otele dönüp, Nusret’i beklemişlerdi. Nusret otele ancak öğleden sonra gelebilmişti. Nusret’in yüzü gülüyordu. Umduğundan daha büyük siparişler alarak dönmeyi başarmıştı.

 

Akşam yemeğinde o yörede meşhur olan bir restaurantta “Bıldırcın Kebabı” yemişlerdi. Gerçi, Aykut kuşlara çok üzülüp, Adana kebabı yemiş ve babasının telkinleri ile olay fazla büyümeden yatıştırılmıştı.

Artık rotalarını Adana’ya çevirme zamanı gelmişti. Ama, Adana’nın insanı çileden çıkaran ve tere boğan sıcağı ile Aykut ilk defa karşılaşacaktı. Adana’ya vardıklarında Seç Otel’de güzel bir oda tutmuşlardı. Yemeklerini yiyip, odaya çıktıklarında odanın klimasının çok az çalıştığını ve gürültüden başka bir faydası olmadığını fark ettiler. Resepsiyondaki görevliyi aradıklarında ise klimanın tamir edildiğini, ama arıza sürüyorsa ancak yarın tekrar servis çağırabileceğini ve otelde başka boş oda olmadığı için oda değişikliği yapma imkanı da bulunmadığını söylemişti. Bunun üzerine geceyi sık sık duş alarak serinleyip uyumaya çalışmak ile geçirmek zorunda kalmışlardı. Adana onları nemi ve sıcağı ile bağrına basmıştı.

Adana’nın meşhur kebapçısı Onbaşılar’a gitmişler ve güzel kebaplar yemişlerdi. Gerçi Aykut az acılı dediği halde epey acı çıkan Adana Kebabı yüzünden hala su içerek dudaklarını rahatlatmaya çalışıyordu. Ama, hakkını vermek lazımdı. Kebap bu memleketin has ürünüydü hakikaten ve şalgam suyuyla çok yakışıyorlardı birbirlerine.

Adana’da iken Nusret, Sabancı Grubu şirketlerinden biri ile temaslarından olumlu sonuç almış ve sipariş yazmayı başarmıştı. Hem de bu sipariş, fabrikasını birkaç ay idare edecek kadar yüksek miktarlı bir sipariş olmuştu.

Bursa’ya doğru dönüşe geçmeden önce, işlerin iyi gitmesinin de etkisiyle, yirmi yıl önce 1960 ihtilali döneminde yedek subay öğretmen olarak Nusret’in görev yaptığı Hatay’ın Altınözü İlçesi’ne uğramaya hem de buraya kadar gelmişken Hatay’ı da gezmeye karar vermişlerdi.

Nusret, yolda mutluluktan uçarak hızlı bir şekilde Hatay’a ve oradan Altınözü’ne ulaşmayı başarmıştı. Oradan da eskiden stablize bile olmayan ama şimdi artık asfalt yol olmuş yoldan Yolağzı köyüne ulaşmıştı. Köyün girişinde durmuş, oğluna ve Ahmet amcaya o askerlik günlerinden bahsetmek ihtiyacı duymuştu.

Köye ilk gelirken kış ayları olduğu için yoğun yağış sebebiyle yollar balçık çamur halindeydi. Köyüne bir eşeğin sırtında, annesinin yolladığı yer yatağı, gönderdiği börekler ve bir tahta valize sığan iç çamaşırları ve birkaç parça giysi ile altı saat süren zorlu ve sıkıntılı bir yolculuk sonrasında ulaşabilmişti.

Köye ulaşınca muhtarla görüşmüş ve kendisinin de diğer iki öğretmen gibi okulun hemen arkasındaki lojman olarak kullanılan evde kalması sağlanmıştı. Köylüler onlara her gün yemek getiriyor ve çamaşırlarını da yıkayıp geri getiriyorlardı.

 

Köylüler, köylerine uzun süre sonra gelen bu öğretmeni kaçırmak istemiyorlardı. Çocuklar önceleri isteksizdi. Ama, zamanla derslerin keyifli geçtiği duyulunca ailelerini ikna edip, gelmeye başlamışlar ve sayıları artmıştı. Hafta sonları da okul bahçesinde öğrencilerle futbol oynuyorlardı. Sanki köyün de havası değişmişti.

Yıllar sonra bakalım öğrenciler neler yapmıştı. Nusret derin bir merak içindeydi.

Köyde âdeta kendisine analık ve babalık yapan ailenin evine yaklaşmışlardı. Baba, sağdı ve tarlada salatalık ve kavun topluyordu. Ufak tefek, güleç yüzlü, kırmızı yanaklı tam bir Anadolu köylüsüydü. Nusret’i görünce hemen tanıdı ve ona doğru yaklaştı. Nusret de ellerine sarılıp, öptü. Çok içten bir kucaklaşma yaşanıyordu gözyaşları içerisinde.

Kısaca hasbihal edildikten sonra, çocuklar köye yollandı. Akşam, neredeyse tüm köyün erkekleri o ufacık evin odasında toplanmıştı. Eski öğretmenlerini görmek istiyorlardı. Gençlerin pek çoğu da meslek sahibi olmuş, mühendis, memur, öğretmen ve diğer mesleklere girmişti. Pek çoğu köyden Hatay’a hatta başka illere gitmişti. Köyde çok az genç kalmıştı. Ama, köylüler gençlerin şehre gitmesinden memnundu. Öğretmene herkes çocukları adına teşekkür yarışına girmişti. O, çocukların adeta kaderinin akış yönünü değiştirmişti.

Muhtar herkes adına “Öğretmen bey, sen ilk geldiğinde senden çok umutlu değildik. Belki başlarda destek olacağımıza cahillikten sana köstek bile olduk. Ama, sen inatla ve ısrarla direndin. Çocuklarımızı eğittin, aslında dolayısıyla bizi de adam ettin. Hepimizin ufkunu açtın. Sen haklı çıktın. Çoğu iyi meslekler sahibi oldu. Sen aslında askerlik görevi sayılan öğretmenliği gerçek öğretmen gibi yaptın. Devletten ve senden Allah razı olsun.” demişti.

Masadaki yöresel yemekler silinip, süpürülmüştü. Ertesi sabah çok erken saatte kalkan “Ana” saç üstünde hafif acılı pişilerini yapmış ve bir beze sarıp, hazırlamıştı. Tandır ekmeği  de zaten hazırdı. “Bunları yolluk yapın. Siz bizim gönlümüzü şenlendirdiniz. Allah da sizin yolunuzu açık etsin” demişti.

Nusret, yine birden okul günlerine dönmüştü. Bir gün Ağanın oğlu ona karşı çıkmış, Nusret de onun kulağını çekmişti. Ertesi gün Ağa ve adamları okula gelmişi Nusret’i tehdit etmişti. O esnada köyde olan ve Nusret’in hemşehrisi olan Bursalı Jandarma Çavuş İsmail hemen olaya el koymuş, “Siz bu öğretmeni sahipsiz mi sanıyorsunuz. O devletin öğretmeni ve ben de devletin jandarması olarak seni ve adamlarını içeri alırım. Derdini sonra Savcıya anlatırsın.” deyince geldikleri gibi hızla okuldan uzaklaşmalarını sağlamıştı. Çocuk da öğretmenin sevgi ve şefkati karşısında arkadaşları ile uyum sağlamış ve iyi bir öğrenci olmuştu.

Nusret oradakilerden öğreniyordu ki, o küçük çocuk şimdi mühendis olmuş ve babasının inşaat işlerinin başına geçmişti. Ağa kızdığı öğretmen sayesinde gayet başarılı bir üst düzey yönetici ve tahsilli bir evlat sahibi olmuştu.

Nusret ve ailesi Bursa’ya dönene kadar öğretmenliğin nasıl uzun soluklu bir iş olduğunu, gönülden yapılırsa etrafına çok büyük faydalar sağladığını düşünüp, durmuşlardı.

Nusret, ticarette de başarılıydı. Umduğundan daha fazla gelir elde ediyordu. Ama, bu birkaç günlük minnettarlık akını onu hepsinden daha çok mutlu etmişti. Diğer insanlara umut olmak, para pul ve ünvandan daha çok mutlu etmişti onu geriye dönüp baktığında.

Nusret o gün şunu anlamıştı ki, bu topraklarda yapılan hiçbir hizmet ve iyilik karşılıksız kalmıyordu. Maddi olarak değil, ama manevi olarak karşılığı fazlasıyla bu toprakların sağduyulu insanlarından geri dönüyordu.

Bu ülkenin her karışında öğretmenlik yapmak önce görev gibi başlasa da aslında haz veren bir ayrıcalık haline geliyordu. Neredeyse bu imkanı sağlayan ihtilal yönetimine teşekkür edecekti, eğer ki ihtilaller haksız yere kıymetli canları almasa.

Okula gelen müfettişin de dediği gibi, “Siz bu okulda hakkıyla bayrak töreni yaparak, bu insanlara ülkeleri ile gurur duymalarını sağladınız. Atatürk ve milli mücadeleyi anlattınız. Temel ilk bilgileri verdiniz. Bu ne kadar büyük bir adım farkında değilsiniz. Temeli sağlam olan bina zaten yükselir. Bu çocukların dünyası artık bir daha hiçbir zaman siz gelmeden önceki gibi karanlık olmayacak. Artık, güneş bir kere doğdu mu balçıkla sıvanamaz. Önyargılar kırıldı. Artık geri dönüş olamaz. Bu köyün insanlarını sadece aydınlık yarınlar bekliyor bundan sonra.”

Sanki bir an o günlere dönmüştü. Hayatı boyunca bugün bu köyde gördüğü ilgi ve alakayı bir daha hiç göremeyecekti.

Oğlu da babasının kahraman bir insan olduğunu biliyordu. Ama, bugün babası artık “Süper Kahraman” olmuştu onun gözünde. Onun oğlu olmak gurur verici bir ayrıcalıktı.

Hayat, insanları sınarken, bazen hiç bilmediği cevherleri de dışarı çıkarıyordu. Su bulmaya çalışırken petrol bulunması gibi sürpriz ve mucizeler de bu hayatın bir parçasıydı.

İyilik sanki bir börek hamuru gibi elde ele kişiden kişiye geçtikçe büyüyor ve lezzet kazanıyordu. İyilik, bulaşıcı, fakat yararlı bir virüs gibiydi. Bir kere kana girdi mi çıkmıyordu.

Nusret de o virüsün bulaştıklarından olduğu için kendini çok şanslı hissediyordu.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: