“Geleceğini biliyordum!”

Hüseyin cümlesini bitirir bitirmez ayağa kalktı. Sinirli görünüyordu ve kesinlikle kavgaya hazırdı.

“Hüseyin bak, her seferinde böyle yapıyorsun. Canıma yetti, ısrar edersen pişman olacaksın; bozuşacağız.”

Necdet’in cevabı nispeten uzlaşmacıydı ama gerektiği kadar tehdit unsuru, cümle içine özenle serpiştirilmişti, bu sefer geri adım atmaya niyeti yoktu. İkiliyi uzaktan izleyenler, kavganın boyutu hakkında iddiaya girmeye başladılar. Bu, taraf seçecekler için oldukça riskli bir bahisti çünkü Necdet ve Hüseyin yakın arkadaşlardı. Üstelik uzun süredir de aynı odayı paylaşıyorlardı. Olası bir kavga, yaşam alanlarını iyice cehenneme çevirebilirdi. Yeri gelmişken, cehennem seviyesi diye bir şey var mıydı? Yani az cehennem, çok cehennem diye ayrılabilecek nitelikleri; birini diğerinden ayıran özelliklere sahip miydi? Bence öyle olmalı. Tecavüzcüleri, uyuşturucu satıcılarını veya sahtekârları aynı cehennem seviyesinde yakmak hiç adil gelmiyor. Ayrıca her bölgesi aynı derecede yanan cehennem; yaratıcının yaratma yeteneğine ihanet demektir.

Hüseyin’in neye öfkelendiği kimsenin ilgisini çekmiyordu. Necdet’e bir yumruk mesafesinde duruyor, çiftleşme dansı yapan erkek tavus kuşu gibi kabardıkça kabarıyordu. Boynunun sol tarafındaki damar incelenirse; saniyede kaç metreküp kan pompaladığı tespit edilebilirdi. En önemli sorun ise kanın rotasında şu sıralar beyne yer olmamasıydı. Necdet’e doğru birkaç cesur adım daha attı. Necdet sakin ama dikkatli tavrını koruyor, ilk hamleyi Hüseyin’den bekliyordu. Tüm bahisler alınmış, tezahürat kısmına geçilmişti. Kameralarının görüş açısı, masaların üstünde kendinden geçen mahkûmlarca kapanmıştı. Görevliler yemekhane bahçesinde sigara içiyor, haftanın futbol maçlarını tartışıyorlardı. Yaşanacak olayları görmeme konusunda özenli bir çaba içerisinde olmaları anlaşılabilirdi.

“Tamam, ulan tamam, seni bu seferlik affettim say. Bir daha haber vermeden çekip gidersen çizerim tahtanı ama…”

Hüseyin’in ani geri vitesi, salonda büyük bir hayal kırıklığına neden oldu. Tepkilere bakılırsa çoğunluk parasını kavgadan yana yatırmıştı. Bu sırada Necdet’in kolu, Hüseyin’in omzuna dolandı ve ikili hiçbir şey yaşanmamış gibi sigara içmek üzere, yüksek duvarlı yemekhane bahçesine yöneldiler. Dışarıda da içeride de çoğunlukla kasa kazanırdı.

İkili, bahçede oturabilecekleri gölgelik bir alan bakındılar. Öğle yemeği sonrasıydı. Eğer biraz oyalandıysanız, bu saatte yer bulmanız mümkün olmazdı. Onlarınsa hem yer bulmaya hem de başkalarına duyurmadan bir şeyler konuşmaya ihtiyaçları vardı. Bahçeden vazgeçtiler. Odalarına yöneldiler. Millet dışarıdayken odalar, gizli işler için en uygun bölgelerdi.

Geniş, hafif yokuş uzun koridoru geçerken; sigara içen gardiyanlarla selamlaştılar. Kapalı alanda sigara içmek, yalnızca gardiyanlara serbestti. İşin doğrusu onlara da yasaktı ama bunu şikayet etmek anlamsız olurdu. Hem kimin şikayet ettiği anında ortaya çıkar hem de şikayet sonucunda kimse ceza almazdı. Mahkumlar çoğu haklarını giriş kapısında; gömlekleri, pantolonları, kemerleri, ayakkabıları ve kimlikleriyle beraber teslim ederlerdi. Koridorun sonundan sağa döndüler. Merdivenleri indikten sonra tekrar sağa, oradan da sağdan üçüncü kapıya; odalarına doğru yürümeye devam ettiler. İkisi de konuşmuyordu ama keyifli oldukları belliydi. Odanın önüne geldiler. Necdet, kapının sol tarafına geçti,sırtını duvara yasladı, kafasıyla Hüseyin’e işaret verdi. Odaya önce Hüseyin girdi.

“Tık tıkı tık tık, tık tık.”

Bu ses, odanın temiz olduğunu işaret eden bir şifre niteliğindeydi. Necdet de odaya girdi.

“Hüseyin gel şu şifreyi değiştirelim. Fazla akılda kalıcı bu, birisi fark edecek sonunda.”

“Hayır, kesinlikle olmaz.” Hüseyin’in tavrı netti. “Daha önce de söyledim. Ben bu müziği seviyorum, o kadar. Hem sen ne anlarsın bu işlerden be? Ben olmasam neye yararsın? Sus da işimize bakalım. ”

Necdet üstelemedi. Ranzanın alt kısmına, Hüseyin’in yanına oturdu. Hüseyin’in elinde bir miktar para vardı, onu sayıyordu.

“Ne kadar toplanmış?”

Hüseyin cevap vermedi, saymaya devam etti. Necdet ise Hüseyin kadar sabırlı değildi, beklemeli anları sevmiyordu. Saçlarıyla oynadı biraz, elleriyle dizinde ritim tuttu ama nafile, dayanamadı.

“Sana soruyorum! Ne kadar toplamışlar?”

Hüseyin durdu, gözlerini uzunca bir süre kapattı. Yavaş yavaş kırmızıya dönen yüzü, nefes almakta zorlandığının ya da öfkelendiğinin belirtisiydi. Durumu göz önüne alırsak, kesinlikle öfkelendiğinin… Necdet’e döndü:

“Biraz daha bağır! Bağır, hatta bahisçilerle anlaştığımızı da söyle! Millet duysun da taksın bıçağı götümüze, onu mu istiyorsun?”

Necdet kafasını aşağıya eğdi. Yavaşça doğrulup ayağa kalktı, bozulmuştu ama Hüseyin haklıydı. Odanın içinde volta atmaya başladı, Hüseyin para saymaya, kaldığı yerden,  bir süre daha devam etti.

“384.” Dedi. Bunu söylerken gözleri parlıyordu. “384!” Hüseyin odanın içinde zıplamaya başladı. “384 enayi lirası!”

Necdet duvar dibinde, ilgisiz gözlerle Hüseyin’i izliyordu.

“Sen ne yapıyorsun şimdi? Bu bağırmak olmuyor mu? Götü deldirme fikri hoşuna mı gitti?”

Hüseyin, Nejdet’in önüne kadar geldi ve yere çöktü. Eli ile Necdet’in omzunu sıvazladı. Biraz önce kalbini kırdığı dostunun gönlünü almayı planlıyordu. Fakat bunu konuşarak yapmak zaman kaybıydı. Bir dal sigaranın daha etkili olacağını biliyordu.

“Necdet, surat yapmanın sırası mı lan şimdi? Ne güzel paramıza bakıyoruz işte. Birazcık yardımcı ol ya, buradakiler hariç ne kadar paramız vardı bizim?”

“12.747.” Necdet bunu söylerken bile olabildiğince donuktu. “Bunlarla beraber kaç oluyor sayamadım, onu da sen hesaplayıver.”

Hüseyin iki eliyle Nejde’nin omuzlarını kavradıktan sonra kendini ittirdi ve ayağa kalktı. Birkaç adım yürüdü, sonra durdu. Kafasını arkaya doğru eğdi. Tavanı izlemeye başladı. Bu, onun en sağlıklı hesap yapma yöntemiydi.

“13.131.” dedi sessizce. “Demek oluyor ki serbest kalmamıza sadece 869 kaldı.” Bu noktada sesi biraz daha gürleşti. “Süper oldu bu, süper? Aynı numarayı iki kere daha yapacağız ve hop! Dışardayız!”

Özgürlüğe çok yaklaşmışlardı ama bu bile Necdet’i mutlu etmeye yetmedi. Aksine yerinden kıpırdamadan, çökme eyleminin erdemlerini göstermeye yeminli bir performans sanatçısı gibi duruyordu. Henüz gelmeyen bir özür bekliyordu.

“Gel lan gel, sana bir sigara ısmarlayayım. Hem o sırada konuşuruz, özür istiyorsan da bahçede; herkesin içinde dileyeyim bari tam olsun. Olur değil mi öyle?”

Necdet döşemeyi izlemeyi sürdürdü. Zemin mermerdi fakat üzerinde yapıştırıcı izleri vardı. Demek ki bir zamanlar zemin, halı ya da kilim tarzı bir şey ile kaplıydı. Ne olmuştu da halılar sökülmüş, eski soğuk mermerlere geri dönülmüştü? Acaba hangi mahkum, hangi suçuyla kendisinden sonrakileri halı konforundan mahrum etmişti. Bunu, ilk fırsatta birine sormaya karar verdi. Kafasını yukarı kaldırdı. Hüseyin başında dikilmiş, kendisinden hala cevap bekliyordu. Sağ elini sağ dizine bastırarak, yerden yavaşça kalktı.

“Tamam,” dedi. “Bahçeye gidelim.”

Aldığı cevap, Hüseyin’i de rahatlatmıştı. Küslüğe devam etmek ikiliye fayda getirmezdi. Kafasını sağa sola oynattı, Necdet’e koridora çıkması gerektiğini hatırlattı. Dışarı çıkmadan önce parayı tekrar saklamaları lazımdı. Necdet koridora çıktı. Hüseyinşifreyi beklemeye başladı.

“Tık tıkı tık tık. Tık tık.”

Şifreyi duyunca hızla lavaboya yöneldi. Poşet ve lastik, lavabonun içinde duruyordu. Parayı tomar haline getirip lastikle bir güzel sardıktan sonra, onu poşete koydu. Lavabonun gider borusunu söktü ve poşeti, borunun içine sıkıştırdı. Boruyu eski haline getirdi. İşte, işlem tamamdı. Ayağa kalktı, koridora yöneldi. Eliyle, kapının koluna asıldı. Kapı açılmıyordu. Bunun, Necdet’in kalitesiz şakalarından biri olduğuna emindi.

“Necdet, yapacağın şakanın amına koyayım Nejdet. Şakanın sırası mı lan it? Necdet bırak kapıyı, Necdet!”

Bir yandan Necdet’e saydırıyor, diğer yandan var gücüyle kapıyı ittiriyordu. Ne kapıdan ne de Necdet’ten bir cevap vardı, en ufak bir oynama yoktu. Seslenmekten vazgeçip kapının arkasında beklemeye başladı; sorunu anlamaya çalışıyordu. Bunu Necdet mi yapmıştı? Hayır,onun tarafından kilitlenmesi olanak dışıydı çünkü anahtar taşıma hakkı, sadece gardiyanlara aitti. Bu kuralda bir yanlışlık yoktu. Tehlikeli ellerde, basit bir anahtar bile görev tanımına yenilerini ekleyebilirdi; bedende yeni delikler açmak veya sırf şaka olsun diye başkalarını odaya kilitlemek gibi… Anahtarlar gardiyanlardaysa, kapıyı kilitleyen de onlar olmalıydı.

“Şş! Kimse yok mu? Serhat Abi, sen mi kilitledin kapıyı abi? Bilmeden bir hatamız mı oldu?”

Serhat, koğuştan sorumlu gardiyandı ama ondan da bir cevap gelmemişti. Öğle saatinde yerinde olmaması normaldi. Hüseyin’in bacakları titremeye başladı. Tişörtündeki ter lekeleri, yanına birkaç beyaz halka daha eklemek istercesine pusuya yatmış, gözden kaybolmuştu. Başını, ellerinin arasına aldı. Kendi etrafında dönmeye başladı. Kapalı alanlardan nefret ettiğini hatırladı. Karanlık odalar, kilitli kapılar… Halbuki hapishane, başlı başına kapalı bir alandı. Belki de o, kapalı alanlar içindeki kapalı alanları sevmiyordu. Dönmeye devam etti. Duvarın tavanla birleştiği kısmın biraz aşağısında, koyu yeşil demir parmaklıkları olan küçük bir pencere vardı. Güneş’in odaya sızma azmine bakılırsa, saat hala öğlen vaktiydi. Susamıştı ya da gerginliği, ona su içmesi gerektiğini dikte ediyordu. Lavaboya yöneldi. Suyu açmadan önce, gider borusundaki parayı çıkarmalıydı. Boruyu dikkatlice söktü, elleri hala titriyordu, parayı çıkardı ve boruyu yerine tekrar oturttu. Musluğu çevirdi, su akmıyordu. Buna şaşırmadı, aksilikler bir başladı mı sonu asla gelmez, biliyordu. Sakin kalmaya çalıştı, sakin kalacak ve mantıklı düşünecekti.Kapıya doğru yavaşça yürüdü. Dibinegelince durdu, nefesini tuttu ve kulağını kapıya dayadı. Koridorda konuşulanları duymak istiyordu.

 

 

 

 

2

 

Hüseyin ile Necdet aynı odayı paylaşmaya yaklaşık yedi ay önce başlamışlardı. İkisi de düşünce suçlusuydu ama düşünceleri para etmeyen cinstendi, serbest kalmalarına yetecek kefalet ücretini bile ödeyememişlerdi. Aktif kullanılan bir haber sitesinde, yolsuzluk yaptığı için küfür ettikleri eski siyasetçi kendilerine dava açınca, ikisi de farklı zamanlarda suçlu bulunmuştu. İşin daha saçma tarafı aynı siyasetçinin, kendilerinden dört ay sonra yolsuzlukları nedeniyle hapse girmesi olmuştu. Sonu gelmez tartışmalar neticesinde, işledikleri suç hakkında daha nitelikli bir tanım bulduklarına inandılar; düşünememe suçu. Bu suç tanımı akla daha yatkındı, kafada soru işareti bırakmıyordu. Bir siyasetçiye küfretmek, üstelik aktif siyaset yapmayan bir siyasetçiye, onu kendisine küfredilecek kadar değerli kılmak; olsa olsa düşünememe suçu olurdu. Buna düşünce suçu demek, en başta düşünme eylemine hakaretti. Düşünmenin önemini ve erdemini hapiste daha iyi anlamışlardı, hatta kefalet ücretlerini bile düşünme yetenekleri sayesinde biriktiriyorlardı. Bu, kesinlikle suç değildi, olmamalıydı. Düşünen, hayatta kalırdı.

            Hapishaneye görece erken gelen Necdet, sakin ve abartılı bir yavaşlık içerisinde hareket ederdi. Uyum, onun için sorunsuzluğun en önemli kuralıydı. Hüseyin gelene kadar da bu kuralı hiç delmemişti. Hüseyin ise fırsatçıydı ya da kendi deyimiyle girişimci. Tanışmaları yemekhane bahçesinde gerçekleşmişti, oraya toplanmaları konusunda birkaç mahkumdan ısrarlı tavsiyeler almışlardı. Çok geçmeden başlaması beklenen kavgayı izleyeceklerdi. Necdet elindeki kitapla uğraşıyordu,Hüseyin bir yandan sigarasını tüttürürken, diğer yandan etrafta izlemekteydi. Sonradan tanışıp ortak oldukları bahis çetesi mahkumlar arasında dolanıyor, az sonra gerçekleşmesi planlanan kavgaya dair bahisleri topluyordu. Bekleyiş, tahmin edilenden uzun sürmüştü. Hüseyin’in çorabında taşıdığı sigaralar tükenmişti. Otlanılma ya da gasp ihtimaline karşı, yanında iki daldan fazlasını taşımazdı. Sigara isteyeceği ve borçlu olmasının sorun yaratmayacağı birilerine bakındı. Necdet ve onun okuduğu kitap takıldı gözüne. Sarışın, hafif sakallı, gözlüklü bu genç borçlanmak için ideal görünüyordu.

            “Gözlük baksana buraya, ne okuyorsun?”

            Necdet, okumakta olduğu sayfaların arasına işaret parmağını sıkıştırarak kitabı kapattı. Umursamaz bir tavırla Hüseyin’e döndü.

            “Bir Salyangozun Kabuğunu Kırma Öyküsü,” dedi ve kitabına geri döndü.

            Kitap, Hüseyin’in ilgisini çekmiyordu, açıkçası ismi de anlamsız gelmişti. O daha çok kişisel gelişim türlerini, zengin olmanın yollarını anlatan kitapları severdi ama sohbete devam etmeliydi.

            “İyi iyi oku tabi oku, ne anlatıyor kitap?”

            Necdet bu kez cevap vermedi, okumaya devam etti. Sigarasızlık, Hüseyin’in başına vurmuştu.

            “Neyse boşver, bana bir dal sigara borç verir misin?”

            Necdet elini pantolonunun cebine attı, Hüseyin de bu sırada elini uzatmış; Necdet’in ikram edeceği sigarayı bekliyordu. Rahatsız edici bir süre, cebinde bir şeyler arıyormuş gibi oyalanan Necdet, elini çıkarıpHüseyin’e koca bir orta parmak sallayınca, Hüseyin yerinden hışımla kalktı.

            “Sen, benimle alay mı ediyorsun lan?”

            Hüseyin’in sesi, kendisinin bile şaşıracağı şekilde yüksek çıkmış ve epey dikkat çekmişti. Ayağa kalktı, elinin tersiyle Necdet’in omzuna bir tokat salladı.

            “Kalk lan ayağa kalk! Kalk da kabuk nasıl kırılır göstereyim sana siktiğimin salyangozu seni!”

            Beklemekten sıkılan kalabalığın ilgisi ikiliye dönmüştü. Etrafta hızlıca bir çember oluşturup, tezahürata başladılar.Bahisler, şimdi ikisi için alınıyordu. Hüseyin kalabalığın da verdiği motivasyonla rakibine diklenmeyi, ona küfürler savurmayı sürdürmekteydi. Nejdet ise kitabıyla meşguldü fakat bir yandan da gözleriyle Hüseyin’i takibe başlamıştı. Ani bir darbe yemek istemiyordu. Hüseyin’in hareketleri bir çeşit kutsal ayin, tavaf halini almıştı. Öfkeliydi, ellerini yumruk yapmış ileri geri sallıyor; boksör edasıyla rakibinin etrafında turluyordu. Necdet, en uygun anın gelmesini sabırla bekledikten sonra kitabı hızlıca kapatıp Hüseyin’in burnunun ortasına geçirdi. Hüseyin önce birkaç adım sendeledi, göz kapakları yarıya düştü, sonra da kendini Necdet’in kucağına bıraktı, bayılmıştı. Necdet’in o anda tek umudu, Hüseyin’in bulaşıcı bir hastalığı olmamasıydı. Gömleği ve çok sevdiği kitabı kan olmuştu. Üzüldü. Dikkatsiz bir acele ile Hüseyin’i ittirdi, kantine doğru hızlı adımlarla ilerledi. Bahisten pay alacağını biliyordu, bunu zamanında yapması gerektiğini de.

 

3

            Hüseyin bu oyundan sıkılmaya başladığını hissetti. Musluk ile duvar arasındaki küçük bölgeye kendini sıkıştırmış, zemine bakıyordu. Kapısı, tahminince, dört-beş saattir kapalıydı.Tekmeleme, yumruklama, bağırma, küfretme, yardım isteme, yalvarma… Bildiği tüm yöntemleri denemişti ama dönüt alamamıştı. Hem mahkumlar hem de gardiyanlar Hüseyin yokmuş; hiç var olmamış gibi davranıyorlardı. Acaba, acaba yok muydu gerçekten? Kendisi yoktu tamam da, Necdet de mi yoktu?İşte burada, aynı odada, üst ranzada yatıyordu. Kafasını kaldırdı, ranzaya doğru bakmaya çalıştı. Gider borusu ranzayı görmesine engel oluyordu. Boruyu var gücüyle ittirdi ama yerinden oynatmayı başaramadı. Sorununu yerinden kalkmadan çözmenin bir yolunu aradı. Boruyu söküp, görüş açısını genişletmeye karar verdi. Sıkıca kavradı, aşağı doğru çekti. Boru meydan okumayı sürdürüyordu. Diğer elini de dayadı, birini ölümüne boğazlıyormuş gibi tuttu boruyu; tüm gücüyle asıldı. Bu borunun nesi vardı?

“Para! Para da içerde kaldı!”

Boru açılmıyorsa bu, parayı alamayacağı anlamına da gelirdi. Telaşlandı, yerinden kalkmaya çalıştı. Tutunabileceği bir yer aradı, sol eliyle lavabonun musluğunu kavradı. Ayağa kalktı. Telaşlı hali, yerini gerginliğe bırakmıştı çünkü gördüğü manzara, umduğundan biraz farklıydı. Ranza iki katlıydı evet ama ikinci katta yatak bile yoktu. Bomboştu. Bedeninde bir çeşit sıkıyönetim ilan edilmiş gibi hissediyordu, kontrol hakkı elinden alınmıştı. Geriye doğru birkaç adım sendeledi, duvara çarpınca durdu. Sürtünerek, yavaşça, zemine oturdu. Ranza yoksa, Necdet de yoktu. Necdet yoksa, kendi de yoktu.

“Necdet…”

Hüseyin bir elini alnına dayamış, diğerini kıvırcık; yağlı saçlarında gezdiriyordu. Düşünmekteydi, yapabildiği ölçüde. Siyah gözleri kocaman ve hareketliydi. Odanın her köşesini aynı anda izlemeye çalışıyor gibiydi. Önce sağa bakıyor, sonra hemen sola bakıyordu. Gözlerini iki farklı yöne çevirebilmeyi; daha önce hiç bu kadar istememişti. Kaç saattir buradaydı, Necdet neredeydi, kapısı neden kilitlenmişti? Cevabını veremediği sorular, beyninde fazla mesaiye başlamıştı. Elini alnından hafifçe çekip yapıştırmaya başladı. Çek, yapıştır; çek, yapıştır. Bu ritmik hareketin şiddeti git gide artıyordu. Şimdi de bir ses, zihnindeki soruları seslendirmeye başlamıştı, bu sesi tanıyordu, Necdet’ten başkası değildi. Zihninin en kallavi bölgesine oturtulmuş, eline bir darbe metni tutuşturulmuş ve sesi, bunu yapması için baskı altında olduğunu belli eder şekilde donuktu. Kim onu, olmayı hiç istemediği karanlık bölgelere hapsetmişti? Zihnine darbe teşebbüsünde bulunan ve Necdet’i alet edenler de kimdi? Kim oldukları önemli değil, önce Necdet’i kurtarmalıydı. O zaman güzel bir plan yapmalı, darbeciler fark etmeden ona ulaşıp yardım etmeliydi ama nasıl? Nasıl kurtaracaktı? Arkasına döndü, odayı taradı.

“Kitap!”

Necdet’in favori kitabı her zamanki yerinde, masanın üstündeydi. Salyangozun öyküsü, bu kez Necdet’in kabuğunu kırmak için hazır kıta beklemedeydi. Masaya doğru emekleyerek ilerledi, kafasını masanın kenarına çarptı ama hayıflanacak zaman yoktu. Sağ elini uzattı, kitabı aldı. Darbeciler kitabı umursadı; bu iyi haberdi çünkü kitaplara, onları yakacak kadar düşmanlık besleyen darbeciler duymuştu. Kitabı koltuğunun altına sıkıştırdıktan sonra koşarak, ranzaya geçti. Necdet hala zihninde, metnini seslendirmeye devam ediyordu. Kitabın kapağına baktı, kurumuş kan lekeleri vardı, tanışmalarını hatırlatan kan lekeleri. Kitabın köşesini hizaladı ve kafasına sertçe geçirdi. Necdet susmadı, aksine sesi daha kaygılı; daha gür gelmeye başlamıştı. Düşünmeden bir tane daha geçirdi. Ses azalmıyor, sanki artıyordu. Necdet şiddet görüyor olmalıydı. Bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha… Kitap kana bulanmıştı. Necdet ise daha gür, daha cesurca okuyordu metnini ama artık anlamadığı bir dilde yayın yapmaya başlamıştı. Arapça gibiydi ya da İbranice, doğu dillerinden biri olduğuna emindi, kutsallık atfedilenlerdendi ama hangisi olduğunu anlayamıyordu. Zihninde başlayan darbe, dünyaya yayılıyordu. Kitabı vurmaya devam etti. Odanın kapısı açılmıştı ama o hala işine konsantreydi.

“Hüseyin! Hüseyin! Ne yapıyorsun dur! Görevliler çabuk olun, bağlayın şunu! Kendini öldüreceksin dur!Hüseyin!”

Hüseyin durdu, kitabı yavaşça başının sol tarafına koydu. Elleriyle, gözlerinin etrafındaki kanları temizlemeye çalıştı. Geleni tanıyordu ama yine de görmek istedi.

“Necdet!”

Rahatlamıştı, muzaffer bir mutlulukla kollarını iki yana açtı. Gelen Necdet’ti, hem de yanında gardiyanları getirmişti. O Necdet’i kurtarmıştı, Necdet de onu. İşte, arkadaşlık dediğin böyle olur diye düşündü. Biraz kan kaybetmişti ama olsun, Necdet için değerdi. Sağ elini ona doğru uzattı. O bunun farkında değildi, telaşlı bir şekilde dikilmiş; gardiyanları bekliyordu. Gardiyanlar çok geçmeden geldi, ellerinde temiz elbiseler vardı. Omuzlarından tutup güçlükle doğrulttular, ona temiz, beyaz bir gömlek giydirdiler. Birazdan, tıbbi yardım için kliniğe götürüleceğini biliyordu. İki gardiyanın desteği ile ayaklandı, odadan dışarıya doğru yürümeye başladığı sırada durdu, arkasını döndü. Necdet’le göz göze geldi. Kafasını hafifçe eğip, gülümsedi.

“Teşekkür ederim,”dedi.

“Geleceğini biliyordum.”

 

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: