Zaman içinde kitlelerin ilgisini çeken Atlantis, tarih sahnesine Plato’nun “Kritias ve Kharmides” kitabıyla ortaya çıkmıştır. Bu kitaba ışık tutan tartışma ise Plato’nun Kritias kahramanının büyükbabası tarafından, onun da Atinalı devlet adamı Solon’un Mısır’a yaptığı bir geziden bir Mısır’lı rahipten bu bilgileri almıştır. Uzun yıllar Plato’nun hikayesinin bir kurgudan başka bir şey olmadığını öne sürenler olmuş fakat tarihin bazı kısımlarında ancak bir mucizenin doğurabileceği sonuçları ve açıklanamaz olayları Atlantis’e uzaktan yakından bağlayabilecek tartışmalar gün geçtikçe insanların detaylara çok daha fazla dikkat ederek, Atlantis uygarlığının gerçekliğine inandırmaya başlamıştır. Ne de olsa Truva’da bir zamanlar kurgu olarak görülüyordu, keşfedilene kadar!!

            Plato’nun kitabını kaynak olarak alırsak, Atlantis şehrini ve insanların yaşamı anlatılırken, diğer milletlerin kuruluşlarına karşın hikayede tanrısal hikayelere yer verilmemiş ve sadece adayı ve insanlarını tanıştırmıştır. Plato’nun Atlantis’i Francis Bacon’ın “Yeni Atlantis”i veya Thomas More’un “Ütopya”sı gibi bir ders vermek amaçlı değil, mantık çerçevesinde bir uygarlığın tarihini anlatmaya çalışmıştı. Atlantis hikayeye göre “Cebelitarık Boğazı”nın hemen dışında, üç deniz halkasının çevrelediği iki kara halkası ve merkez küçük bir adadan oluşmaktaydı. Bazı dip deniz sondajları farklı ulusların gemileri tarafından yapılmıştır; Birleşik Devletler gemisi Dolphin, Alman gemisi Gazelle ve İngiliz gemileri Hydra, Porcupine ve Challenger, Atlantik’in dibini haritaladı ve sonuç, sahilin kıyısındaki bir noktadan başlayan büyük bir yükselişi gösteriyordu.  Güney Adaları Güney Amerika sahiline, Cape Orange’da, güneydoğu yönünde Afrika sahiline ve güneyde Tristan da Cunha’ya. Bu kara parçası büyük Atlantik derinliklerinin yaklaşık 3 kilometre üzerinde yükselmekte ve Azores, St. Paul’s Rocks, Ascension ve Tristan da Cunha’da okyanusun yüzeyine ulaşmaktadır. Bir İngiliz jeolog, Carl Brabdler-Pracht, bir zamanlar bu yükseltinin bir kara parçası olduğunu Challenger gemisinin sunduğu veri ve haritalardan yola çıkarak savunmuştur. İnşa ettikleri köprü, geçit ve taş duvarları, adada bulunan beyaz, siyah, kırmızı ve mavi taşlarından oluşmaktaydı ki bu taşların hepsi doğal olarak Azores adasında bulunmakta ve bu adanın da kitapta geçen Atlantis’in en yüksek dağı olduğu savunulmakta. Adanın varlığı ve insanları Plato’ya göre deniz tanrısı Poseidon’a ait olmakla beraber, adadaki şatoların çoğunda ve ibadet yerlerinde Poseidon ve Cleitos yani Atlantisliler’in yaratıcılarının heykelleri bulunmakta. Adada çeşitli hayvanlar, özellikle fillerin bulunduğu, gelişmiş bir mimarlık anlayışıyla beraber adada altın ve diğer metallerin işlenişi günlük hayatta kullandıkları araçlardan da görülmekteydi. Gelişmiş bir toplum yapısı olduğu söylenen Atlantis’te kadın ver erkeklerin alanları ayrı ve özenle korunmaktaydı. At yarışları halk arasında yaygındı. Tarım ve hayvancılık üst seviyede, dağlarda yaşayan insanlar için görevlendirilmiş liderler, toplum yapısının tartışıldığı ve yasaların gözden geçirildiği toplanma alanları, sanat, heykelcilik ve bilginin korunması alanında gösterdikleri gelişmelerin hepsi kaydedilmekteydi. Atlantis’i yöneten Poseidon’un 10 oğlu ve en büyükleri olan Atlas’ın bir insanın yaşamı ve ölümü konusunda 10 kralında kararı alınmadan bir tercih yapamamaktaydı. Bir zaman sonra bu tür değerlerini kaybettikleri gerçeği bütün adayı suların altına gönderen facia ile sonuçlanmıştır.

            İncil gibi bir sürü tarihi kayıtlarda form değiştirerek karşımıza çıkan yağmur felaketi aynı zaman ve batan kara parçasındaki insanların ortak özelliklerini yansıtmıştır ve yer olarak neredeyse hepsi aynı yeri dolaylı yoldan işaret etmiştir. Felaketi farklı dinlerin yazıtlarından inceleyecek olursak, Plato bizlere Atlantis adasının bir gün ve gecede battığını söylemekte, Babil’i oluşturan Kladealalılar, efsanelerinde bolluk ve bereket içinde yaşayan bir ulusun akıl almaz bir felaket ile yok olduklarını söylemektedir. Aynı motifler Aztekler ve birkaç Amerika’n kabilesinde görülmekle beraber, Nors mitolojisi, Hindistan ve Yunanistan gibi uygarlıklarda da görülmektedir. Buradaki en ilginç detay ise Yunan Mitolojisi’nde bulunan Deaucalion isimli bir adamdır. Tufandan (Atlantis’i batırdığı söylenen) karısı, çocukları ve çeşitli hayvanlar ile buradan kaçıp insanlığı yeniden çoğalttığı ve şu an yaşadığımız dünyadaki her insanın ikinci bir ırk olduğunu ve bizden önce çok daha kudretli ve gelişmiş bir ırkın bulunduğunu söylemektedir. Bu efsaneyi en yakından Atlantis’e bağlayan tarihi ve dini kanıtlar ise Kronos’un Altın Çağ’ında insanların lüks ve huzur dolu bir yaşam sürerken hazinelerini yani bilgeliklerini koruyamayan, doyumsuz bireylerden Bronz Çağı’na geçince doyumsuzluğun ürünü olarak kibir ve şiddet, Demir Çağı’nda bunu yerini insanların birbirine olan düşmanlığı yer almıştır. Bu bilgilere göre Zeus insanların bu saygısızlıklarını devasa bir tufan ile cezalandırdıktan sonra sadece Deucalion ve karısı Phyrrah kurtulabilmiş ve yeni bir ırkı dünyaya getirmişlerdir.

            Theopompous, Yunan bir tarihçi ve hatip, bir yazıtı olan “Phillippica”da tufandan kaçabilen ve Atlantis’li olduklarını öne sürdüğü insanların “Meropes” olduğunu ve Merou adasından yani Atlantis’ten geldiklerini öne sürmektedir. François Lenormant, bir Fransız arkeolog, Sümerlilerin dilbilgisi konusunda en büyük keşfi yapmış, Mezopotamya ve adı verilmeyen fakat Akdeniz’e kıyısı olan bir uygarlık araştırma konularının odağı olmuştur. Araştırmalarından öne sürdüğü, insan ırkının Upa Merou yani Merou Adası’ndan çoğaldığını öne sürmüştür. Mısırlılar, atalarının “Mero” adasından geldiklerini, Hintlerin de Tanrı’lar ve Tanrı benzeri (değerler açısından) insanların Meru adasında bulunduklarını, Sümer dilinde ise cennet bahçesi anlamında gelen bir sözcük bulunur ki bu da “Maru”dur. Bu kadar farklı kültürlerin benzer isim veya kelimelerinin tarihlerinde bulunması bir takım kültürel etkileşimin yaşandığına işaret eder. Bunun bir örneği ise Kanarya Adası, Afrika kıyılarından birinde ve Afrika’ya bakan Karayip Adalarında aynı tür kafataslarının bulunması, Çiçen Itza’da bulunan, Chacmol heykelinin ayağında bulunan sandaletinin tıpa tıp aynısının, Kanarya Adası’nda bulunan Guanchey heykelinin ayağında olması ve Kanarya Adası’nda bulunan spesifik bir taştan yapılan heykellerin benzerinin Superior Gölü’nde bulunması, Kamarya Adası ve Batı’nın (Amerika’nın Atlantic okyanusuna olan kıyıları) insanlarının aynı ırktan veya bir şekilde kültürel etkileşimde bulunma olasılığını güçlendiriyor. Burada not edilmelidir ki Atlantis’in bulunduğu söylendiği zamanlarda bahsedilen uygarlık veya coğrafyalarda denizciliğin uzun mesafe seferlerinin yapılamayacağına işaret etmektedir. Birbirleriyle kültürel bir iletişimde bulunmayan dünyanın farklı coğrafik konumlarında ilginç benzerlikler bulunmaktadır. Arada bir köprü olmadan bağdaştırması zor gelse de Atlantik okyanusuna kıyısı olan neredeyse her uygarlıkta ve özellikle Avrupa ve Amerika, yaşam tarzı, inanç, adet gibi unsurlar çok benzerlik göstermektedir. Atlantik kelimesinin, Avrupa etimolojisinde bulunmasa da, Nahuatl yeni milattan önce Meksika çevresinde konuşulan bir dil olarak,”atl” kelimesi bulunmaktadır ki bu kelimenin çevirisi tam olarak su, savaş ve baş üstü anlamında gelmektedir. Bu kelimeden türeyen “atlan” suyun sınırında veya ortasında anlamına gelirken “Atlantik” olarak bir sıfat halini almıştır. Bunun bir örneğini de Columbus yaptığı seferlerden birinde Uraba Körfezi’nin girişinde “Atlan” isimli bir şehir keşfetmiştir.

            Medeniyet herkese bulaşamaz; birçok vahşi kabileler buna muktedir değildir. İnsanlığın iki büyük bölümü vardır, medeni ve vahşi. Uygar insan ile vahşi arasındaki uçurum basitçe hesaplanamaz; sanat ve yaşam yöntemlerindeki tek farkı değil, zihinsel anayasada, içgüdülerde ve ruhun yatkınlıklarında bir farkı temsil eder. Sporlarındaki uygar ırkların çocuğu su çarkları, vagonlar ve koçan evleri üretmektedir; vahşi çocuk kendini ok ve yaylarla eğlendirmektedir: biri bir binaya ve yaratma ırkına ait; diğeri vahşet ve avcılığa. Vahşilik ve medeniyet arasındaki bu uçurum, hiçbir tarihsel süreç boyunca hiçbir zaman kendi özgün gücü ve dış etkileri olmadan geçmedi; tarihin şafağında vahşiler hala vahşidir; barbar kölelere efendilerinin sanatlarından bir şeyler öğretilmiş olabilir ve fethedilen ırklar fethedicilerinin sahip olduğu bazı avantajları elbette ki paylaşmışlardır. Atlantis, Atlantik’in her iki tarafında da aynı sanat, bilim, dini inançlar, alışkanlıklar, gelenekler ve gelenekleri tam olarak aynı bulursak, iki kıtanın halkının da tam olarak aynı amaçlarla geldiğini söylemek tarihçiler açısından yersizdir. Akdeniz uluslarının uygarlıklarının birbirine benzediğini düşündüğümüzde, hiç kimse Roma, Yunanistan, Mısır, Asur, Fenike’nin her birinin kendiliğinden ve ayrı ayrı sanat, bilim, alışkanlık ve görüşleri icat ettiğini iddia edemez. Kabul ettikleri şey ise ancak birinden diğerine iniş veya bağlantı ipliğini izlemeye devam etmektir. Birbirlerine yakın zamanda ortaya çıkmış dini inançları incelersek, Platon’un bize söylediği gibi Atlantis dinleri saf ve basitti; meyve ve çiçekler dışında düzenli bir fedakârlık yapmadılar; güneşe tapıyorlardı. Peru’da tek bir tanrıya ibadet edildi ve en görkemli eseri olan güneş, temsilcisi olarak onurlandırıldı. Azteklerin kurucusu Quetzalcoatl, meyve ve çiçeklerden başka tüm kurbanları yasakladı. İlk Mısır dini saf ve basitti; kurban ettikleri şeyler meyveler ve çiçeklerdi; tapınaklar Mısır boyunca Ra’ya yani güneşe dikildi. Peru’da büyük festival Ra-mi olarak adlandırıldı. Fenikeliler Baal ve Moloch’a ibadet ettiler; biri faydalanıcıyı, diğeri ise Dini İnançların zalim güçlerini temsil ediyordu. Genellikle eski Atlantis nüfusunun bir parçası olan Guanches Adaları, ruhun ölümsüzlüğüne ve bedenin dirilişine inanmış ve ölü mumyalarını korumuştur. Mısırlılar ruhun ölümsüzlüğüne ve bedenin dirilişine inanıyorlardı, bedenleri onları emenleri korudular. Perulu, ruhun bedeninin dirilişinin ölümsüzlüğüne inanıyorlardı ve onlar da bedenlerini, onları mumyalayarak önlerini koruyorlardı. “Vücudun mumyalanması Orta Amerika’da ve Aztekler arasında da uygulandı. Aztekler, Mısırlılar gibi, bağırsaklarını alarak Aromatik maddeler yerleştirdiler. Virginia Kızılderililerin krallarının bedenleri mumyalama ile korunmuş, burada kara ve okyanusların uzak mesafeleriyle ayrılmış, aynı inançlarda birleşen ve aynı inançların aynı pratik ve mantıklı uygulamasında farklı ırklar var. Tüm bu benzerliklerin kazara rastlantıların sonucu olabileceğini iddia etmek arkeolog ve tarihçiler için tabu bir konudur. Büyük okyanusla ayrılan bu iki halk, bebeklik döneminde kutsanmış suyla vaftiz edildi; tanrılara aynı şekilde dua ettiler; güneş, ay ve yıldızları bir araya getirdiler; günahlarını benzer şekilde itiraf ettiler; yerleşik bir rahiplik tarafından onlara talimat verildi; aynı şekilde ve ellerin birleşmesiyle evlendiler; kendilerini aynı silahlarla silahlandırdılar; kendilerini aynı şekilde boyadılar; akraba içeceklerinde sarhoş oldular; elbiseleri benzerdi; aynı şekilde pişirdiler; aynı metalleri kullandılar; hastalık için aynı şeyleri kullandılar; benzer hayaletlere, şeytanlara ve perilere inanıyorlardı; aynı hikayeleri dinlediler; aynı oyunları oynadılar; aynı müzik aletlerini kullandılar; aynı dansları dans ettiler ve mumyalandıklarında aynı şekilde ve gömülü oturma; üzerlerinde, her iki kıtada aynı höyükler, piramitler, dikilitaşlar ve tapınaklar dikildi. Yine de aralarında hiçbir ilişki olmadığını ve birbirleriyle hiçbir zaman ante-Kolomb (yani Kolomb’dan önce)  ilişkisine sahip olmadıklarını düşünmemiz isteniyor. Atlantis hakkındaki bilgimiz daha kapsamlı olsaydı, hiç kuşkusuz, Avrupa halkının Amerika halkıyla anlaştığı her durumda, her ikisi de Atlantis halkıyla uyumlu olduğunu ve Atlantis’in her iki halkın da sanat, bilim, gelenek ve düşüncelerini türettiği ortak merkez olduğu öne sürülebilirdi. Platon’un Atlantis ile ilgili olarak bu konuda bize bilgi verdiği her durumda, bu anlaşmanın var olduğunu gördük. Mimarlık, heykel, navigasyon, gravür, yazı, yerleşik bir rahip, ibadet şekli, tarım, yolların ve / kanalların inşasında ve aynı yazışmanın bu bölümde ele alınan tüm küçük detaylara kadar genişlediğini varsaymak mantıklıdır.

 

 

 

 

Biz geçmişi anlamaya başlıyoruz: yüz yıl önce dünya Pompeii hakkında hiçbir şey bilmiyordu; Hint-Avrupa uluslarını birbirine bağlayan dilsel bağların hiçbiri; Mısır’ın mezarları ve tapınakları üzerindeki geniş yazıt hacminin önemi yok; Babil’in ok uçlu yazıtlarının anlamından hiçbir şey; Yucatan, Meksika ve Peru’nun kalıntılarında muhteşem medeniyetlerin hiçbiri ortaya çıkmamıştı. Bilimsel araştırma dev adımlarla ilerliyor. Kim bundan yüz yıl sonra büyük müzeler dünyasının değerli taşlarla, heykellerle, silahlarla, Atlantis’i uygulayabileceğini söylese de, dünya kütüphaneleri yazıtlarının çevirilerini içerecek ve insan ırkının tüm geçmişine yeni bir ışık katacak ve günümüzün düşünürlerinin tüm büyük sorunları? Medeniyeti yeniden inşa etmek için yapılan her türlü girişim açısından zaman içinde iklim ve ihtiyaçlar dikkate almalıdır. Tüm yapının, Atlantis kültürlerinden herhangi birinde kemerin bilgi eksikliğinin kanıtladığı gibi, büyük taş bloklardan inşa edilmiş çatısız taş binalara dayandığı güvenli bir şekilde kabul edilebilir. Dini konularda güneş ibadeti esas olarak hüküm sürdü, ay kültleri kara büyü uygulamasına daha eğilimliydi. Boğa güreşi ve at yarışlarında örneklendiği gibi boğa ve atın kültleri, esas olarak alt sınıfların sapması gibi görünüyordu ve büyük ölçüde felaket zamanına kadar ciddi dini önemlerini yitirmiş gibi görünüyordu. Atlantis kıtasındaki ırkların çeşitliliği ile birlikte, bu konularda her türlü düşünce ve düşünceye açık bir şekilde yer verilmelidir. Bu şekilde yazmanın işe yarayıp yaramadığı şüphelidir. Olduğu gibi başka bir yerde bahsedildiği gibi, yazının kökeni muhtemelen astrolojik ve büyülü amaçlar için muskalara burçların işaretlenmesine kadar uzanabilir ve bu uygulamanın M.Ö. 10.000 tarafından genel kullanıma girdiği kesin değildir. Yine paranın kullanılıp kullanılmadığı da şüpheli görünüyor, İnkaların ve Mayaların altının olası takas değerine ilişkin tamamen cehaleti, bu amaçla diğer malzemelerin ve malların kullanıldığını gösterecektir. Bu nedenle Atlantis dönemine ait herhangi bir madeni para bulma şansı uzaktır, ancak bu ifadede, yazılı ya da yazılı madalyaların, kutsal muskaların ve süslemelerin nihayetinde keşfedilmeyeceği varsayımını garanti edecek hiçbir şey yoktur. Atlantisliler ‘in gemileri olduğu yazılmaktadır, yelken ya da kadırga kölesi kullanımından henüz söz edilemez, ancak olasılıklar yelkenlerde olduğu için, kapsanacak mesafeler, Akdeniz mitolojisinde popüler kürek tekneleri yerine derin gemiler olduğu söylenmektedir. Atlantis’in en önemli ve en büyük fark yaratmış olabilecek medeni özelliği gemilerini ve adamlarını dünyanın her yerine göndererek ticaret yerleri, koloniler ve bağımsız krallıklar kurmasıdır. Peki bunun önemi nedir? Elimizdeki bu bilgilerle antik çağ insanına sanattan madene, inançtan hayvanlara kadar neredeyse yeni uygarlıklar kurmaları ve var olanları geliştirmeleri için zemin hazırlamış olma olasılığı gün geçtikçe, keşifler yeni sonuçlar doğurdukça artıyor. Elimizdeki medeni ulus yapısını Atlantis’e borçlu olabilir miyiz?

Çin den başlayıp, Orta Asya’dan Mezopotamya ya, oradan kuzey Afrika’ya, hatta İzlanda’ya kadar Atlantis’in ayak izleri araştırılmalıdır.

Tekrar hatırlamakta fayda var; Ne de olsa Truva’da bir zamanlar kurgu olarak görülüyordu, ta ki keşfedilene kadar !

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: