Sahilde kışın esen rüzgar havası, bu dağ başındaki semte ulaşmıştı. Hava soğuktu ve ben ellerim cebimde büzüşmüş bir şekilde yürüyordum. Günün en sıkıcı zamanlarıdır Akşamüzeri. Karanlığını sevmeme rağmen karanlığa yaklaşmak beni aşırı korkutuyor her zaman. İçime son zamanlarda daha fazla yerleşen kaçıp gitme duygusu, bu vakitlerde tüm benliği ele geçirirdi. Bu hissiyat, soğuk rüzgar ile beni titretirdi. Rüzgardan mı yoksa kaçıp gidememekten dolayı mı titriyordum anlamıyorum. Kaybolmuş yok olmuş gibi dersten çıkınca saatlerce yürüyor, ayaklarım sanki beni hedefi belli bir yere götürüyordu. Üniversite yolu; dik yokuşu olan, uzun ağaçların zirveye kadar devam ettiği, araba gürültüsünün, kahkahaların bitmediği bir yerdi. Her gün dersten çıkınca yokuşu yürüyerek inerdim. Dersler gece geç vakitlere kadar devam ederdi. Bu saatlerde kampüsteki köpekler asabi olduğu için insanlar ya da gürültücüler yürümeyi tercih etmezlerdi. Tek tük gürültücüler etraftaydı ve sevgilileri ile el ele tutuşanlar vardı, onlar da sevişe bilmek için bir yer arıyorlardı. Köpek korkusunu yenmişlerdi, sevişmemek isteyenler, mamasını arayan kediler gibi etrafı süzüyorlardı. Onları görünce uzun zamandır sevişmediğimi fark ettim ama bu konu üzerine pek düşünmedim. Yavaş yavaş o dik ağaçlı yokuşu;  köpek ulumalarıyla, yaprak hışırtısı ve araba gürültüsü ile bitirmiş sayılırdım.

Arabalara olan nefretim, insanlarınkinden daha fazla. Araba gürültüsünden uzaklaşmak için bu Rum evlerinin arasından geçiyordum, evler her baktığımda beni tarihsel bir yolculuğa çıkarıyordu. Eskiden Rumların yaşadığı bu sokaklarda şimdi Türkler vardı. Renkli evler, kocaman pencereler, kırmızı kiremit çatılar arasında geçiyordum. Tüm evler soğuğu kesmek için büyük demir panjurlarını kapatmıştı, etraf o kadar sessiz ki sanki bir sen varsın hissiyatı veriyor. Yolda yürürken gürültücüler; her zaman o iğrenç tiksintici bakışlarını diker, avına bakan kaplan gibi gözden kayboluncaya kadar utanmazca bakarlardı. Öldürmek istediğim binlerce gürültücü var. Kafamı kaldırdım soğuk havayı ciğerlerime doğru çektim. Ağır bir tütünü tek nefeste yarılamış gibi hissettim. Gözüm çok uzaklarda yalnız bir ışığa ilişti, ağzımdan şöyle bir mısra çıktı: ‘Görünen şimdi bir çobanın el feneridir öyle hüzünlü öyle yalnız…’Rum evlerinin arasından binlerce defa geçmişimdir. Binlerce defa gürültücüleri öldürmek istemişimdir. Rum evlerinin güzelliğine dalıp giderken acaba ne kadar ömrün kaldı diye düşünmeden edemiyorsun. Her şeyin bir ömrü vardır kiminin uzun kiminin kısa. Biraz ilerledikten sonra bir müzik sesi duydum, yavaş adımlarla o müziğe doğru ilerledim. Müziğe iyice yaklaştıkça sözleri bana acı vermeye başladı ve bu acıdan zevk alarak durdum, sadece dinledim. Her zaman bu binaların arasından geçerken yeni, gizli bir güzellik keşfediyorsun. Şarkıyı daha önce birileri ile dinlemiş gibi hissettim, şarkı ağzıma dolanmıştı:

Soluk bir ay dolanıyor  
kentin üstünde her gece. 
Her gece bilge bir gezgin 
tavrıyla adımlıyor yolunu.

Güz yanığı bir durgun 
sessizlikle örtülü her şey 
ve yırtılmış bir tül gibi 
savrulup duruyor zaman.

‘Savrulup duruyor zaman, savrulup duruyor zaman. ’ Bu mısraları tekrar ederken bir çay içmek istedim. Kafeye gittim, kafenin adı ağaca kazınmış tozlu bir şekildeydi zar zor okunuyordu. ‘Zamansız Kafe’ ismi bende ufak bir tebessüm yarattı, içerisi bir sahaftı. Sanırım kitap satışlarından geçinemeyince kafe ile birlikte işletmişler. İçeride sarı ışığın oluşturduğu loş bir ışık, binlerce tozlu kitap ve üç beş masa vardı. Duvarlarda şair ve yazarların sözleri asılıydı. Tek boş yere geçip oturdum. Duvarda görebildiğim yazıları okumaya başladım. Sadık Hidayet’in sözü asılıydı: ‘Dünya gözüme boş ve gam veren bir ev gibi görünüyor.’ Bir diğer yazı Dostoyevski’nin ‘Beyaz Geceler’ kitabından alıntılanmıştı ve şöyle yazıyordu: ’Daha yıllar geçecek ve peşinden kasvetli yalnızlık gelecek.’ Gözüme ilişen bir kadın resmi vardı, kafasını sağ elinin üstüne koymuş hüzünlü bir bakış ile altında şu mısralar yazılıydı: ‘Çoktan kapanmış bir çağın kalıntısı gibi hissediyorum kendimi her yönden yükselen kağıtlar arasında.  ’Bu yazıları okurken ne kadar mükemmel yazdıklarını düşündüm. İnsan yazınca rahatlarmış diye söylerlerdi. Bence insan güzel yazınca rahatlar, bir an için. Garson çayımı getirmişti karanfil ve tarçın kokusu çay ile birleşince farklı bir tat olmuştu. Etraftaki masalarda, gürültücüler kendi aralarında fısıldaşıyorlardı, gülüyorlardı. Garsonun sürekli beni süzen bakışları, beni rahatsız etti diğer avcılar gibiydi o da. Hemen masadan kalktım ve eve doğru yorgun adımlarla, etrafa bakmadan ilerledim. Ayaklarım yolları ezberlediği için 20 dakikalık yol hemen bitivermişti. İyi ki bitmişti, yoksa bir şeyler beynime takılacaktı ve düşünmek zorunda kalacaktım. Oysa biliyorum ki düşünmek en acı umutlardan biridir.

            Eve vardığımda çantamı yere atıp mutfağa doğru ilerledim, dolabı açtım. Aç olmama rağmen canım bir şey yemek istemedi, bir kahve yapıp salona doğru gittim. Koltuğa oturdum ayaklarımı masanın üzerine attım. Kafedeki şarkıyı tekrar açtım, bir sigara yaktım. Karşımda Edvard Munch’un ‘Çığlık’ tablosuna bakarak kahvemi yudumladım. Elim masaya çarptı, masadan bir şeyler düştü önce umursamadım. Sigaranın külü üzerime düşünce kalkmak zorunda kaldım. Üstümü temizledikten sonra yere düşen şeye gözüm ilişti bir süre baktım. Geçmiş gözümde bir an için canlanmıştı. Herkes özlem duyar geçmişine ama ben duymuyorum. Yere düşen şey çektiğim fotoğraflarımdı. Üniversitenin ilk yıllarında fotoğraf ile ilgilenirdim, üniversiteyi kazanınca abim, bir fotoğraf makinesi hediye etmişti. Sanırım o üniversite yıllarında sinema ile ilgilenmiş ama başaramamıştı. Belki ben başarırım diye borca girip almıştı, fotoğrafları yerden kaldırınca bakmaya başladım. Bir sigara daha yaktım. Genellikle siyah beyaz çektiğim fotoğraflardı. Arkadaşlarım, sevgililerim, ailem, ağaçlar, kuşlar, sokakta uyuyanlar, pahalı arabasına binenler, öğrencilere heyecanla tarihi bir olayı anlatıyormuş gibi görünen bir öğretmen ve etrafına doluşan öğrenciler, tanımadığım kadın ve erkekler, ağlayan çocuklar tartışan sevgililer. Yüzlerce fotoğraf. Bir anlam ifade etmeyen kâğıtlar gibi şimdi. Düzensizce masaya tekrar bıraktım. Masadan kalktım gözlerimi ovuşturarak uyamaya giderken diğer odanın ortasında boş bir sandalye hüzünlü bir şekilde duruyordu. Yatak odasına giderken dün bir şeyler yazdığım yarım kalan yazımı yazmak istedim. Bir bardak su aldım, odaya geçtim. Saat gece yarısını çoktan geçmişti, masaya oturdum ve kafe de gördüğüm kadın resmi gibi kafamı sağ elimin üstüne bıraktım, yazmak istiyordum bir şeyler ama kalem kâğıda değdiği an bir korku sarıyordu bedenimi, ellerim titriyordu bugün yazacağım, tek kelime tek cümle dahi olsa.

O suyu  biz de bulandırmayalım. Yoksa geç mi kaldık. Her şey berraklığını yitirdi mi? Dostluk, arkadaşlık, aşk, sevgi hatta düşmanlık bile. Bilmem kaçıncı oturuşum bu masaya. Yazacak pek bir şey de yok aslında. Bir şair o kadar yazıyı nasıl yazabilir ki ya da bir yazar. Yaşamdan bu denli uzak yaşamasının nedeni midir? Yalnızlık her kırık düşün sonucu mudur? Belki benim kuruntularım ya da tembelliğim ama gerçek bir şey varsa o da bir mahkumdan farksız olmamamdı. Artık nefes almak bile zor geliyor gereksiz geliyor. Dostoyevski’nin, Camus’un gençliği gibi biz de daha berbat bir yaşamdayız. Tüm duygularımdan uzaklaştım hatta bazılarını kaybettim. Şu an o kaybettiğim duygularıma bakıyorum. Onlar elimdeyken nasıl bir yaşamım vardı? Sanırım şu ankinden farksız değildim. Evet mutlu sanıyorduk şiirli şaraplı geceleri, Shakespeare sonelerini okurken mutlu oluyorduk, Shakespeare mutlu zamanlarında yazmış gibiydi dizeleri ama bir insan mutsuz olduğunda yazar ben de öyle yapıyorum çünkü diğer yol köktenci bir sonucu olmasına rağmen biraz daha ağır.Yarının değişeceği umudunu taşımaktan bıktım. Şimşek patlasa diyorum, yerle bir olsa her şey bir su yatağına düşsem, başka bir kıtaya sürüklensem ve hamile olan bir hayvan tarafından içilsem ve baştan doğsam. Artık yazamıyorum, el titremem arttı, deprem oluyor gibi hissediyorum. O sırada elim bardağa çarptı, bardak yere düştü kırıldı. Kırılan bardağa bakınca getirdiğim suyu içemediğimi fark ettim. Dengemi kaybediyorum, başım dönüyor, midem bulanıyor. Kendimi zorda olsa yatağa atabildim. Başımı yastığın altına koyup sıkıca kendimi kavradım. Bir süre uyumaya çalıştım, uyuyamıyordum. Sessizliği dinlemek istedim. O sırada camiden insanları uyandırmaya niyetli imam, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. İmamın sesi eşliğinde bu karanlık şehir uyanmaya başlıyorken ben yatıyordum.

 

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: