“Deniz ve Mehtap sordular seni; Neredesin?” Şarkısını söyleyedursun ikinci sınıf pavyon konsomatristi; Denizin dalgalarının titrek uğultusuna karışan yumuşak, yarım kalmış acıklı ses yaşlı adamın içine işliyordu. Sahilde ılık bir rüzgâr gibi duyduğu bu ses ona su gibi akıp giden geçmişini hatırlattı. Doğrularını, yanlışlarını, hatalarını, sevaplarını, yapmak istediklerini, yapamadıklarını, yarım bıraktıklarını, üzüntülerini, sevinçlerini, pişmanlıklarını düşündü. Acılara yumdu solgun gözlerini. Yaşananlar çırılçıplak gerçeğin kendisiydi. Geçmişinin çıplak ayak izleri sisler bulvarından geçen Halikarnas balıkçısı misali hayalinde belirdi. Zaman nedir? Hayat nedir? Diye geçirdi içinden. Filmlerde izlediği, romanlarda okuduğu gibi zamanda yolculuk mümkün müydü?

Yaşlı adam bu engabeli düşüncelere daladursun uzakta balıkçı teknelerinin belli belirsiz ışıkları parlıyor, yalnız ve ıssız fenerin ağustos böceklerini andıran ışığı yanıp sönüyor, ışık denizin dibine düşmüş gümüş bir hançer gibi geceyi süslüyordu.

Derin bir iç geçirdi. Geçmişe dönüp hayatından pişmanlıklarını silmek istedi. Zaman; derin boşluktaki gecede kuyruklu yıldız misali iz bırakarak akıp gitmişti. Zaman her şeye merhem mi? Zaman acıları unutturabilir mi? Yaşamdan yediği acı tokatları unutabilir miydi? Keşke mümkün olabilseydi. Akan zamanı geriye döndürüp üzdüğüm kalbini kırdığım insanlardan af dileyebilseydim diye düşündü. Kimisi ölmüş, kimisi kayıp uzakta, kimisinin adını bile hatırlamıyordu. Ama en azından tanıdıklarımdan, bildiklerimden af dileyebilirim diye düşündü. Yüreğinde tatlı bir huzur hissetti. Kalp kırmanın ne kadar acı olduğunu biliyordu. Onun kalbi de defalarca kırılmıştı. En çokta en sevdikleri acıtmıştı. Dostum, Canım dediği insanların kendisini ne kadar üzeceğini tecrübe etmişti. Ama artık zaman; geçmeyen sızı, bitmeyen yol, yağmayan yağmur gibiydi.

Sonra bu düşüncelerden vazgeçti. Bunlarla uğraşacak ne zamanı ne takati kalmamıştı. Ömründe en çok sevdiği insanı, biricik eşini ve onu en iyi anlayan hayat arkadaşını kaybetmenin acısı hepsinden daha kötüydü. Vicdanı rahattı onu hiç üzmemişti. Eşten çok bir vefalı dost gibiydiler. Birlikte ağlar, birlikte gülerlerdi. Birbirlerini her yönden tamamlıyorlardı. Onun ölümüne çok üzülüyor, kalbi acıyordu. Sanki ruhu bedeninden çıkmış gibiydi.

Tatlı, sıcak, romantik, güzel bir yaz günüydü. Oturduğu yüksek falezlerin üstünden kıyıdaki evlerin, otellerin, pansiyonların geceye huzur veren ışıklarını seyretti. İnsanlar sahilde, balkonlarda, sokaklarda, parklarda çocuklarıyla, eşleriyle, sevdikleriyle mutluydular. Buraların insanları mutluydu. Yaz insanı mutlu ederdi. Mutsuzluk yaza yakışmazdı. O ise hayatında daha önce olmadığı kadar mutsuzdu. Onca yıldır aynı yastığa baş koyduğu eşini kısa bir süre önce kaybetmişti. Ömründe İlk defa kendini kimsesiz ve yapayalnız hissediyordu. Tutunacak dalı, dayanacak gücü, derdini paylaşacak kimsesi de yoktu. Kendini evine hapsetmiş, hiçbir şeyden zevk almıyor, insanlardan kaçıyordu. Fani dünyada sarılıp koklayacak çocuğu da yoktu. Çocukları olmamıştı. Ama o bunu dert etmemiş, bir gün bile eşine yansıtmamıştı çünkü onu her şeyden çok seviyordu.

Şimdi hayat ve zaman sanki durmuş vakit geçmiyordu. İçindeki sıkıntı günden güne daha da büyüyordu. Üzüntüden yemeden içmeden kesilmiş, nefesi zayıflamış, sağlığı günden güne bozulmuştu. Bu hayatta eşinden başka kimsesi yoktu. Kırk yıla yakın hiç ayrılmamışlardı, her yere beraber gider, her şeyi beraber yaparlardı. Eşinin üstüne gül koklamamış, onu hiç aldatmamıştı. Onunla karlı ve ayazlı bir günde otobüs terminalinin bahçesinde tanıştığı günü hatırladı. Görür görmez hemen kanı ısınmıştı. Ne kadar sevimli ve sıcakkanlıydı. Başındaki kırmızı bereyi, omzundaki kırmızı atkıyı dün gibi hatırlıyordu. Oldukça kalın giyinmesine rağmen minik bir serçe gibi soğuktan nasıl da titriyordu. Ona acımış üzülmüştü. Yanına gidip; “Hanımefendi isterseniz otobüsünüz gelene kadar içeride bekleyin, üşüyorsunuz, içerisi sıcaktır ısınırsınız” demişti. Kız onu sanki daha önce tanıyormuş gibi bir süre bakmış ve güvenmişti. İçeri girip ısınmışlar, otobüsleri gelene kadar sohbet etmişler, birbirlerini tanıyıp sevmişler ve bir kaç yıl sonra evlenip ömür boyu hiç ayrılmamışlardı. Ama şimdi onları ölüm ayırmıştı. Oysa ne güzel hayalleri vardı. Emekli olunca bir karavan alıp önce memleketlerini sonra dünyayı dolaşacaklardı. Kendisi üç ay önce emekli olmuştu. Eşi iki yıl sonra olacaktı. Ama ne yazık ki emekliliğini yaşayamadan dünyadan göçmüştü. Kader ağlarını örmüş, Yaşam en ağır tokadını vurmuş ve kara bulutlar nereye gitse tepesinde geziniyordu.

Vasiyetini yazmıştı. Küçük bir evi ve eski bir arabası vardı. Her şeyini çocuk esirgeme kurumuna bıraktı. Zaman buldukça gider, çocuklara yardım eder, onları bir baba şefkatiyle severlerdi. Çocuğu olmamıştı ama bütün çocuklar onundu.

Kalktı, arabasına binip evine gitti. Vasiyetini ve yanında bir not yazdı. Masanın üstüne koydu. Kapıyı anahtarı üstünde açık bıraktı. Köpeğinin, kedisinin yemini suyunu verdi. İkisini de insanlar sahiplensin diye kapının dışına bağladı. Arabasına bindi. Sahilde gelip ustaca park etti. Falezlerde yüksek bir kayaya çıkıp oturdu, bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekti.

Unuttuğu bir şey vardı, yapması gereken bir şey, yapabileceği bir şey, yapmak zorunda olduğu…

İnsanlar sahilde gülüp, oynayıp, eğleniyordu. Deniz durgundu, insanlar mutluydu, temmuzdu, yazdı, hava sıcaktı, kendini boşluğa bıraktı.

Ölmek için güzel bir gündü.

Sabah köpeğinin ve kedisinin acıklı sesinden uyanan komşusu polisi aradı, arabası sahilde bulundu, cesedi kıyıya vurdu, polis notu buldu, notta iki dörtlük vardı.

Ah ile geldim dünyaya

Buldum nur yüzlü sultanım

Tam huzura erme vaktinde

Mukadder oldu hicranım

 

Beden zulüm oldu dünyaya

Eyvahlarım kahrım bilinmez

Ömrüm ışıksız bir zindanda

Ah ile hayat çekilmez.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: