Evimiz, şehrin merkezine yakın eski semtlerden birindeydi. En yenisi yirmi yıllık olan, bitişik nizam apartmanların, dar sokaklarda birbirine baktığı, yeşilliğin ise sokak aralarındaki küçük oyun parklarıyla sınırlandığı bir mahalleydi burası. Bu mahallelerin eski sakinlerinin çoğu yeni yerleşimlere, lüks sitelere taşındığı için, mülkler zaman içinde el değiştirmişti. Benim, doğduğum, yetiştiğim ve evlenince de yine oturmayı tercih ettiğim bölgeydi burası, uzaklaşamamıştım. Seviyordum şehrin tarihi merkezini, her şeyin elimin altında olmasını ve çocukluk ve gençlik anılarımın izleri arasında yaşamayı.

 

Oturduğum apartmanın balkonlu yan cephesinin, karşıdaki apartmanla arası ancak altı yedi metreydi. Hizamızdaki dairede mahallenin eski sakinlerinden olan Hulusi Bey amca yaşardı. 85 yaşlarında, eski bir hakimdi. Eşini beş yıl kadar önce kaybetmişti ve tek başına yaşıyordu. Kızı, oğulları vardı. Hepsi, evli barklı, çocukluydular, bir oğlu yurtdışında, diğerleri başka şehirlerde yaşamaktaydılar. Çocuklar, gelinler, torunlarla dolu kalabalık bir ailenin yalnız ve hüzünlü yaşlısıydı.

 

Her gün mutlaka balkondan balkona selamlaşır, hal hatır sorar, konuşurduk. Yaşına göre hem bedenen, hem zihnen çok iyi durumdaydı. İyi havalarda elinde bastonuyla ve başındaki kasketiyle dışarı çıkar, kısa yürüyüşler yapar, parkta gazetesini okur, parkın çocuk büyük ziyaretçileriyle vakit geçirirdi. Hali, tavrı, giyimi, sohbeti çok zeki, iyi eğitimli, güngörmüş bir insan olduğunu belli ederdi. Komşular ve mahalle esnafı büyük saygı duyar, ilgilenirdi kendisiyle. Haftada bir gelen bir yardımcı kadın, evinin işlerini, çamaşırını, bir iki kap yemeğini hallederdi. Arada komşular, -ben de dahil- pişirdiklerimizden gönderirdik. Geri gelen tabaklar boş gelmez,  çocuklarım için gofretler, çikolatalar, şekerler konmuş olurdu. Benim dokuz yaşında bir oğlum, beş yaşında bir kızım vardı. Onları torunları gibi severdi. Onun çocuklarıma gösterdiği muhabbet karşılıksız kalmaz, benim çocuklarım da onu “Hulusi dede” olarak tanırlar ve severlerdi.

 

Hulusi Bey amcanın çocuklarla çok sıcak, yürekten bir iletişimi vardı. Kızımla parka gittiğimizde tüm çocukların onun etrafında olduğunu görürdüm. Onlara bilmeceler sorar, hikayeler anlatır; kuşlara beraber yem verirler, kedileri severlerdi. Çocukla çocuk, büyükle büyük olan hoşsohbet bir insandı. Köklü ve varlıklı bir aileden geliyordu, kibarlığı, tecrübesi, saygınlığıyla etrafındaki insanlarda hayranlık uyandırırdı. Çocuklar, çiçekler, hayvanlar ve kitaplarla mutluydu ve yaşama sevinciyle doluydu o yaşında bile. Çok entelektüel bir insandı, unutmadığı Fransızcasıyla şiir dizeleri söyler, hukuki bilmeceler sorar, siyasi tarihten anekdotlar anlatır, sanattan bahsederdi. Çok şey öğrenirdik onun derin ve tatlı sohbetinden.

 

Çocukları bazı hafta sonlarında, tatil günlerinde gelirlerdi, o zaman özelikle torunlarıyla hasret giderir, çok mutlu olurdu. Ama götürmek isteseler, onlarla gitmezdi. “Ben evimde rahatım, anılarımla mutluyum” derdi. Bir kez evine uğramıştım. Evindeki eski eşyaları, boydan boya kitaplığı ve eşinin, çocuklarının, torunlarının, değişik yıllardan, yaşlardan onlarca çerçeveli fotoğrafı dikkatimi çekmişti. Cam önünde ve balkonunda da özenle ilgilendiği saksılarca çiçekleri vardı. Kuşlar için balkona pirinç koyduğundan, kumrular da onun balkonundan öterlerdi hep.

 

Parktaki sohbetlerimizde yaşamını, ailesini anlatırdı bazen. Karısını nasıl tanıyıp evlendiğini anlatırken gözleri duygu yoğunluğuyla buğulanırdı. Kızının okumayıp erken evlenmesinden hayıflanır, kız çocuklarının eğitimi üzerine nasihatte bulunurdu bana. Oğullarının hepsi meslek sahibi olup, yuvalarını kurmuşlardı. Torunlarından biri hukuk fakültesinde okuyor diye çok gururlanırdı.  Uzakta olmalarından, yalnızlığından şikayet etmezdi çünkü hayata rahat ve olumlu duygularla bakan, biraz kaderci ve kalender bir yanı vardı.

 

Bir yaz günü oğlu gelip, Hulusi Bey amcayı ısrarla beraberinde alıp götürmek istedi. Giderken bize balkondan el salladı, veda işareti yaptı. “ Ben tatile gidiyorum. 15 güne gelirim, kuşlar size emanet” dedi. Evi kapatıp gittiler. Biz de ondan bir süre sonra tatile çıktık ailece. Döndük, haftalar geçti, yaz bitti, sonbahar geldi. Çocuklarım balkondan Hulusi dedelerine seslenip durdular; perdeler, camlar hiç açılmadı; saksılardaki çiçekler soldu. Kuşlar bizim koyduğumuz yemlere gelmeye alıştılar. Endişeliydik, merak ediyorduk, ama Hulusi Bey amcadan haber alabileceğimiz kimse yoktu. Belki çocukları alıkoymuştur, bırakmamışlardır diye teselli ediyorduk kendimizi.

 

Sonra bir gün yardımcısını gördüm balkonda. Hemen kadınla konuşmaya yeltendim, Hulusi bey amcayı sorarken, kadının gözlerinin yaşlı olduğunu fark ettim. Ben sorunca ağlayarak anlattı. Hulusi Bey amcanın,  oğlunun evinde aniden hastalanıp, bir hafta içinde vefat ettiğini ve orada toprağa verildiğini söyledi. Ev, emlakçıya verilmişti, satılacaktı. Kendisi evi toparlamaya, bazı büyük eşyaları dağıtmaya gelmişti. Hulusi Bey amcanın çocukları daha sonra geri kalan işlerle ilgilenmeye geleceklerdi. Kuruyan çiçekler atıldı, balkona kocaman bir “satılık” levhası asıldı ve bizim içimiz çok ama çok acıdı.

 

Günlerce kendime gelemedim, çocuklara Hulusi dedelerinin yokluğunu nasıl anlatacağımı bilemedim. Bize ondan kalan tek yadigar, kendi kitaplığından oğluma verdiği bir kitaptı: “La Fontaine’den masallar”ın, sayfaları sararmış eski bir basımı.  İçinde kendi yazısıyla tarih ve imzası vardı. Onu yad etmek ve hatırasını canlı tutmak için çocuklarımla oradan hikayeler okuduk yıllarca. Kızım da oğlum da artık büyüdüler, meslek edindiler, yuva kurdular. Ben ise Hulusi Bey amcanın hediyesi olan o kitabı, kitaplığımın en değerli parçası olarak özenle sakladım.

 

Artık benim de bir torunum var. Onunla vakit geçirmek dünyanın en keyifli duygusu. Torunuma La Fontaine’den “ kibirli karga” masalını okurken pencereden bir tıkırtı geliyor. Minik bir kumrunun camın önüne konduğunu görüyor, yem istediğini anlıyorum. Kumru’nun o ritmik ötüşünü duymak ikimizde de bir sevinç yaratıyor, torunum heyecanla minik ellerini çırpıyor. Her çocuk gülüşü, her kumru ötüşü,  Hulusi bey amcanın yaşam sevincini hatırlatıyor bana ve ondan miras yılların alışkanlığıyla, kuşlara pirinç koymak üzere, masala kısa bir ara veriyoruz.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: