“Geri geleceğim dedi. Gelmedi… Duyduğum aşk onu geri getirirdi, ama getirmedi…”

 

 

   Aynadaki yansımasına baktı. Yüzü, cildi, elleri buruş buruş olmuştu. İdrak edemese de yaşlandığını kabul etmeliydi. Ruhu… Ruhu da yaşlanmış mıydı?

Tuvalet aynasının önünde duran siyah kadife kaplı küçük kutuyu açtı. İçinde rahmetli kocasının ona armağan ettiği sedef kaplamalı küpelerini çıkardı. Buruşan kulaklarına taktı.

Koyu kahverengi gözleri parlıyordu. Beyazlaşan saçlarını topuz yapmıştı.

Kumaşı kadife olan koyu lacivert bir ceket giydi. Hazır olduğunu hissedebiliyordu.

Tahta pencereye doğru gitti. Bahçede park halinde duran arabalara baktı. Konuklar gelmiş olmalıydılar…

Kapının yavaşça tıklatıldığını duydu.

“Babaanne? Girebilir miyim?”

“Tabii,” dedi tebessüm etmeye çalışarak. Odaya torunu girmişti. Uzun boylu ve güzel bir kızdı. Koyu kahverengi, kıvırcık saçları vardı.

“Geldiler. Seni bekliyoruz.”

Birlikte ağır adımlarla odadan çıktılar. Yavaş adımlarla merdivenleri indiler. Misafir salonuna doğru yol almaya başladılar. Konuklar, torunu için görücü gelmişlerdi. Damat adayı makine mühendisiydi ve kızla birbirlerini üniversite yıllarında tanımışlardı. Yaşlı kadının en büyük görevi birbirini seven bu iki gencin birleşmesine ön ayak olmaktı. Beyaz kaplamalı salona giriş yaptılar. Gelen konuklar kadını görünce ayağa kalktılar. Müstakbel damat, elini öpmek için iki adım öne çıktı.

Yakışıklı, boylu poslu bir delikanlıydı. Parıldayan iki çift ela gözleri vardı. Gözleri, eski bir tanıdığının gözlerini anımsattı o an… Büyük ela gözler… Göz bebeğine doğru yoğunlaşan yeşilin tonları, adeta dans edişleri…

Kadın, derin bir nefes alarak tebessüm etmek için uğraştı. Ama içi, yüreği tepedeki güneş kadar sıcak değildi.

“Merhaba Kevser Hanım.”

Damat sırayla anne-babasını tanıştırdı. Ailenin tek oğluydu. İstanbul’dan geliyorlardı. Tanışmadığı son bir insan kalmıştı. Kafasını göğe kaldırmıyor, adamın ayaklarını görüyordu sadece.

“Dedem Kadir.”

Elini sıkmak için elini uzattı. Gözleri adamın eline odaklanmıştı. Adamın eli titriyordu. Elini sakince tuttu kadın. Aniden vücuduna yayılan titremeye engel olamadı. Neler olduğuna dair bir fikri yoktu. Hızla kafasını kaldırarak adama baktı. Beyninde şimşekler çakmaya başladı.

Tanıdığı gözler, ezberlediği çizgiler, alışık olduğu sima, hayran olduğu saçlar, âşık olduğu adam…

“Kadir?” dedi tekdüze. O an için sadece dudaklarından bu isim çıkmıştı.

Dünya başının üzerinde dönüyordu.

Ölüyor muydu?

Yoksa yeniden nefes mi alacaktı?

Arafa düşmüştü sanki. İmkânsızdı! Bu imkânsızdı! Benzetmiş olabilir miydi? Beyninde o an için sadece tek bir cümle yankılandı:

Bir ölü nasıl canlanırdı?

 

                                               50 yıl önce…

                                               Savaş yılları

 

Çanakkale-Eceabat

 

 

  Çetin bir kış yaşanıyordu. Şubatın keskin soğuğu bütün canlıları yakıyor, çiçekleri donduruyordu. Çevrede ölümün verdiği sessizlik vardı. Ölüm…

 Ölümün sıcaklığı kimseyi ısıtamıyordu. Acı ve keder, adı soyadı olmuştu halkın. Kapıdan uğurlananlar, görünmez bir kefenle yürüyorlardı kaderlerine. Toprak sulanmak istiyor, su yerine kan istiyordu. Gidenlerin ruhları cennete yol alırken, kalanların gözlerine kalıcı bir hüzün yerleşiyordu. Çaresizliğin, ne derin bir acı olduğunu, yaşamadan kimse anlayamazdı. İnsan vatan, millet ve toprak adına ölmek ister miydi? Bu ne denli bir aşktı böyle…

Arkada bırakılan analar, sevdalılar, canlarının parçaları evlatları varken, vatanları için ölüme yürüyen insanlarda nasıl bir yürek vardı böyle?..

Erkekler gidiyor, kadınlar ise en büyük düşmanları umut ile aynı çatı altında kalıyorlardı. Ölümdü en gerçek olan. Sükûnet yakışmıyordu Çanakkale’ye… Doğan her bebe bomba sesleriyle uyumaya alıştırılmıştı. Ninni gibi…

 

Sobaya iki odun daha attı Kevser. Elde avuçta kalan son yakıtı buydu. Tek gözlü, tahtadan yapılan bir evde konaklıyorlardı bugün. Bütün halk sürekli göç etmek zorundaydı. Savaşın gidişatı her an değişebilirdi, kimse temelli yerleşmiyordu bir yere.

“Kevser, su getirir misin kuzum?”

Yerde duran sürahiden çelik kaba su doldurdu. Ölmek üzere olan üvey anasına uzattı. Dudaklarına götürüp içmesine yardım etti.

Hasta kadın iyi bir insandı. Kevser’i öz evlatlarından ayırmamış, kızı olmadığı için kendi kızı gibi sevmişti. İkisinin de acısı aynıydı. İkisinin de gözlerinin altında ebedi bir morluk oluşmuş ve göz bebeklerine hüzün yerleşmişti. İkisi de ağlayamıyordu artık. İki kadın gözyaşlarını savaşta şehit etmişlerdi…

Kadının kocası ve yiğitleri, kızında öz babası ve üvey ağabeyleri şehit düşmüştü. Dua ediyorlardı sadece. Bütün kadınların yapabildiği tek şey dua etmekti. Ettikleri dualar şehit düşenlerin cennete gitmelerini sağlardı, geri dönmelerini değil…

Sobanın üzerinde küçük bir tencerede duran tarhanayı karıştırdı. Elinde kalan son erzaktı bu. Onu da anasına yedirecekti. Tahta tabağa çorbayı koydu.

“Ana, haydi doğrul.”

Kadın, zorlukla nefes alabiliyordu. Yitirdiği sevdikleri ömrünü kısaltmıştı. Onlara kavuşmak için az bir zamanı kalmıştı.

Kevser, tahta kaşıkta duran çorbayı üflemeye başladı.

“Ah yavrum, Kevser’im… Seni bırakıp nasıl giderim?”

Sol gözünden bir damla yaş düştü. Kızın gözleri doluverdi hemen. İçine çekti bütün yaşları.

“Ana deme öyle. Gittiğin bir yer yok daha.”

“Az kaldı. Babana, ağabeylerine gideceğim. Sende bekletme bizi olur mu?”

“Anaa…”

Kevser’in gözlerinden teker teker düştü damlalar. Savaşta kurşun yiyip yıkılan yiğitler gibiydiler…

Anasının, ağladığını görmemesi için kafasını eğdi.

“Bu soğumuş, azcık daha koyayım üzerine.”

Bahaneyle anasının yanından kalkarak sobanın yanına gitti. Çorbayı tencereye geri boşaltıp, kapının önüne attı kendini. Kapı koluna sımsıkı sarıldı. Bu kadar ölüme nasıl dayanırdı? Her kış sonrası bahar gelir çiçek açar derlerdi. Neredeydi? O çiçekler neredeydi? Çiçek kokularını özlemişti, çocuk kahkahalarını, anaların gülen yüzlerini… Fakat savaş, erkekleri toprağa söküyor, kadınların ruhlarını emiyordu.

İleriden, uzaklardan gelen bomba seslerini duyunca yerinde irkildi. Bir sis gibi duyuyordu sesleri. Hızla kapıyı kapatarak yatakta yatan kadının yanında gitti.

Kar yağmaya başlamıştı. Sanki bulutlar toprağın kanla sulanmasını istemiyordu. Soba sönmek üzereydi. Üvey anası tahta divanın üzerinde huzursuzca dönüyordu. O da gidince ne yapacaktı Kevser? Kimsesi kalmayacaktı.

Bulutlarla kaplanan dolunaya baktı. Sanki denizin bütün kırmızılığını almak istermiş gibi bir hali vardı… Sanki insanlara hüzünle bakıyor, savaşanlar için dualar ediyordu. Sönmek üzere olan muma çevirdi bakışlarını. Ateşin son kalan kırıntıları gözlerini kamaştırıyordu. Kadının yanına giderek yünden yapılan yorganın altına girdi. İyice sokuldu, hastanın kokusunu çekti içine.

 

Hasta kadın öleli iki gün oluyordu. Soğuk bir Cuma sabahı kapamıştı gözlerini. Soluğu soğuk havada buhar oluşturuyordu. Kız, kadın son nefesini verinceye kadar yanı başından ayrılmadı.

“Kevser’im, divanın altında bir bez olacak. Onun içinde az da olsa bir-iki altın olması lazım. Sana bir müddet yeter o.”

Gözlerini sonsuza kadar yumarken gülümsüyordu. Kocasının ve yiğitlerinin yanına gidiyordu. Kız, ölünün yanından saatlerce ayrılmadı. Cildi bembeyaz olmuştu. Ölen Kevser’di sanki.

“İnşallah, çok mutlu olursunuz,” dedi anasının yüzünü örterken.

Ağlayamadı, ağlayamıyordu. Gözleri doluyor, isyan bayrağını kaldırmıyordu. Öğleye doğru İmam Hasan emmiye haber vermiş, defin işlemleri büyük bir hızla gerçekleşmişti. Evden tabut çıkarken orada bulunun beş-altı insanında yüz ifadesi aynıydı. Ne üzülüyorlar ne de ağlayabiliyorlardı. Soğuk ve hüzün kokuyordu simaları.

Ölüm, Çanakkale topraklarında yadırganmıyordu. Ölüm, Çanakkale’nin bir parçası olmuştu. Evlatları gibi, anaları gibi…

Şimşek çakmıştı. Yağmur hiddetle yağmaya başladı. Kevser, boş ve soğuk eve dönünce kendisini karanlıkta yapayalnız buldu. Mumu bitmiş, odunu da kalmamıştı. Divana gidip, sırtını duvara yaslayıp oturdu. Oturduğu yerde kapanıyordu gözleri.

Sabahın imsak vakitlerinde kan çanağına dönen gözlerini açtı. Gökyüzü bulutluydu. Anasının söylediği altınları divanın altından çıkarıp, şalvarının iç tarafında bulunan cebe yerleştirip, lastiği sıkıca bağladı.

Kapı hiddetle vurulmaya başlandı. Biri şiddetle kapıyı yumrukluyordu.

Kevser oturduğu divanda yerinden sıçradı. Hızla kalkıp kapıyı açtı. Karşısında genç bir komutan ve bir asker duruyordu.

“Selamünaleyküm bacım. Evinizde kaç erkek var?”

Kevser olduğu yerde sabitlendi sanki.

“Hiç erkek yok.”

Kalın kaşlı komutan bakışlarını evin içine doğrultu.

“Babanız, kocanız? Yok mu?”

“Yok, babam ve ağabeylerim şehit düştü.”

Komutan duyduğu cevap karşısında kapıda duran kıza tebessüm etti.

“Tamam bacım.”

Komutan ve asker arkalarını dönüp gitmek için koyuldular. Kevser’in o anda beyninden tek bir düşünce geçti.

“Komutanım, komutanım!”

Komutan arkasını döndü.

“Efendim bacım?”

Kevser, üzerinde onu sıcak tutan hırkaya daha sıkı sarıldı.

“Savaşa götürmek için mi erkek arıyorsunuz?”

Karşısında duran adamın yüzü gölgelendi.

“Bazı noktalarımızda çavuş sayısı az.”

Kevser hiç düşünmeden lafa atıldı.

“Ben gelirim!”

Karşısında duran iki adamda aynı anda kıza baktı.

“Hayır demeyin komutanım! Kimsem kalmadı, anamda öldü iki gün önce. Canımdan başka bir şeyim kalmadı. Babam, ağabeyim şehit düştü. Yapayalnız kaldım, beni de alın savaşa, yalvarırım size.”

Kevser yalvarıyordu adeta. Ayağına bir fırsat gelmişti. Allah dualarını duymuştu, vatanı için elinde kalan son şeyi vermeye hazırdı. Canını…

Komutan kaşlarını çatarak düşünmeye başladı. Sanki beynine düşünceler hücum etmişti. Yanlarından kadın ve çocukların bulunduğu bir at arabası geçti. Kadınlar kucaklarındaki evlatlarına sımsıkı sarılıyorlardı.

“Tıp bilir misin?” dedi komutan kafasını kaldırarak.

Kevser kafasını hayır anlamında salladı. Kız hemen düşünmeye başladı. Yapabileceği bir şey olması gerekiyordu.

“Komutanım çok iyi dikiş bilirim. Kumaş parçalarını yamalar, askerlerimizin üzerlerine hırka yaparım.”

Karşısındaki adam biraz daha düşündükten sonra, gülümsemeye çalıştı.

“Pekâlâ bacım. Görüyorum ki bir erkek yüreği var sende. Gerçi bu şehirdeki bütün bacılarda öyle ya…”

Kevser yanıtı duyunca içi kıpır kıpır oldu. Onu gören düğün haberini alan taze bir gelin adayı zannederdi ama o savaşa gitmek için heyecanlanıyordu. Vatanı için elinden geleni yapmaya hazırdı. Gerekirse babasının, ağabeylerinin ve diğerlerinin yaptığı gibi canını verecek yine de düşman askerlere bu toprağın bir karışını vermeyecekti. Şimdi Kevser’in yüreğinde kocaman bir ordu vardı adeta…

On dakika içinde tülbendine bir-iki parça eşyasını sarıp evden çıktı. Komutan ve askerin arkasından hızla yürümeye başladı. Gidecekleri yer yakındı. Etraftaki herkes bir o yana bir bu yana koşturuyordu. At arabasıyla erzak, mühimmat taşıyorlardı. İleride küçük bir kulübe vardı. Kulübenin önünde bir yığın asker bulunuyordu. Emirler yağıyor, çığlıklar bağrışmalar veryansın ediyordu. Kevser buna hazır olduğunu hissetmek istiyor, bunun için kendini zorluyordu.

Savaşın seslerini işitmek başka, savaşın içinde olmak bambaşkaydı. Kenarda durup, ayağa bağ olmak istemiyordu. İleride yaklaşmakta olan bir araba vardı. İçinde yüze yakın insan olmalıydı. Araba biraz daha yaklaşınca içindekilerin hepsinin erkek olduğunu gördü. Arabadakiler hızla inmeye başladıkça, Kevserin yaşadığı şok gözle görülebilir bir hal aldı. Hepsi on iki, on beş, on yedi, on sekiz yaşlarında erkek çocuklardı. Bunların hepsi çocuktu. Bıyıkları bile henüz terlemeyen yeni yetmelerdi. Hepsinin gözlerinde aynı ifade vardı. Vatanları için geliyorlar ve ölmeye hazırdılar. Kevser’in gözleri yaşla doldu aniden. Komutanla birlikte gelen asker kızın yanında yaklaştı.

“Bacım iyi misin?”

Kevser zor da olsa başını salladı.

“Bu çocuklar nereden geliyorlar böyle?”

Asker kafasını çocuklara doğru salladı.

“Bu yiğitler mi? Bu yiğitler Balıkesir’den geliyorlar. Balıkesir Lisesinden gönüllü yiğitlerimiz, askerlerimiz…”

Kimse bilmiyordu, kimse bilemezdi. Yüz öğrenciden seksen yedisinin şehit düşeceğini… O yıl Balıkesir Lisesinin bir tane bile mezun veremeyeceğini… Bir hilal uğruna, canlarını teslim edeceklerini…

 

Aradan biraz zaman geçince komutan Kevser’in yanına gelerek hazır olup olmadığını sordu. Birlikte on kişinin bulunduğu bir arabaya bindiler. Arabada birde hemşire bir kız vardı.

Conkbayırı- Kocaçimentepe yakınlarında bulunan taburun önünde indiler. Savaş devam ediyordu. Kevser artık savaşın içindeydi. Saniyelik zaman içinde bütün çevresinde olup biteni kazımıştı belleğine… Koşturan askerler, yaralanan askerler, ölen askerler…

Top sesleri, silah sesleri… Her yerde kan, kan ve kan görüyordu. Burnu sadece kanın kokusunu kabul ediyordu. Yaralı askerler hızla çadırların içine sokuluyor, beyaz önlüklüler müdahale ediyorlardı. Ölülerin yüzlerinde ise şahadete kavuşmanın verdiği sevinç ve haz vardı. Hilal yerinde duracak, onlarda cennetten izleyeceklerdi. Kırmızı bayrağı düşmanlara yar etmeyeceklerdi!

Kilitlenmişti sanki. Kımıldamadan duruyordu olduğu yerde.

Omuzlarında bir el hissetti. Onu sarsan bir eldi bu.

“Kevser, Kevser iyi misin?”

Komutan endişeli gözlerle şoka giren kıza bakıyordu.

“Burası cehennem…” diyebildi sessizce. Komutan düşünmeden kıza sarıldı.

“Bu günler geçecek Kevser! Vatanımızı kurtaracağız! Bu soysuzları atacağız topraklarımızdan!”

Savaşı hayal edebilirsiniz. Biraz süslersiniz, bir-iki bomba sesi eklersiniz ve savaşın öyle olduğunu zannedersiniz. Fakat hayal edildiği gibi değildir. Savaş, ruh emen birer canavardır. Gözlerinizin önünde umudun öldüğünü görürsünüz. Ruhunuz, hisleriniz ölür sadece bedeniniz hareket eder. Sevdikleriniz gözlerinizin önünde ölür, tanımadığınız insanların ölümü bile yıkıntı olur. Kolu, bacağı kopan, gözleri çıkan, organları artık kaburgalarının altında olmayan insanları görür ve yardım etmeye çalışırsınız. Fakat ne siz onun acısını hafifletebilir, ne de o sizin için bir şey yapabilir.

“Ahmet komutanım, Ahmet komutanım!”

Arkadan bir askerin seslenmesiyle komutan bırakır kızı. Kevser biraz daha iyi olmaya gayret göstermek için kendisine söz vererek doktorların bulunduğu çadırın iki ötesindeki çadıra girer. Çadırda beş tane kadın görür. Kadınların biri buğday ayıklar, sadece bir çuval buğday ilişir gözüne. Başka yiyecek yoktur. Bu insanlar başka ne yiyebilirler ki? Diğer kadın, gözleri yaşlı kadın parçalanan pabuçları dikmeye, birleştirmeye çalışır. Kalın kumaşlardan çarık yapmaya çalışır. Geriye kalan diğer kadınlarda kumaşları birleştirerek bir şeyler dikmeye çalışırlar. Kevser, kadınların arasına girip oturur.

Gözleri yaşlı kadın kafasını kaldırarak kıza baktı.

“Daha çok gençsin yavrum, ne işin var burada? Yoksa sevdiğin mi var?”

“Hayır, gönüllü geldim.”

Parmakları iğne işlemekten yarık olan kadın sol elini kızın yanağına götürüp okşamaya başlar.

“Allah bizimle, Allah bizimle… Bak etrafındaki melekleri görmüyor musun?”

Kevser irkilerek etrafına bakmaya başlar. Buğdayı ayıklayan kadın tebessüm ederek kıza kafasını sallar. Gözlerini kapatır bir-iki kere. Kadın, iki oğlunu şehit vermiştir bu topraklara. Henüz yaşları on altı olan çocuklarını… Kız anlar ve yanağını okşayan eli alıp öpmeye başlar…

 

Kevser, iki tane kazağı dikmiş ve katlayıp bohçanın içine koymuştur. Çadıra girip çıkanların hesabı yoktur. Kız, nefes almak için kendini çadırın dışına atar. Dışarısının da bir farkı yoktur ya çadırın içinden…

Derin derin nefes almaya çalışır. Yaralı getirilenlere bakmamaya gayret gösterir. İleride bir asker görür. Toprağın tozu havaya kalkmıştır ve karşısını net göremez. Asker kolunda iki büklüm birini taşımaya çalışır. Fakat taşıyan askerde yaralıdır. Kevser hızla düşünmeden yaralı iki askerin olduğu yere doğru koşar. Yaralı askerin kolunu omzuna atar.

“Allah razı olsun bacım,” der taşınan asker. Taş çatlasa yirmili yaşlarındadır. Acele ederek revire götürürler askeri.

Kevser revirin önünde bekler. Beklemek ister. Sanki bir akrabası yaralanmış gibi hisseder. Çadırın diğer tarafında yaralıyı taşıyanı görür. Onunda yarası vardı.

“Sen neden girmedin?” diye sorar.

Karşısındaki asker kafasını kaldırarak Kevser’e bakar. Kızın gözleri oğlanın gözlerine takılı kalır. O an dünya durur sanki. O an yaşamak aklına gelebilecek en mantıksız şeydir Kevser’in.

Bir-iki dakikanın sonunda yutkunur.

“Yaram iyi durumda…”

Adam bakışlarını revire çevirir.

“En azından içeridekilere kıyasla…”

Kevser, elinden gelebilecek bir şeyin olması gerektiğini yeniden düşünür. Eli ayağına dolanır, kalbinin atış sesi tüfeklerle yarışır…

Düşünmeden revire girerek pamuk ve sargı bezi alır. Askerin gitmemiş olmasını umut ederek revirden çıkar.

Pamuğu askerin yaralı yerine bastırır. Onu yere oturtur. Kevser için bütün insanlar anlamını yitirir o an. En olunmadık yerde, en olunmadık zamanda, en olunmadık insana kayıverir yüreği. Bir askere ve ölmeye söz verdikleri bir savaşta…

“Adın ne?” diye sorar asker kaçamak bakışlarıyla Kevser’e bakarken.

“Kevser,” der kız titrek sesiyle.

Sanki içindeki ateş bütün düşmanları yerle bir edebilirmiş gibi hisseder. Adam elini yaralı elinin üzerine koyacakken Kevserin narin elini de tutar.

“Sağ olasın Kevser…”

Gözleri ışıl ışıl parlamaktadır. Çünkü sonunu bildiği bir kaderde, plan yapmak delilerin işidir, bilir.

“Çavuş Kadir?” diye seslenir revirin önüne çıkan bir doktor. Kevser doktoru görünce kafasını çevirir istemsizce.

Doktorun bütün beyaz ölüğü kırmızı olmuştur. Kimse, hem de hiç kimse aksini iddia edemez…

Kadir ayağa kalkar Kevser’le birlikte.

“Çavuş Ali sizi görmek istiyor…”

Kadir yüzünden kederi atarak yaralı getirdiği askerin olduğu çadıra girer. Kevser’in yapabileceği bir şey kalmamıştır. Gözlerini yumup tekrar açarak çadırına doğru koşar.

 

Kevser geleli bir ay mı olmuştu? Farkında değildir. Saatin, saniyenin, salisenin nasıl ilerlediği hakkında bir fikri yoktur. Bir ara güneş doğuyor sonra ay çıkıyordu gökyüzünde. Bir tek bunun ayrımına varabiliyordu.

Haberler sevindiriyor bazen de umutsuzluğa düşürüyordu. Bazen düşmanın geri püskürtüldüğü haberini alıyorlar, bazen de daha şiddetli bir kapışmanın başladığını duyuyorlardı. Her yerde ölüm ve zafer düşüncesi hâkimdi…

Revire giren yaralı çocukları gördükçe, çadırın arkasına geçip gizliden gizliye ağlıyordu. Onların çocuk olduğunu bir tek o mu görüyordu? Başka kimse bilmiyor muydu? Herkes çaresizdi. Tutunacakları sadece şahadetleriydi…

İki gün önce çarığını dikip teslim ettiği askerin cansız bedenini revirin önünde görünce daha fazla dayanamadı. Dizlerini üzerine çöktü. Etrafı bulanıklaşıyordu. Sanki her şey bir şakadan ibaretti. Onlar savaşa bu denli yakınken, aslında hiç olmadıkları kadar uzak olduklarını düşündü. Evleri veya göç ettikleri yerle savaşın olduğu yerler arasında sadece birkaç kilometre varken içinin bu denli kargaşa olduğunu düşünemezdi. Ölmek istiyordu artık Kevser. Bunca ölüm gördükten sonra eline bir silah alıp savaş alanında ölmek istiyordu. Artık düşünebileceği tek şey ölümüydü.

“Kevser?”

Arkasına döndü kız. Ona seslenen Kadir çavuştan başkası değildi.

“Ölmemişsin,” dedi kız gülerek.

Aklını yitiriyor gibiydi. Kadir kaşlarını çatarak kıza yaklaştı, sonradan ifadesi yumuşadı.

“İyi misin?”

Kevser etrafı gösterdiği başparmağıyla;

“Bu durumda sorulabilecek en mantıksız soru bu asker.”

İkisi de susup ayak seslerini dinlediler. Koşturan insanlar aralarından geçiyorlardı. Kimisi revire kimisi çadırlara koşuyorlardı.

“Bekle,” dedi ve Kadirin yanından uzaklaşarak çadırına doğru koştu. Çadırdan çıkarken elinde çelik bir kâse ve bir parça ekmek vardı.

Kadire doğru uzattı.

“Açsındır…”

Adam kaşlarını çatarak yiyeceği reddetti.

“Şuan kaç kişi aç biliyor musun? Ben bunu yersem onlara haksızlık etmiş olmam mı?”

Kevser lafa girdi hemen.

“Fakat sen bunu yemezsen, güçsüz düşeceksin. Belki onca insanı kurtarabilecekken bitkin düştüğün için kurtaramayacaksın.”

Kızın sözleri adamda olumlu bir etki yaratmıştı. Zaten önünde duran nimeti reddetmeyecek kadar açtı. Üç gündür ağzına tek bir lokma girmemişti.

Ekmeğin son lokmasını ağzına attığı sırada çalıların arasından birinin geldiğini fark ettiler. Kadir omzunda duran tüfeği elini aldı.

“Kim var orada?”

“Help me!”

Adam yabancı bir dil konuşuyordu. Yaralı gelen İngiliz askerini görünce bir yığıntı koptu havada. Başta Kadir olmak üzere birkaç kişi yaralı askere yardım etmeye gittiler. Ortalama otuz yaşlarında, sarışın mavi gözlü biriydi.

“Help…”

Yaralı askerin sesi kısılıyor, gözleri kapanıyordu. Hemen revire alıp tedavi etmeye başladılar. Kevser çadırına girerken tek bir şeyi düşünüyordu. Milletinde bulunan yüreği… Yaralı bir İngiliz askerine, düşmanlarına hem de baş düşmanlarına karşı merhamet besleyen tek millet kendi milleti olabileceğini düşünüyordu.

Her insan doğarken iyilikle, güzellikle dünyaya geliyordu. Yıllar geçtikçe, insan büyüdükçe kötülüğü maske olarak kullanıyordu. Şimdi düşman askerlerin yaptıkları tek şey buydu… Evlerini, milletinin ellerinden almaya çalışıyorlardı.

Kevser kendini üç hafta sonunda savaşın tam ortasında buldu. Etrafa bakmamaya gayret gösteriyor, yaralı askerlerin kanlarını bezle, geri gelince şalvarından yırttığı kumaş parçalarıyla kapatıyor, yardım istiyordu. Başındaki örtü kim bilir kaç askerin yarasına bastırılmıştı…

Vurulup düşenleri, kolu bacağı kopanları gördükçe putlaşıyordu. Kulakları tek bir sessiz ana gelemiyor, bomba tüfek seslerini arıyordu.

Kendini çadıra zar zor attığında, kanlı giysilerini çıkarıp bir kenara fırlattı. Kadınlardan biri kızın yanına gelerek ona anne şefkatinde sarıldı. Çuvalların içinde bir iki parça şalvar ve kazak bulup kıza giydirdi. Günlerdir kapanmayan gözleri bağımsızlığını ilan etmişti bile.

Gözlerini hiddetli bir sese açtı. Çadırına yaralı beş asker taşımışlardı. Diğer çadırların hepsi dolmuştu, yaralıları toprağa yatırıyorlar orada tedavilerini görüyorlardı. Hemen kalkıp üzerini silkeledi. Yardıma girişti düşünmeden. Yaralı askerlerin arasından geçerken biri elini tuttu. Vücudu kanlar içindeydi. Zar zor nefes alabiliyordu.

“Söyleyin üzülmesin… Söyleyin mutlu olsun sevdalım. Onunla cennette buluşacağız…”

Kanlı ellerinde tuttuğu Türk bayrağını kıza uzattı. Bayrak kan kırmızı renge bulanmıştı.

“Sahip çıkın, sahip…”

Kevser dizlerinin üzerine çöküp şehit olmak üzere olan gencin saçlarını okşamaya başladı. Bayrağı alıp kalbinin üzerine götürdü. Boğazında oluşan hıçkırığa artık engel olamıyordu. Vücudu hıçkırıkları nedeniyle sallanıyordu. Genç gözlerini ebediyete kapamıştı. Kadir, çadıra girmiş Kevseri görmüştü. Kızı omuzlarından tutup oradan çıkardı.

“Bu haksızlık…” diyordu adamın kollarında ağlarken.

“Yıllar sonra, yıllar sonra belki de hatırlanmayacak olanlar. Gidenler, yitirilenler… Neleri kaybettiğimizi bilemeden, belki de anılmayacağız bir daha. Kapanacak burada olanlar. Unutulacak bu savaş. Ne için ha söyle ne için?”

Kadir, kızın saçını okşamaya başladı. Üzeri kan ve ter kokuyordu. Gözlerinde yitirdiği umudu göstermemeye çalışıyordu kollarında ağlayan kıza…

“Bizi anacaklar elbet… Düşündüğün tek şey bu olsun Kevser.”

Kız elleriyle yüzünü kapadı. Savaş, ruhunu emmişti onunda. Sadece ilan ediyordu şuan.

“Anmayacaklar Kadir. Anılmayacak… Burada olanların yıllar sonra hiçbir anlamı kalmayacak! Herkes gidecek. Sende gideceksin, şehit düşeceksin… Bende… Kimse yazmayacak bizi. Hiç olmamış gibi öleceğiz… Yok olacağız…”

Adam kıza daha sıkı sarıldı. Destek verircesine…

“Biz, ölürsek vatanımız için öleceğiz. Ölenler vatanı için, toprağımız için öldü. Bunları kimsenin bilmesine gerek yok. Bizler biliyoruz ya önemli olan bu. Bayrağımız her zaman dalgalanacak, yıllar sonra çocuklar neşeyle koşacak bu topraklarda… Onların mutluluğu, özgürce oynayabilmeleri için biz görevlendirildik. Ve Allah katında bu fedakârlığımızın mislini alacağız. Ve bir de-”

Adam derin bir nefes vererek devam etti.

“Sana söz veriyorum! Geri geleceğim. Geri geleceğim ve seni alacağım Kevser. Ve bu günleri hüzünle anacağız. Sana söz veriyorum senin için geleceğim…”

Kız, hiddetle kendini geri çekti. Gözyaşları askerin üniformasını ıslatmıştı.

“Veremeyeceğin sözler söyleme! Hepimiz öleceğiz! Ölenler gibi…”

Ölmekten korkmuyordu kız. Kız; şehit düşenlerin gerçekleşmeyecek olan hayallerine üzülüyor, onlar için gözyaşı döküyordu. Ölmekten korkmuyor sadece savaşı görüp yaşamaya devam etmekten korkuyordu. Bunca kanın içinde kalbini dinleyemiyordu.

Koşarak Kadirden uzaklaştı ve çadıra girdi. Yaralılara yardım ediyor, su getirip götürüyordu. Biraz sakinleşince hızla çadırdan çıktı fakat Kadiri göremedi. Kalabalığın arasında suretini aradı. Adam çoktan gitmişti.

İki haftaya yakın süre içinde Kadiri göremedi. Her yerden emirler yağıyor, bağrışmalar ağaçların yapraklarını ürkütüyordu. Güneş bile küsmüştü Çanakkale’ye. Yüzünü göstermiyordu.

Revire gelirdi, diye düşünerek içine su serpmeye çalıştı. Kadire bir şey olsa revire getirirlerdi. Ya gelemeyecek kadar kötüyse?

Bu düşünceyi kafasından atarak yaralı askerlere yardım etmeye devam etti. Günlerdir ağızlarına tek bir lokma girmiyordu. Aç karınlarının sesini duyamayacak kadar iman doluydu hepsi. Hepsinin aklında tek bir düşünce yatıyordu. Bu toprağı kurtar, sonra dilediğin kadar yer ve uyursun.

Garibanlık…

Garibandı her biri. Düşman askerlerin mühimmatları doluyken onların hiçbir şeyi yoktu. İman gücü bütün bir mühimmatı yerle bir edebilirdi…

Yakınlarda güçlü bir top sesi daha duyuldu. Ölüler bile ayaklanabilirdi o saniye.

Geliyorlar, diye düşündü Kevser. Şahadete az kaldı…

Uzun bir kargaşa sırasını yüzlerce ölü ve yaralıya bırakmıştı. Yaralıları üst üste koyacaklardı neredeyse…

Kalbinde bir sızı hissetti. Ağır bir sızı… Putlaştığını sanıyordu fakat bir kıpırtının kaldığını hissetti. İleriden gelen bir grubu gördü. Dört asker kucaklarında yaralı bir askeri taşıyordu. Kevser ve diğerleri revirin önünde hazır bir şekilde beklemeye koyuldular. Yaralı asker yaklaştıkça, kız kalan son umutlarının da öldüğünü gördü. Taşınan asker Kadir’di. Verdiği sözü tutamamıştı besbelli…

Elleri buz kesildi. Bütün kan beynine akın etti. Bu senaryoya hazırdı. Bunun bir gün geleceğini zaten biliyordu. Fakat düşüncesi şimdi gerçeğe dönüşmüştü. Gerçekle baş edebilecek miydi? Gerçeği yaşadığını kabul edebilecek miydi?

Kadiri revirin kapısının önünde yatırdılar. Yüzü kanlar içindeydi.

“Kevser, oksijen suyunu getir!”

Kızdan tek bir kımıldama yoktu.

“Kevser!”

Kız o an kanlı yüze odaklanmıştı. Kımıldayamıyor, nefes bile alamıyordu…

“Kevser!” diye bağırdı doktor.

Ayağa kalkarak kızı omuzlarından salladı.

“Şimdi sırası değil! Yardım etmezsen ölecek! Dediğimi yap derhal!”

O an tek bir düşünce belirdi kafasında.

Bir şans vardı.

Hala…

Yaşayabilirdi…

Çadırın içine aletlerin olduğu yere koştu. Her şeyi karıştırıyor, tepsileri düşürüyordu. Sonunda istenilen ilacı alıp Kadirin yanına koştu. Doktor ayağa kalkmış, yerde yatan bedene bakıyordu.

“Çok geç…”

Çok geç…

“Al, getirdim. Çabuk ol! Ölecek!”

Kadirin yanına çöküp kafasını kaldırdı. Onu taşıyan askerler ağlıyorlardı.

“Doktor!” diye bağırdı kız. İlk defa sesi bu denli yakıcı çıkıyordu.

“Kevser, o öldü!”

“Hayır! Ölemez! Hayır!”

Kadirin bedenine sarılıp sallanmaya başladı. Kadir söz vermişti. Keşke o zaman ona kızıp çadıra koşmasaydı… Keşke şehit düşeceğini bildiği adama sıkıca sarılsaydı…

Doktor koşarak diğer yaralıların yanına gitti.

“Kevser, bırak artık…” dedi bir ses. Tanıdığı bir sesti. Bu Kadiri gördüğü ilk zaman, adamın taşıdığı yaralı asker Ali’ydi.

Kız, boş gözlerle bakmaya devam etti. Ali olduğu yerden kalkarak Kevser’i omuzlarından tuttu. Kucağına alıp cansız bedenin yanından uzaklaştırdı. Kevser uzaklaşmakta olan bedene bakıyordu gözlerini kıpırdatmadan.

Ali, kızı çadırın içine kadınların arasına bıraktı. Gözlerini açıp olup biteni kavramaya çalıştı. Yerde yatan Kadir miydi? Ölen Kadir miydi?

Karşısında ona bakmakta olan insanlara saniyelik bir bakış attı. Daha fazla dayanamayarak kendini yere bıraktı.

 

 

Tekerlek sesleri duyuyordu. Yanında konuşan insanları işitiyor, kâh neşe sesleri kâh vah vahlar duyuyordu. Hafızasını yoklamaya çalıştı. Olanları, yaşadıklarını düşündü. Kahkaha seslerini duymak onu bilinmez bir dünyaya sokmuştu. En son savaşta olduklarını anımsadı. Kadir? Kadir ölmüş müydü?

Gözlerini açtı hiddetle. At arabasında hızla bir yere gidiyorlardı. Yattığı yerden kalkıp doğruldu. Buğdaycı ve çarıkçı kadını gördü.

“Neler oldu?” diyebildi çatallaşan sesiyle.

“Zafer bizimdir!” dedi etrafında melekler olduğunu söyleyen kadın.

“Bizi başka bir taburun olduğu yere götürüyorlar. Melekler sayesinde, melekler…” dedi kadın ve bakışları boşluğa daldı.

Kevser anlamsız bakışlarıyla etrafa baktı. Dizinde uyuduğu kadın kızın elini tuttu.

“Zafer bizimdir yavrum. Kazandık… Topraklarımızdan def ettik o uğursuzları kuzum…”

Savaşı kazanmışlar mıydı? Kazanabileceklerine hiç umutları yokken zafer onlarındı. Gerçekten yaşanan onca kâbus bitmiş miydi?

Yaşadıkları birer rüyadan mı ibaretti? Afalladı… Düşünemedi… Düşünmek istemedi. Düşünmeye çalıştıkça Kadir geldi gözlerinin önüne… Kesti kafasından geçen sesleri. Kapattı gözlerini yaşadıklarını idrak etmeye çalışarak.

 

                                                        50 yıl sonra…

 

Çanakkale-Kilitbahir

 

 

“Öldüğümü sandılar ama ölmedim,” dedi yanı başında duran hayalet.

 

“Son anda doktor tekrar bakmak istemiş ve nabzımı ölçmüş. Hafif bir kıpırtı duymuş ve hemen yaralıların arasına almışlar…”

Kevser buruşan ellerine bakıyordu. Geçip giden yılları düşündü. Geçip giden yılların hiç biri şuan mantıklı gelmiyordu. Kafasını kaldırarak Çanakkale’nin ışıklarına baktı. Denizin üzerinden hafif bir meltem yüzünü okşuyordu. Martılar gemilerle yarışıyorlardı.

“Seni aradım on yıl boyunca…” dedi yaşlı adam.

Yaşlılık, yakışıklılığının önüne geçememişti. Bakışları aynıydı. Hüzünle parlıyordu…

“On yıl Kevser… Seni aradım Çanakkale’de… Her bir köyde, kasabada… Sanki hiç var olmamış gibi kaybolup gitmiştin…”

Kadının boğazında bir şey düğümlenmişti. Kadirin öldüğünü düşünmüş, yıllarca-hatta şu ana kadar- dokunamadığı, öpemediği, adından başka hiçbir şeyini bilmediği adamın yasını tutmuştu. Yıllar süren bir yastı bu. Her gün yüreğine yağmur yağdıran, zorunluluk dışında konuşmayan ve gülmeyen bir kadın yaratılmıştı. Onunla yaşayabileceği hayatın hayallerini kuran ve her gece o hayallerle uyuyan bir kadın olmuştu. Haksızlık etmek istemedi rahmetli kocasına. Kocası, onun en zor anında çıkagelmiş bir gaziydi. Hatta savaşa gitmek istediğini söylediği ilk insandı. Onu savaşa götüren insan… Ahmet komutandı…

Yıllar süren mutlu bir evliliği olmuş ama âşık olamamıştı. Kalbi, savaşta şehit düşen o ela gözlere aitti. Bunu kocasına hissettirmemek için elinden geleni yapsa da engel olamamıştı.

“Ben seni gömemedim…” dedi kadın cılız sesiyle.

Gözlerinde kalan son yaşlar döküldü. Keşke genç olsalardı… O an genç olabilmeyi, savaş görmemiş olabilmeyi öyle çok diledi ki… Bunun için en değerli varlığından bile vazgeçebilirdi…

Savaş, ruhunu emmişti. Şimdi ummadığı gerçek ona ruhunu geri verecekti.

Kadir, nazik bir şekilde kadının titreyen elini tuttu.

“Kader bizi torunlarımızla birleştirmek istemiş Kevser…”

Gözlerini, âşık olduğu o ela gözlere dikti. Bütün geçmiş, yaşananlar, yaşadıkları teker teker geçti o gözlerden. Kadiri kanlar içinde bıraktığı son ana kadar gitti…

Yutkunarak Kilitbahir Kalesine çevirdi yüzünü. Evinin bahçesinden kale gözüküyordu. Sonra gökyüzüne kaldırdı yorgun bakışlarını. İlk mucizesi savaştan sağ salim çıkmak olmuşken şimdi ikinci mucizesini yaşıyordu. Derin bir iç çekti ve Kadirin boşta duran elini tutarak geçmişi yâd eden, güneşi bile kıskandırabilecek bir gülümseme koydu yüzüne.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: