‘‘Ars est celare artem’’[2]

 

 

       Ardı arkası kesilmeyen gürültüler, çölün getirdiği sıcak ve okşayan rüzgâr, beni yattığım taşlı zeminden kaldırdı. Etraf toz bulutuna dönmüş, insanlar heyecan içerisinde haykırıyorlardı. Mavi gökte süzüle süzüle uçan birkaç akbaba sürüsü, bölgeye enteresan bir vahşilik katıyordu. Kendime gelmeye çabalarken yanımdan süratle geçen Romalı askerler, bir yandan halkı düzene sokuyor; diğer yandan olası bir karışıklık halinde tüm güçleriyle tetikte bekliyorlardı.

 

       Nerede olduğumu bilmeden ileriye doğru birkaç adım atmak niyetiyle hareketlendim. Ancak bedenim bir kürek mahkûmu kadar yorgundu. Gücümü toparlayamadan yere yığılıverecekken arkamdan gelen biri kollarımdan tutarak bana destek oldu. İri kıyım bir delikanlıydı, yüz ifadesi topluluğa katılmak için can atan, onların eylemlerine ortak olmak isteyen inanç müritlerini hatırlatıyordu. Beni rahatsızca çekiştirerek boş yere sözler söyledi. ‘‘Bugün büyük bir gün.’’ dedi hararetli bir sesle. ‘‘Sen de bu topluluğa katılmalısın. Aradığın kuvveti orada bulacaksın.’’

 

       Söyledikleri bana herhangi bir anlam ifade etmiyordu. Hala nerede olduğumun ve burada ne aradığımın bilincinde değildim. Kendimi güçlükle idare ederek: ‘‘Neredeyim ben?’’ diye haykırdım. ‘‘Bu patırtı da ne demek oluyor?’’

       ‘‘Golgota’dasın!’’ dedi yabancı. ‘‘Buraya gelenler de peygamberlik iddiasında bulunan bir delinin idamını izlemeye geldiler. Ben de bu tarihi olaya tanıklık etmek arzusundayım.’’

 

       Kolumu süratle bırakıp kalabalığın arasına karıştı. Birkaç kere sendeleyince tekrar yere kapaklanacağımı sandım ama kendimi iyi idare ettim. Romalı askerlerin arasından geçerek kalabalığın bulunduğu alana doğru yürümeye başladım. Bir süre sonra zemin kararmaya başladı, göğün maviliği yerini koyu griye bıraktı. Arş ve arz, tüm âlem olanca gücüyle haykırıyor gibiydi. Kalabalığın ve göklerin haykırışlarının birbirine karıştığı anda; çarmıha gerilmiş duran, karşısındaki gözü dönmüşlere acıyarak bakan Yeşu’yu gördüm. Yüzünde imanlı bir teslimiyet, gözlerinde aziz ruhunun parlak ışığı vardı. Çok geçmeden bu ışığın bir güneş gibi her tarafa saçtığını gördüm. Golgota’da nurani bir aydınlık oldu ve etrafı çepeçevre sardı. Bu aydınlık, Pilatus[3]’un askerlerin görev yerlerine geri dönmesi için verdiği emirle son buldu.

 

       Işık söndükten sonra ortamda fark ettiğim değişiklik, görüş alanımda hoyratça dikilen çarmıhtan beni uzaklaştırdı. Şimdi tepenin sağ tarafında, idam yerine çok uzak olmayan bir mesafede Rönesans devrinden çıkıp gelmişe benzeyen, kendine filozof havası vermiş bir adam duruyordu. Yüzünde ciddi bir ifadeyle elinde fırçası önündeki tuvalle ilgileniyordu. Bu görüntünün şu anki trajediyle ne ilgisi olabileceğini boş yere düşündüm. Zihnim benimle alay ediyor olmalıydı zira kimse bu adamın varlığından haberdar değil gibiydi. Onlar çarmıhtaki mahzun adama odaklanmışlar, bütün öfkelerini ondan çıkarıyorlardı. Halüsinasyon gördüğümü düşünerek sol yanağıma şiddetli bir tokat attım ancak gözlerimin önünde cereyan eden hadiselerde en ufak bir değişiklik olmadı. Rönesans adamı oradaydı ve sanki sanat yaşamının en nadide tablosunu yapıyormuşçasına derin derin düşünüyor sonra birkaç fırça darbesiyle tuvalini dolduruyordu.

 

       Merakıma yenik düşerek ona doğru yürümeye başladım. Yaklaştıkça ressam bana çok yakın ve bir o kadar da uzak geldi. Bulunduğu yere fazlasıyla yabancı durmasına rağmen o kendisini mekânla bütünleştirmiş gibiydi. Beni görünce yüzü bilgece gülümsedi, hafif bir reverans yaptı. Beni uzun zamandır tanıyormuş gibi bir izlenime kapıldım. Şaşkın suratıma bakarak: ‘‘Ah, nihayet gelebildin.’’ dedi bahtiyar olmuşçasına. ‘‘Öyle sanıyorum ki benim burada ne haltlar işlediğimi soracaksın. Hakkın da var. Adım Nasır. Dünyanın birçok yerini gezdim. Önemli görevlerde bulundum. Taşkın[4]’ı, Kutlu Çıkış[5]’ı, Hicret[6]’i, İhtilal[7]’i; aklına gelebilecek tüm önemli olayları gördüm. Kader beni buralara kadar getirdi ve şimdi karşındayım.’’

 

       Elim, ayağım birbirine dolandı zira yüzünü döndüğünde bana ne kadar benzediğini hayretle fark ettim. ‘‘Resim yapmak için’’ dedim, ‘‘daha uygun bir yer seçemez miydin?’’

       ‘‘Bu ne küstahlık!’’ diye araya girdi. ‘‘Bu anlamsız sorgulamayı en son senin yapman gerekir. Resme bakınca az önce söylediğin sözlerden pişmanlık duyacaksın.’’

 

       Tablonun önüne doğru bir adım attım ve içindeki objeleri uzunca bir süre seyrettim. Renkler ve çizgiler, tuvale muntazam şekilde dağılmıştı. Tablo daha bitmemiş görünüyordu ama sanatsal açıdan bir şaheser olacağı muhakkaktı.

 

       ‘‘Bu eser,’’ diye söze başladım; ‘‘tüm inananların gayretlerini temsil ediyor. Kurtuluş için ne acılar çekildiğinin göstergesi adeta.’’

       ‘‘Öyle’’ dedi Nasır bilgece gülümseyerek. ‘‘Bu tablodaki aziz yüzde, Hallac[8]’ın inancını, Akhilleus[9]’un cesaretini, Bruno[10]’nun kararlılığını, More[11]’un duygusallığını ve daha birçoklarının melekelerini görebilirsin.’’

 

       Nasır’la tablo üzerinde derinleştiğimiz esnada azalan kalabalığın içinden bir kadın sıyrılarak Aziz Yeşu’nun ayaklarının önüne kapandı. Bu hanım, evrenin görmüş olduğu en kutsal kadın olan bakire Meryem’di. Oğlunu kaybetmenin acısıyla feryat ediyor, onu son kez öpüp koklamak istiyordu.

 

       ‘‘Onu kurtarmanın bir yolu yok mu Nasır?’’ dedim çaresizce. ‘‘Baksana Meryem annemiz nasıl da ağlıyor. Onun gözyaşları sel olsa kimsenin bu tufandan kurtulmaya hakkı yoktur.’’

       ‘‘Kader azizim.’’ dedi Nasır içini çekerek. ‘‘Sorumluluğu ağır ve zahmetlidir. Onları bu şekilde görmek çok acı biliyorum ancak kaderin ağlarını biz örmüyoruz.

       Diyelim ki günahsız Yeşu’yu bu ağır görevinden ve annesini de bu acıdan kurtardık. Ne değişecek ki? Betlehem[12]’de, Nasıra[13]’da bu kadar gözü dönmüş Yahudi varken Yüce Ruh’u sağ bırakırlar mı sanıyorsun.’’

 

       Ona hak verdiğimi belirtmek için yavaşça başımı salladım. Çarmıha gerilerek can vermek Aziz Yeşu için zor bir görevdi. Gözlerinden dökülen yaşlarda halkı için çektiği sıkıntılar vardı.

 

       ‘‘Peki’’ dedim düşünerek; ‘‘İnsanoğlu kandan, ölümden ve bağnazlıktan ne zaman vazgeçecek? İnsanın insanlaşması için daha kaç ulunun kanı dökülecek?’’

       ‘‘Hiçbir zaman’’. Nasır adeta haykırmıştı. Söylev verir gibi canlı bir tonda konuşuyordu: ‘‘İnsanın olduğu yerde kan, çatışma ve çıkar vardır. İnsan denen varlık, aslında bir tezatlık abidesidir. Kutsal metinler, insana eşref-i mahlûkat sıfatını yakıştırırlar oysa bu yaklaşım din kurumunun doğada herhangi bir canlı olan insanı anlamsızca yüceltme çabasıdır. İnsan hiçbir dogma etkisinde kalmadan kendi varlık sınırlarını bilse asla bu kadar hayvanlaşamaz, doğayla uyum içinde yaşardı. Bu fikirden hareketle übermensch[14]’in karşısına yozlaşmış modern insanı rahatlıkla koyabiliriz. Modern insan, yıllarca bilimi kendi türünün zararına kullandı. Sözgelimi Siddhartha[15] übermensch kavramına ne kadar yakınsa Führer[16] o kadar uzaktır.’’

 

       Kendi türümden hiç bu kadar nefret etmemiştim. Öyle bir insanlık ki kendi toprağından çıkan kocaman çınarları vahşice kesmekten hiç sakınmıyor hatta bunu sözüm ona bir ödev biliyor. Yine öyle bir insanlık ki bir avuç soylu için milyonlarcasını savaşlarda harcayabiliyor. İşin trajikomik yanı bu eylemleri dünya barışı için, düzen için, huzur için yaptığını söyleyecek kadar ileri gidebiliyor.

 

       Bu düşünceler aklımdan geçerken bir an gözüm Yeşu’nun çarmıhtaki bedenine kaydı. Ölmek üzere olan bir bedendeki son hareketleri görüyordum. Nasır: ‘‘Git.’’ dedi; ‘‘Yeşu’ya biraz su ver. Rahatsız bir biçimde ruhunu teslim etmesine izin verme. O, bizim gibi nankörler için çok şey yaptı. En azından ona su içirerek yardımcı olabilirsin.’’

 

       Nereden bulduğunu anlayamadığım bir kâse suyu elime verdi. Onu alıp Yeşu’ya götürdüm. Kana kana içti. Son yudumu aldığında gözlerinde şükran dolu bir parıltı belirdi. Biraz sonra gözlerindeki parıltının söndüğünü gördüm, ölmüştü.

       Güneş batmaya yüz tuttuğunda resim de bitmişti. Nasır, ilgiyle bakıyordu Mesih’in objesine. Kim bilir, bu resim belki de yüzlerce sergide yerini alacaktı. Düzinelerce evin duvarlarını süsleyecekti. Evlerinde yaşayan insanlara inancın gücünü anlatacaktı.

       ‘‘Bu zamana da tanık olduğum için çok şanslıyım.’’ dedi Nasır. ‘‘Görevim bitti artık, şimdi sıra onda.’’ diyerek çarmıhta büzülmüş cansız bedeni gösterdi. Bir süre sonra Yeşu’nun bedeni yalpalamaya başladı. Sanki içinde kötü bir tohum varmış da onu atmak istermiş gibiydi. Usulca yaklaştım cesedine. Hareketlilik devam ediyordu ve bir an bu ritüel hiç bitmeyecek sandım. Mesih’in vücudu renkten renge girdi. Sonunda tarif edemeyeceğim, esrarlı bir basınçla yere yığıldım, bayılmışım.

 

       Ayıldığımda her yer boz bulanıktı. Nesneleri seçemiyor, herhalde öteki dünyadayım diyerek avunuyordum. Sonra gözlerim yerdeki çakılları seçmeye başladı. Sağ elimin dolu olduğunu hayretle fark ettim. Mesih’in tablosu elimde duruyordu ancak Nasır yoktu. Dört bir yana çaresizce baktım ama hiçbir yerde Rönesans adamından bir iz bulamadım. ‘Görevim bitti’ demişti ‘Sıra onda.’ Şimdi anlıyordum her şeyi: Gayreti, inancı ve sabrı.

 

       Bir anda her yer aydınlandı. Yüzümü döndüm ve gözlerimi elimle siper aldım. Bu aydınlığın içinde Yeşu’nun ruhu vardı ve beni çağırıyordu. Saydam görünen elini tuttuğum anda çarpılmışa döndüm. Bu arada tablo ellerimin arasından kayarak çakıl zemin üzerine düştü. Ben tablonun ardından gitmeye yeltenirken Mesih: ‘‘Endişelenme.’’ dedi; ‘‘Tablo emniyette olacak.’’

       ‘‘Nereden biliyorsun?’’ dedim soran gözlerle. ‘‘Aziz Johan[17]’’ dedi, ‘‘Benim havarilerimden biridir. Bana yardım edemedi belki ama o tabloyu koruyacaktır. Yüce Tanrı bana böyle bildirdi.’’

 

       O hafif ruhuyla beni çekti ve semaya doğru havalandık. İçinde bulunduğum durumdan hoşnut olmama rağmen ‘‘Nereye gidiyoruz?’’ diye sormaktan kendimi alamadım. Mesih, anlamını bilmediğim (herhalde Arami[18] dilindeydi, bir nevi trans halinde gibiydi.) birkaç cümle söyledi. Daha sonra yüzüme bakarak: ‘‘Nereye gittiğimizin hiç önemi yok.’’ dedi. ‘‘Hepimiz yitip giden aciz kimseleriz. Hayattaki görevlerimizi yerine getirir ve oyundan çekiliriz. Önemli olan, geride bıraktığımız değerler, düşünceler ve yaratılardır.’’

 

[1] İncil’deki anlatımlara göre Kudüs surlarının hemen dışında yer alan ve İsa’nın çarmıha gerildiği tepedir. Matta İncili, Markos İncili ve Yuhanna İncili’nin güncel Türkçe çevirisinde ‘’kafatası’’ anlamına geldiği belirtilmektedir.

[2] (Lat.) Sanat, sanatı gizlemektir.

[3] Pontius Pilatus. MS 26-36 yılları arasında Roma İmparatorluğu’nun Yahudiye eyaletinin valisidir. Pilatus’un hayatı hakkındaki bilgilerin çoğu İncil’den gelmektedir. İsa’nın mahkemesine başkanlık etmiştir. Din adamlarına ‘’Ben İsa’nın kanını almam! Siz ne yaparsanız yapın!’’ diyerek yargılamadan kaçındığına inanılır.

[4] Tufan, birçok yerel efsaneye ve kutsal kitaplara göre Tanrı tarafından bir kavmi, milleti ya da tüm insanları cezalandırmak amacıyla gönderildiğine inanılan büyük felakettir. Burada gönderme yapılan taşkın, çok bilinen adıyla Nuh Tufanı’dır.

[5] Çıkış, Mısır’dan Çıkış, Eksodos. İsrailoğulları’nın Musa önderliğinde Mısır’daki kölelikten kaçışlarını, Musa’nın Kızıldeniz’i ikiye bölmesini, Kızıldeniz’i geçmelerini ve On Emir’in gelişini anlatır. Çıkış aslında bir özgürlük olarak nitelendirilir.

[6] Muhammed ve diğer Müslümanların, baskılardan kurtulmak için 622’de Mekke’den Medine’ye göç etmesi olayıdır. Bu göçün sonucunda Medine’de, Medine Sözleşmesi ile günümüzde İslam Devleti olarak sınıflandırılan devletlerden ilki kabul edilen Medine Şehir Devleti kurulmuştur.

[7] Fransız İhtilali, diğer bir nitelemeyle Fransız Devrimi (1789-1799), Fransa’daki mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik Kilisesi’nin ciddi reformlara gitmeye zorlanmasıdır. Avrupa ve Batı dünyası tarihinde bir dönüm noktasıdır. Sosyal bir akımı başlatan en büyük etkendir.

[8] Hallac-ı Mansur, zındıklıkla suçlanması ve uzun süren bir soruşturma neticesinde Abbasi Halifesi Muktedir Bi’llah’ın emri üzerine idam edilen spiritüalist yazar ve mistik şairdir. Babasını mesleğinden dolayı ‘’Hallac’’ lakabını almıştır. Tutuklanmasına sebebiyet veren ‘’En-el Hak’’ sözünün sahibi olan şair, İslam dünyasını tefekkür ve tasavvuf yönünden ziyadesiyle etkilemiştir.

[9] Yarı tanrı bir baba olan Peleus ile su tanrıçası Thetis’in oğlu olan çeyrek tanrıdır. Dünyanın en büyük savaşçısı kabul edilir. Yunan mitolojisinin en önemli kahramanlarından biri olan Achilles, Truva Savaşı’nın Grek kahramanlarının başında gelmekte ve Homeros’un İlyada’sında Greklerin başkarakteri olarak tasvir edilmektedir.

[10] Giordano Bruno (1548-1600), İtalyan filozof, gökbilimci, rahip ve okültist. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biridir ve şair yönüyle edebiyata en yakın duranıdır. Ona doğacı coşkunluğun düşünürü de denilebilir. Evrenin sonsuz ve eşdağılımlı olduğunu ve evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyledi. Aykırı görüşler beslediği için 1600 yılında Roma Katolik Kilisesi’nin Engizisyon mahkemesinde yargılanıp sapkın ilan edildi ve Roma’da diri diri yakılarak idam edildi.

[11] Thomas More (1478-1535), İngiliz yazar, devlet adamı ve hukukçudur. Döneminin önde gelen hümanistlerinden olan More, Ütopya adlı eserinde ideal bir ada ülkesinin siyasi sistemini tarif etmiştir. Kral VIII. Henry’nin İngiliz Kilisesi’nin başına geçme niyetine ilke olarak karşı çıkması, kendi siyasi kariyerinin sonunu hazırlayıp hain olarak idam edilmesine sebep oldu. Ölümünden 400 yıl sonra 1935’te Papa XI. Pius tarafından aziz ilan edildi.

[12] Beytüllahim ya da Beyt Lahm, Filistin özerk bölgesinde Batı Şeria’da bir kent. İsa’nın doğduğu yer olarak bilinir. Bazı araştırmacılar Beytüllahim’in bir yer adı değil, yıldız gibi bir gök cismi veya olayının adı olduğunu ileri sürerler. Bu iddiaya göre Beytüllahim İsa’nın doğduğu yeri değil, zamanı belirtir.

[13] Aşağı Celile bölgesinde tarihi bir kasaba. İsa’nın çocukluğunun geçtiği yerdir ve Hıristiyanlıktaki en önemli hac merkezlerinden birisidir.

[14] Üstinsan. Sözcük ilk olarak Romalı yazar Lucian tarafından ‘’Hyperanthropos’’ olarak kullanılmıştır. Kavramın semantik bağlamda bütünlüğe ulaşması 19.yüzyılda yaşamış olan büyük Alman filozofu Friedrich Nietzsche sayesinde olmuştur. Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinde üstinsan kavramını açık bir biçimde tanımlayan düşünür, bu sözcüğü ‘’nihilizm’’ ve ‘’güç istenci’’ kavramlarıyla ilişkili kullanmıştır. Nietzsche’ye göre insan mertebesi, hayvan mertebesi ile insan ötesi mertebesi arasında kalmış bir varlıktır ve bu nedenle insan mertebesi alt edilmelidir. Bu ifade de İslam felsefesinde sufilerce zikredilen ‘’İnsan-ı Kamil’’ fikriyle benzerlikler gösterir.

[15] Sidarta Gautama Buda, MÖ 563-483 arasında Hindistan’da yaşadığı tahmin edilen ruhani öğretmen ve Budizm’in kurucusudur. Budistler tarafından tüm dünyada Buda olarak kabul edilir. Sanskritçede ‘’uyanmış kişi’’ anlamına gelen Buda, peşine düştüğü yaşam ve ölümün ardındaki gerçeğin arayışı sonucu Sidarta Gotama’da oluşan ruhani aydınlanmayı anlatmak için kullanılan bir unvandır.

[16] Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin ve Üçüncü Reich’ın yöneticisi olduğu dönemde, Adolf Hitler’in kullandığı ve ‘’lider’’ anlamına gelen unvanıdır.

[17] Yuhanna, Iohannes ya da johannes, Hıristiyanlık inancına göre İsa’nın 12 havarisinden biridir. Aslen Yahudi olan Yuhanna’nın, kendi adını taşıyan Yuhanna İncili’nin yazarı olduğu düşünülür. Bu İncil’de ismen verilmese de İsa’nın sevdiği bir öğrenciden bahsedilir (Yuhanna 13:23, 19:26, 21:20). İncilin sonunda bu sevilen öğrencinin İncil’in yazarı olduğu bildirilir. Zebedi’nin oğlu olduğu bilinen Yuhanna’nın Efes’te öldüğüne inanılır.

[18] Aramice ya da Aramca, Sami dil ailesinin Kuzey-batı grubundan olan bir dildir. Aramice en eski kaynaklar MÖ 2000’li yıllarda Suriye’de bulunmuştur. İsa’nın anadilidir. MS 7.yüzyılda İslamiyet’in yayılmasıyla yerini Arapçaya bırakmıştır.

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Sencer

Kadim ve modernin iç içe geçtiği, tuhaf ama bir yandan da tanıdık hissettiren imgelerin birbirine değerek hareket ettiği bir metin olmuş. Hikayenin temel meselesine ya da mesajına uygun bir biçimi var.

%d blogcu bunu beğendi: