Uzun yağmurlu günlerin ardından bulut kümelerinin dağılmaya başladığını görmek tuhaf bir mutluluk veriyordu insana. Öğlene doğru ilk ışıklarını sunan güneş dilsizleşen ortamı uyandırmaya başladı. Bu sevinçle karşılanabilecek bir gelişmeydi.  Zira aşırı yağan yağmur yörenin en büyük korkusuydu ve beraberinde felaket hikâyelerini getiriyordu. Bu yörede doğup büyüyen birisi olarak doğanın bu ürpertici yönü ilk korkularımı öğretmişti bana. İlk çocukluk yaşlarımın sonbahar aylarına ait bu yabanıl ses atmosferinden doğan saf korku, sonraları mantığın ve rasyonel gerçekliğin girdabında anlam yitimine uğramıştı. Özelikle de fırtınaya eşlik eden soğuk ve bu harmana dahil olan yağmur; koca bir meydanda karşı karşıya gelen iki ordunun metaforu halini alırdı zihnimde.

Korkuyu hisseden, onu dönüştüren ya da bastıran biri olarak ‘Carpe diem’ benim için pek mümkün olmayan bir yaşam felsefesiydi. Korkunun üstesinden gelmenin sihirli formülünün başarı olduğunu lise yıllarımda okul kütüphanesinde rastladığım bir kitap öğretmişti bana; ‘Şehrimizden Doğan Başarı Öyküleri’. Klasik biyografi özellikleri taşıyan kitapta kentimizin başarılı insanlarının yaşam öyküleri yer alıyordu. Her biri neredeyse sıfırdan başlamıştı hayata ve büyük bir tutkuyla sarılmışlardı hayallerine. Nihayetinde bu onları adından söz ettiren bir konuma ve şöhrete taşımıştı zamanla. Kitabın beni kendisine çeken tarafının ne olduğunu yıllar sonra etüt edebilmiştim. Onlar benden önceki başkalarıydı. Tıpkı bizden önce bu köprüleri geçen, bu sisli kentin dar sokaklarında koşan, şekerli ekmeğini oyun aralarının azığı edinenler gibi. Bir tarihin devamıydı yaşadıklarımız ve bizden sonra yaşanacak olanlar. Hayalim böyle bir başarı öyküsüne erişmekti. Hayallerinin romantize akışına kapılan her genç gibi ben de tutkuyla derslerime çalışıyor ve kendime has entelektüel sermayemi oluşturmaya gayret ediyordum. Belki de bu hayalcilik beni mimarlığa yönelten ivme olmuştu. Sonrası malum; üniversite, kariyer, iş, güç ve uğraşlar… Kısaca hayatın akışkan devinimi.

Bu devinim örgüsünde zaman ve mekân hep bir şeyleri eklemliyordu birbirine. Mesleğimin gereği haline gelen yolculuklar neticesinde tanıştığım kişiler, bu yolculukların bir parçası olan hediyelik eşyalar unutturuyordu bana yaşamın periyodik salınımlarını. ‘Buraya; bu şehre, bu eve, buradaki atmosfere ne zaman dahil olmuştum?’ Bunlar yaşam uğraşları içerisinde pek farkında olamadığım ve hatta kendime sorma gereği hissetmediğim sorulardı benim için.

Hayatın maişetinde pek anlaşılamayan unutkanlık ve alışma insanın üzerinde kafa yorması gereken en temel meseleydi. Bu kimi zaman vefasızlık olarak addedilse de kaçınılmaz bir durum halini alıyordu bir süre sonra. Hatıraya akışkanlık kazandıran, unutkanlığa meydan okuyan en somut nesne ise mimari oluyordu. Şehirdeki aidiyet duygusunu canlı tutan o şehrin kültürel hafızasını sergileyen mekânları. Uzun dönemli restorasyonunu üstlendiğim yalı, müze gibi yapıların temizlik, tadilat işlerine bakan ustalarla yaptığım muhabbetlerin – ‘‘Naptın beyim sevebildin mi bizim buraları?’’ ‘‘Yani alışıyorum.’’ ‘‘Alışırsın beyim, bizim buralara yerleşen gitmeye gelince ayak direr kolay kolay ayrılamaz.’’– rutinleşen tiradı değil; tasarımını gerçekleştirdiğim, bir kompozisyon bağlamında biçimlendirdiğim mekânlardır beni bir şehre ait yapan, o şehirle özdeşleştiren.

Mesleğim gereği uzun ya da kısa süreli ikamet ettiğim yörelerden çok şey öğrenmiştim. Fakat en iyi öğrendiğim şey alışma ve uyum sağlama olmuştu bu süre zarfında. Üniversite yıllarımda Mimari Psikoloji dersini görürken Jean Piaget’in zekayı uyum kurma yeteneğiyle açıklamasının pek üzerinde durmamıştım. Bunun haklı gerekçeleri vardı ne de olsa; yaşanmadan anlaşılmıyordu. Ve yaşam en kabiliyetli muallime taş çıkartıp, tüm sözcüklerdeki soyutlamaları duyumsal açıklığa erdiriyordu. Şairin de belirttiği üzere insan giderek yaşadığı yere benzemeye başlıyordu. İşte ben de kendi payıma düşeni alıyordum bu husustan. Benim için payelerin en büyüğü olan tecrübe, yani yaşamın acı ve tatlı bütünselliği, hep aynı kelimeleri fısıldıyordu; anlıyordum.

Hâlbuki ne kadar zordu ilk gençlik yıllarında bu olguyla baş etmek. Bir yanda idealler, ütopyalar; öte tarafta onulmaz gerçekler. İdealist acelecilik etrafımı bana sorgulatıyor, imkânsızlıklar ve anlaşılmamaya sebep olan hayalciliğim çevreye yabancılaştırıyordu beni. Post yüzyılda Camus’un sesi uzakta kalıyor, Atay’ın isyankar, romantik tavırlı Tutunamayanları çare olamıyordu bana. Akademinin pozitivist tedrisinden geçen biri olarak mantığa uygun olanı seçmeliydim. Varoluşumu etrafıma öfke duyarak değil, onun yollarını açarak inşa etmeliydim. Nedense bu arayışımın ilk adımında ‘Dasein’ yetişti imdadıma.  Öteden beri felsefeye düşkünlüğüm post modern zamanların izini takip edebileceğim kaynaklarla buluşturmuştu beni. Heidegger okumalarından gelen bir perspektifle bir dizi uzlaşı ve eylem pratiği geliştirmeye başladım. Madem buradaydım, o halde özümü, varoluşumu tam da burada gerçekleştirmeliydim. Yabancılaşmayı doğuran terk edilmişlik ve yurtsuzluk duygusu, Y kuşağının yaratıcı işler peşinde koşan bir temsilcisi olarak çalışmayı ve üretkenliği tutku haline getirmiş kişiliğimle örtüşmüyordu. Ben de hareket tarzımı kendim ve çevrem arasındaki gelişime açık yol üzerinden kurgulamaya başladım. Çevremi değiştirirken çevrem de beni değiştiriyordu. Değişimin büyülü doğasında yaşam ışığını tasarımlarken, karanlığa ihtiyacım olduğunu ve ona saygı duymayı öğreniyordum. En haklı durumlarda öfkeli tavrımı dizginliyor, bunun değişim için elverişli bir fırsat aracı olduğunu açıklıyordum kendime. Bu hareket tarzıyla yaşamımda tutku dolu bir ferahlık duyumsuyordum. Tasarımını üstlendiğim projeleri bir bir hayata geçiriyor, farklı ülkelerdeki seyahatlerimin belleğimde bıraktığı izlerin özgün yaratıcılık desenlerini insanların beğenisine sunuyordum. Başarının tarif edilemez ve bir o kadar da yoğunlukla hissedilen enfes dünyasındaki yolculuğum beni bir yerlere ait yapıyordu. Çalışma yaşamının tutkusu, nerede değilsem oraya gidince mutlu olacağımı sandığım o melankolik hissiyatı baskılıyordu.

Tabii bu büyük tutkuyla inşa edilen varoluş kesintisiz ve doğrusal bir çizgi izlemedi. Her şeyin anlamlı bir bütünlüğe kavuştuğunu düşündüğüm anda onun etrafımı kuşattığını fark ettim. Adımımı attığım her noktada karşıma çıkıyor, kendine mecbur bırakırcasına tüm alternatifleri devre dışı bırakıyordu. Onun hızına yetişmek mümkün gözükmüyor, sanatın dokunsal izlerini, tasarım ve biçimleri bir ışık oyununa dönüştürüyordu. Dünya’nın kontrolünü ele geçirircesine her yana kök salıyordu. Bu cenderede çoğu kez onunla ters düşüyordum. Hiddetle ona kim ve ne olduğunu soruyordum. Öfkeme kayıtsız kalan o küstah tavrıyla ve biraz da istihza ederek daha önce pek çok kere tekrarladığı gibi sanatın sonuncusu olduğunu açıklıyordu. Ve daha da acımasızı yersiz yurtsuz bir düzlemde kendi sanatıyla bana meydan okuyordu…

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: