İnsanlar doğa güçlerine, dağlara, ağaçlara, ruhlara ve kendi uydurdukları hayali tanrılara tapmayı bırakalı yüzyıllar geçmişti. Hayallerinde bile yer tutmayan kadim tanrıları neredeyse unutmuşlardı. Artık kimse kendileri ile ilgilenmediğinden ve kendilerine dair efsaneler anlatılmaz olduğundan bu kurgu kahramanlar da zamanın içinde aylak aylak gezer olmuşlardı. Hal böyleyken bir gün Olimpos’taki tanrılar ve her zaman orada bulunmayan diğer tanrılar toplanıp, baş tanrı Zeus’un huzuruna çıkarak yüzlerce yıldır aynı şekilde süregelen hayatlarından sıkıldıklarını, insanların arasına katılmak istediklerini dile getirdiler. Zeus önce bunu reddetti ancak bitip tükenmek bilmeyen ısrarlar sonunda yumuşayıp içlerinden iki tanesinin seçilerek insanların arasına karışmasına izin verdi. Her birinin ayrı bir yere gitmesini şart koştu. İnsanların arasına karıştıkları andan itibaren artık damarlarında ikhor[1] değil, tıpkı insanlarınki gibi kan akacaktı. Ayrıca insanların arasında kılık değiştiremeyecekler, görünmez olamayacaklar, göz açıp kapayıncaya kadar yer değiştiremeyecekler yani hiçbir olağanüstü yeteneklerini kullanamayacaklardı. Öyle hevesliydiler ki şartları hiç düşünmeden kabul ettiler. Uzun süren bir oylamadan sonra Dionysos ve Ares bu görev için seçildiler. Özellikle Afrodit buna çok bozuldu. Onun fesat bakışları altında, seçilenler deneyimlerini paylaşmak için belli bir süre sonra dönmek üzere vedalaştılar ve her biri kendi maceralarına doğru yola çıktı.

Önce Dionysos vardı gideceği yere. Şaşkınlıktan gözleri yuvalarından uğradı. Son gördüğünden bu yana her şey çok değişmişti. Ne o geniş tarlalar, üzüm bağları, uçsuz bucaksız yeşillikler, ne de mütevazı şehirler ve onların içindeki sevimli megaronlar kalmıştı. Koca koca çirkin binalar, kalabalık meydanlar, karınca gibi yolları dolduran tekerlekli metal araçlar, garip insanlar ve tuhaf kıyafetler, her şey ama her şey bambaşkaydı… Kendine gelmesi öyle uzun sürdü ki ne kadar zaman geçtiğinin farkına varamadı.

“Ne oluyor.” diye söylendi şaşkınlığına kızarak. “Ben tanrı Dionysosum. Her şey değişmiş olabilir ama ben hala benim, bu şaşkınlık bu çekingenlik nedir.” diyerek toparlandı.

Yürüyüp şehrin kalabalığına karıştı. Ancak ilerleyemiyordu. İnsanlar etrafını sarıyor, bu tuhaf giyimli adama bakıp gülüşüyorlardı. Bir süre sonra olduğu yerde durup ne yapması gerektiğini düşündü. O sırada insanlar gösteri yaptığını sanarak önüne para atmaya, sırtlarında çantaları olan gezgin görünümlü kimseler kendisiyle fotoğraf çektirerek eline para tutuşturmaya başladı. Kendisiyle dalga geçiyorlar, gülüyorlar, kıyafetlerini çekiştiriyorlardı. Nereye doğru yürüse aynı şeylerle karşılaştı. Bu şekilde bir oraya bir buraya giderken akşamı etmiş, etraf biraz sakinleyince bu kıyafetlerden kurtulması gerektiğine kanaat getirmişti. Önüne çıkan ilk dükkâna girip herkesin giydiği basit kıyafetlerden gözüne kestirdiklerini görevliye göstererek hemen oracıkta yeni kıyafetlerini giydi. Çıkarken para ödemeyi unuttuğu için kasiyer peşinden koşturunca gün boyu topladığı paralardan bir kısmını kasiyerin avucuna doldurup hiçbir şey söylemeden çıkıp gitti. Kasiyer avucunda paralarla bu tuhaf adamın ardından bakakalmaktan başka bir şey yapamadı.

Dionysos şarap içmesi gerektiğini düşündü. Bütün gün tek damla şarap içmemişti. Yürümeye devam ederken gördüğü sarhoş insanların nereden çıktıklarına dikkat ederse içkinin kaynağını bulmuş olacaktı. Çok geçmeden bu yöntemle bir bar buldu. Hemen içeri daldı. Barın kenarına ilişti. Barmen:

“Buyurun, ne alırdınız?”diye sordu. Bir cevap alamayınca:

“Viski, votka, tekila, rom, cin tonik, bira, ya da istediğiniz herhangi bir kokteyli verebilirim.”

Barmenin içki olarak saydığı şeyler Dionysos’u yine şaşırttı.

“Ben ki şarap tanrısıyım. İçkinin, sarhoşluğun tanrısıyım. Benim bile bu kadar içki çeşidinden haberim yok ” diye mırıldandı. “Burası nasıl bir yer.”

“Efendim, bir şey mi dediniz?”

            “Şarap dedim, şarap ver bana.”

Barmen, genelde viski, bira ve kokteyl tarzı içkiler arzu edildiğinden sadece şarap içmek isteyen bu adamı inceledi. Sonra şarabın nasıl olmasını istediğine dair birkaç şey daha sorup kadehi doldurarak şaşkın şarap tanrısının önüne koydu. Bir dikişte bitirip tekrar istedi Dionysos. Bir daha bir daha derken barmen kendisinden huylanmaya başladı.

“Çok içiyorsunuz, hesap fazla gelmesin.”

Umursamadı barmenin dediklerini, bu kötü günü unutabilmek umuduyla içmeye devam etti. İçmek, içip her şeyi unutmak istiyordu. İçerken etrafını inceledi, içtikçe insanların nasıl rezil haller aldığını, nasıl insanlıktan çıktığını izledi, fakat izlerken yıllar önce olduğu gibi zevk almadı bu sefer. Aklı başka yerdeydi. Gördüğü kötü muameleyi düşünüyordu. Kendini burada, insanların arasında yapayalnız hissetmişti. Dalga geçmişler, soytarı gibi davranmışlardı kendisine. Hiç böyle aşağılanmadığını düşündü. Eskiden gördüğü ihtişam, saygınlık, kendisine hizmet edenler, övüp yüceltenler, kendini bir tanrı gibi hissettiren hiçbir şey artık yoktu burada. Ezilmiş, çiğnenmiş gibiydi insanların arasında. Geldiği bu yeni dünyada insanlar hissizleşmiş, kendilerinden başkasını önemsemez olmuştu. İçtikçe ezildi Dionysos, ezildikçe içti. Böylece saatler akıp gitti. Vakit iyice sabaha yaklaşmış, barın kapanma vakti de gelmişti. Hesabı ödeme zamanı gelince Dionysos ceplerindeki paraları avuçlayıp barın üzerine koydu. Barmen:

“Dalga mı geçiyorsun sen benimle. O kadar içkinin parasını bu paçavralarla mı ödeyeceksin? Hadi zorluk çıkarmada öde şu hesabı.”

“Ama bunlardan başka bir şeyim yok ki benim.”

Barmen bunları duyunca sinirlendi. Birkaç ağız dalaşından sonra güvenlikten sorumlu kişileri çağırdı.

“Fıçıyla şarap içti namussuz, şimdi de param yok diyor.”

Korumalar yaka paça kavrayıp sürüklediler Dionysos’u, ücreti alamayacaklarını anlayınca konuşmasına fırsat vermeden kendisini iyice bir dövdüler. Neden sonra sokağa attıklarında vücudunun her yanı dağılmış gibi acıyor, beton kaldırama çarpan kafasından kan sızıyordu. Son bir gayretle:

“Ben Dionysos’um, şarap tanrısıyım, bana kimse böyle davranamaz!” diye haykırdı.

Korumalardan biri geri dönüp hışımla bir tekme daha savurdu karnına.

“Şarap tanrısıymış, ayyaş herif. Defol git, bir daha da buralarda gözükme. Yemin olsun elimizde kalırsın.”

Dionysos yerde acı içinde kıvranarak ağladı. Sürünerek bir duvarın kenarına yanaştı. Bu çöp ve sidik kokan duvarın dibinde sızıp kaldı. Kendine geldiğinde canı daha çok yanıyor, kendini Olimpos’taki kayalar kadar ağır hissediyordu. Zar zor yerinden kalkıp topallayarak geldiği yöne doğru ilerledi. Giderken kırgın, şaşkın, üzgün ve yaralıydı. Yüzü kıpkırmızı olmuş, ayakları ilerlemeye direnir halde, başı bir daha dikilmeyecek gibi öne eğilmişti. Dionysos yüzyıllar süren yaşamında ilk defa tatmıştı bu duyguyu, utanç tüm bedenini sarmıştı. Ve bir daha insanların arasına karışmamaya yeminliydi artık.

 Ares, ruhunu memnun etmek için gördüğü ilk şehre girmek istemedi. Onun aradığı kargaşa, huzursuzluk ve savaştı. Olmak istediği yeri bulmak için çok yol aldı ama sonunda aradığına değmiş, savaşın hakim olduğu bir ülke, bir şehir bulmuştu. O da Dionysos gibi olağanüstü güçlerinden mahrum olarak aynı bir ölümlü gibi karışmıştı insanların içine. Birlikte etrafa zulmettiği oğulları ve yardımcıları Deimos(dehşet) ve Phomos(korku) da yanında değildi. Ares de tıpkı Dionysos gibi son gördüğünden beri her şeyin ne kadar değişmiş olduğuna şaştı. Evler, yollar sevimsiz taş yığınları gibiydi. Ancak ters giden bir şeyler vardı çünkü zaten sevimsiz olan bu evlerin ve yolların çoğu bir de yıkık döküktü. Sonra anladı ki Ares’in geldiği yerde, tıpkı onun hoşuna gideceği şekilde bir savaş hâkimdi. Hemen bu yıkık dökük şehrin sokaklarına karıştı. Ortalık öyle bir kargaşa içindeydi ki, kimse onun kıyafetini ya da varlığını umursamadı. Herkes bir o yana bir bu yana koşuşturuyor; kimi yaralı bir kadını, kimi çoktan ölmüş bir çocuğu kucaklamış, aceleyle bir yerlere ulaştırmaya çalışıyordu. Bazı kadınlar dizleri üstüne çökerek parçalanmış ya da yıkıntılar altında ezilmiş bir bedene sarılmışlar; etrafındakiler kollarından almaya çalıştıklarında bu ölü bedenleri daha da sıkı kavrayıp acıyla ağlayarak, göğü dolduran çığlıklar atıyorlardı. Ares bu ana kadar gördüklerinden hiç etkilenmedi. O savaşın tanrısıydı ve acımak ona göre değildi. Trakya’da katliamlar yapıp üç nehir insan kanı akıtmamış mıydı. Onun görevi, eğer savaş yoksa çıkmasına zemin hazırlamaktı. Bundan büyük bir zevk alıyordu. Ares, duygusuz bir şekilde etrafı gözlemlerken aniden yakınlarda bir yerde kulakları sağır eden bir patlama oldu, patlamanın etkisiyle bulunduğu yerden şiddetle savrularak bir duvarın kenarına düştü. Üzerine binalardan kopan parçalar, taşlar ve tozlar yağıyordu. Etrafta bağrışan, kaçışan yüzlerce insan vardı. Daha önce böyle gürültüyle patlayıp her şeyi yıkıntıya çeviren, anında bir sürü insanı öldürebilen, bu kadar zararlı bir silah görmemiş olan Ares, gördüklerine inanmakta güçlük çekti. Aynı şiddetli patlamadan başka yerlerde de olduğunu duydu. Hatta havadan gelen ve etrafı ateşe ve dumana boğan şeyleri gözleriyle gördü. Ölen anne ve bebekleri, ihtiyarları, gençliğinin baharındaki bedenleri gördü. Etrafa saçılan kanı, sağda solda kimin olduğu belli olmayan el kol ve bacakları gördü. Bu ateş kusan canavarın çıkardığı yangınları gördü. Savaşan kimse yoktu ortalıkta; ne saldıran taraf görünüyor ne de bir direnen oluyordu. Sadece gökten yağan bir ölüm ateşi ve bununla hayatını kaybeden masum insanlar vardı. Kendi kendine söylendi:

“Bu ne onursuz bir savaş?”                                               

Buradaki savaşa karşılık verecek bir ordu yoktu. Bu savaş sadece kadınları, yaşlıları ve çocukları öldürüyordu. Gökten yağmur gibi yağan bu canavar misali şeyler Zeus’un yıldırımlarından daha şiddetli ve daha yıkıcıydılar. Ortalıkta bu masum insanlar için savaşacak kimse yoktu. Böyle bir savaş olamazdı.

“Bu savaş adil değil, savaşan yok, kurallar yok. Sadece yok etmek, yok olmak… Bu kadar vahşi bir şeyi ben bile hayal edemezdim.”

Savaş tanrısı, yıkıntılar arasında ilerlemeye çalışırken parçalanmış iki çocuğun küçük kanlı cesetlerine bakarak yumruklarını sıktı. Yüreği ilk defa acıyı duyumsadı. Merhamet ilk defa dolaştı damarlarında. Ölümlüler gibi sızladı kalbi. İlk defa gözlerinden ılık tuzlu bir su akmaya başladı. Dermansız ayakları kendini bu vahşi şehirden yavaş yavaş uzaklara götürürken Ares, ağlamayı öğrenmişti.

İnsanların arasına karışan iki tanrı da Olimpos’a böyle büyük bir hayal kırıklığıyla döndüler. Onların halini görüp dehşete düşen diğer tanrı ve tanrıçalarla yaşadıklarını paylaşıp insanların artık eskisi gibi olmadığını, dünyanın artık eski dünya olmadığını anlattılar. İnsanlar Dionysos’tan daha sarhoş, umursuz ve uyuşmuş, Ares’ten ise daha acımasızdılar. Orada kimsenin tanrılara ihtiyacı yoktu. Zeus bu hadiseden sonra bir daha hiçbir tanrı ve tanrıçanın insanlarla alakalı bir dilekte bulunduğunu duymadı. Hepsi de sessiz ve hüzünlü bir şekilde yüzyıllarca daha sürüp gidecek olan tekdüze hayatlarına dalıp zamanın içinde yitip gitmek için beklemeye koyuldular.

[1] İkhor: Mitolojye göre tanrıların damarlarında kan yerine akan sıvıdır. Bu sıvı sayesinde yaraları çabuk iyileşir ve ölmezler.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: