Çok küçüktüm, anam daha geçen bahar sığırcıklardan (serçelerden) dil almıştı bana. Bende o günden sonra hiç susmamış, sürekli sorular sorup durmuşum. Henüz okula da gitmiyordum ama televizyondaki at yarışlarından sayı saymayı öğrenmiştim. Zaten ben de uzun kış aylarında diğer çocuklar gibi eve tıkanır, televizyon izlerdim. Yine o uzun kış günlerinden bir gün, Tsubasa gol atmadan bitmiş, canımda çok sıkkın. Babam eve geldi ellerini ovuşturarak. Anam salonda sobayı harlamakta, babam  “Âşıklar gelmiş köye, onları Bektaş’ın kahvesine götürdüm. Hadi Kamber’i alda biz de gidelim” dedi. Ben nasıl sevindim, “oley oley” diye anamın etrafında fır dönüyorum. Âşıklar geçen yılda gelmişlerdi. İsimlerini tuhaf bulmuş olacağım ki anama türlü sorular sorup onu da deli etmiştim, “ Âşıklar kim? Kime âşıklar? Deli mi onlar? Dilenci mi onlar?..” Anam da onların saz çalıp türkü söylediklerini hatta hikâyeler de anlattıklarını söylemişti. İşte o vakit nasıl meraklanmıştım. Bende gidip görmüştüm onları ama hikâyelerini anlamamış, aklımda da tutamamıştım.

   Merdivenlerden hoplaya zıplaya iniyorum, anamla babamda arkamdalar. Anam o tedirgin sesiyle “ Karılarda gelmiş midir? Tek ben gitmesem bari” diyor. Babam azarlayarak“ deli deli konuşmada çabuk yürü” diye söyleniyor. Bense yeni kahverengi, kadife pantolonumun belimden düşmesine aldırmadan, bir elim cebimde, ayağımla kayarak Bektaş amcamın kahvesinin önüne doğru, sürüyorum kendimi. Dışarıda gençler sigara içip şakalaşıyorlar. Arada sessiz edilen küfürleri de yakalıyorum. Küçükler de onların etrafında, bazıları sinirlendirmek için onlara kartopu fırlatıyor. Gençlerin umurlarında değil, rol vermiyorlar bizimkilere. Hüseyin’i görüyorum, koşarak bana geliyor. “Kamber, oğlum biliyor musun? Konuşunca ağzımızdan duman çıkıyor, sanki sigara içiyoruz he!” deyip nefesini buz gibi havaya veriyor, havada bembeyaz bir duman. Ben katılarak gülmeye başlıyorum, Hüseyin de gülüyor. Anam aniden gelip bizi sırıtan suratlarımızla içeriye sokuyor. “Hava çok soğuk, üşütürsünüz” diyor.

   İçeriye girdiğimizde bizi her yere sinmiş sigara kokusu karşılıyor. Pencerelerin hepsi açık, gençler kafalarını uzatmışlar oradan içeriyi izliyorlar. Köydeki herkes gelmiş, arkada, pencerenin önünde yer buluyoruz. Rengârenk yeni eşarplarıyla kadınlar, elleri koynunda fısır fısır konuşuyorlar. Kahvenin tam ortasında gürül gürül soba yanmakta, üstündeki bakır renkli güğüm delirmişçesine kaynıyor. Yaşlı bir amca, “günahtır, şu suyu indirin” diye söyleniyor, Bektaş amcaya bakarak. Bektaş amca oralı bile olmuyor, tek elinde en az altı çay bardağı, servis yapıyor millete. Benim gözüm Âşıkların önündeki oraretlerde. Hüseyin’in kulağına “ortalık kalabalıkken biraz aşıralım” diyorum. Gözleri parlıyor, kafasıyla onaylıyor. Âşıklar saz çalmaya başlıyorlar, anam susun manasında kolumu sıkıyor. Türküler, atışmalar bana göre saatlerce sürüyor. En son hikâyelere sıra gelmiş, çoğu esnemeye başlamış bile, Hüseyin de sandalyede uyuyakalmış. Bense direniyorum, kesin dinleyeceğim hikâyeleri. Ama zihnim bulanıklaşmış, konuşmalar uğultu şeklinde geliyor kulağıma. Güğümden gelen fokurtular, sigara dumanına karışmış oreret kokusu, arkamda cereyan yapan açık pencere… Yüzüm kuru tezekle gürül gürül yanan sobadan gitgide kızarmış. Uyku beni ele geçirdi geçirecek, sesleri anlamaya çalışıyorum. Büyük bir hayvandan bahsediyorlar, güçleri olan bir yaşlı adamdan da. Kesik kesik gidip geliyor sesler. Her defasında yeni olaylar işitiyorum. En son “ee haydi son bir türkü söyleyelim o halde” diyor Âşıklardan biri. Anam o saate kadar put gibi yanımda, türkü başlayınca o da eşlik etmeye başlıyor o ince sesiyle. “…feleğin bir kuşu var, pençesi demirdendir…”

  Kocaman bir kuşun üstüneyim. Kanatları, nasıl desem, bizim köyün hepsini içine alır da yer kalır yine de. Öyle de korkunç ve güçlü ki… Ağzında demir bir maske var sanıyorum ama ağzını açınca dişlerinin de demirden olduğunu görüyorum. Önce bir dağdan aşağıya doğru uçuyoruz. Demir pençesiyle toprağı tırmalayarak geçiyor. Öyle hızlı ki, çayırların üstünden saniyede geçip gidiyoruz. Sonra havaya yükseliyoruz, her yer Dertli Dağın tepesi gibi sisli. Belki de oradayız, bilmiyorum. Sisin içine dalıyoruz, ben sıkıca tutunuyorum, at üstündeymişim gibi. O kadar hızlıyız ki sisin içinde bir şeylere çarpacağız zannediyorum, gözlerimi sıkıca kapatıyorum,  boşluktayım sanki düşüyorum!             

  Uyandığımdan beri en az elli kere anlatıyorum bizimkilere. Anam öyle bunalıyor ki “Hasan, Kamberi al da biraz harmanlarda dolaşın” diyor. Dışarı çıkıyoruz. Babam karlarda bana iz yaparak ilerliyor. Ben de o izlere basmaya çalışarak ardı sıra gidiyorum. Babam “iki üç gün sonra köydeki birkaç adamla birlikte İstanbul’a gidecekmiş. Ali Ekber amca, çok uzun sürecek bir inşaat işi bulmuş. Babam belki bahara doğru, iş güç başlamadan önce de gelirmiş”. Babam geçen akşam anama anlatıyor. Anam da beni uyandırmak istemeyerek sessizce “ Kamber’in ayakkabısı küçüldü, gidince ilk fırsatta yolla he mi ?” diyor. Aklıma geliyor, babama sesleniyorum nazlanarak “İstanbul’a gidince o kuştan bulur musun baba?”. Babam, “hangi kuş, feleğin kuşu mu yoksa?” diyor, bıyık altından gülerek. “He baba, İstanbul’da her şey varmış. Çok büyükmüş orası çok büyük değil mi?”. “Öyle öyle çok büyük, her şey var orada, ne ararsan… Ama…” Kafasının içinde konuşuyor gibi dalıp gidiyor bir an, önünde duran bembeyaz örtüye. Sonra birden kendine geliyor, yüzüme bakıyor. Çocukluğumu fark etmiş olacak ki kederli yüzünü değiştirip bir kaşını havaya kaldırıyor. Gözleri benim patlak botlarımda “O kuştan sana yaparım ben. Tahtadan oyarım”. Babam çok beceriklidir zaten.  Tahtadan bana bir sürü oyuncak yapmıştır. Sevinerek, “Olur baba, yap ama kanatları demirden olsun birde ağzı.” Babam yine gülümsemeye başlıyor. Bende iyice coşuyorum. “Ha birde pençeleri, onlar kesin demirden…” Uzun uzun anlatıyorum Feleğin Kuşunu, botlarımız su geçirip, çoraplarımız ıslanana dek anlatıp duruyorum.

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Ayşen Altay

Nefis bir öykü. Yanan soba ve su kaynatan güğümün yanında sandım kendimi içim ısındı. Fakat çok fazla yazım yanlışı var. De’ler, ” işaretleri, hatta bazı sözcükler. Bu kadar iyi öykü yazan birisi nasıl bu kadar çok yanlış yazıyor? Bir de, öykünüzü okuduktan sonra, isminizin Funda olduğunu görünce düşündüm. Keşke bir kız çocuğunu anlatsaydınız… Başarılı öykülerinizin devamını diliyorum…

%d blogcu bunu beğendi: