Kış… Sabah uyanmak her zamanki gibi zor. Bir o yana ,bir bu yana döner durursun dakikalarca: Cazip gelir yatağın sıcaklığı…Kalkmak ile kalkmamak arasında gidip gelirsin ve her zaman kalkmak zorundasındır.

        Bu sabah biraz daha geç gidecekti işyerine. Dün gece  ensesikalınlardan bir gruba yemek vermişlerdi geç saatlere dek. Bu yüzden sabah sekiz buçuk yerine on birde gidecekti yıllardır çalıştığı restorana…

        Yatağın içinde düşünüyordu.Sıradanlaşan hayatını ,iş ve ev arasında sıkışmış bu körleşmiş düzenini değiştirmek istiyordu ama olmuyordu. Aylar önce yine bu düşüncelere kapılmış, işe gitmekten vazgeçmişti. “ Her şey inceldiği yerden kopmalı belki de …” diye kendini ikna etmişti.

        Bir süre sonra telefonu çaldı ; arayan Yaşar’dı. “Şeytan tüyü var bu adamda!” dedikten sonra ,  akşamüzeri yine işinin yolunu tutmuştu!

        Tıraşını oldu,kahvaltısını yaptı, çayını içip üstünü giydikten sonra , çata pat seslerini duydu. Camı araladı ki ne görsün;  mahallenin çocukları çata pat, kızkaçıran ,torpil dedikleri  patlayıcılarla oynuyorlardı.

        Tıpkı kendi çocukluğunda olduğu gibi. O her gün dönmek isteyip de bir daha asla dönemeyeceği , hayallerin,gülüşlerin,ağlayışların, yokluğun ,yoksulluğun  çırılçıplak yaşandığı çocukluğundaki gibi…

     Bayram arifesinde patlayıcılar bakkaldan alınır, sokakta ,tulumbanın bayırında doyasıya oynanırdı çata pat sesleri arasında.

     Kapıdan çıkarken her zamanki gibi unuttuğu anahtarını komodinin üzerinden aldı, kapıyı kilitledi defalarca. Arkasını döndüğünde  yine merdivenleri silen, anasına benzettiği kadınla karşılaştı.

             “Nasılsın  teyzeciğim?”

             “İyiyim oğul, nasıl olalım işte, çok şükür!”  diyen kadının yanından                     gülümseyerek çıktı.

           “ Çok şükürmüş! Neyine şükür etmeli bu yaşamın teyzeciğim, hem de o önünde ağlanılacak, ağıtlar yakılacak gözlerini gördükten sonra…”  demek istedi ama sadece gülümsedi rutubetli evlerin birbirine sokulduğu sokağa çıkarken…

          Çata pat seslerini duyunca içinde bulunuduğu ruh halinden irkilerek kurtuldu. Başka bir çocuk topluluğu ,  sanki uzaya roket gönderiyormuşçasına oynuyorlardı patlayıcı dedikleri oyuncaklarıyla…

          Uzun süre sonra içi dolu olmayan bir otobüse biniyordu. Kafasını cama dayadı ve kış aylarında sıcaklığına güvenilmeyen, bir görünen bir kaybolan güneşe suratını çevirdi.

         İşte ‘dünya işleri’ dedikleri bütün safsatalardan kurulmanın tek yolu: çırılçıplak doğa… Güneş , toprak, su, böcek… uğuldayan sessizlik; her şeyden önce karşılıksız mutluluğun hüküm sürdüğü doğa…

          Havanın dinginliği, yüksek binaların üzerindeki aydınlık içini kıpır kıpır yaptı birdenbire: “Belki de biraz yolculuk yapmalı ama nasıl?” diye söylendi yanında yöresinde kimselerin olmamasının verdiği güvenle..

          Uzun süredir kasabaya gidemiyordu. Anası ve kız kardeşiyle sık sık telefonla konuşur, hal hatır sorar, ihtiyaçlarının neler olduğunu öğrenir ve onları gidermeye çalışırdı.

         Trafikten dolayı otobüs yavaşlamaya başladı. O sırada gözü gökdelenlere ilişti.

         Bu şehrin yıllar içerisinde nasıl bir değişime uğradığını düşündü; bu gökdelenler, ışıklar, kalabalıklar… Hepsi artık zor gelmeye başlamıştı artık ona…Otobüs Zincirlikuyu Mezarlığı’nın önünden  geçerken , insanların nasıl da bir koşturmaca içersinde olduğunu gördü, şaşırdı. Bu koşturmaca niyeydi?

         Nereye gidememişti de insanoğlu bu kadar hızlı yaşıyordu; hissetmeden, anlamadan, yaşamadan, öyle sebepsiz ne yaşadığını bilmeden…

        Sonra ‘mezar ve insan’ kelimelerini karşılaştırdı zihninde… Yıllar önce İstanbul’a  gelip , bir taraftan çalışırken bir taraftan arkadaşlarıyla dünyayı değiştirme şiarıyla konuştukları belki uçarı, belki ütopik ama her halükarda ‘ne güzeldi o günler’ dedirten anları geldi aklına, gülümsedi .

      “Ne güzel kitaplar okurduk o zamanlar , bu dünyanın yükünü hafifleten,alıp başka diyarlara götüren, sadece iliklerine kadar daha güzel yaşayabileceğin diyarlara!..”

      Mezar ne kadar durağan, huşu duyguları uyandıran bir mefhumsa , insan da ,karmakarışık, hareketli ve belirsizliklerle dolu bir mefhumdu.Nihayetinde  insan, bir su damlası gibiydi; bir yere çarptığında nereye dağılacağını bilemediğin bir su damlası!

       Sonra her gün görüp de kafasını çevirdiği o yazı geldi gözünün önüne:  ‘Her canlı ölümü tadacaktır’.Ne kadar soğuk, bir o kadar da “ bu hengameye ne gerek var” diye düşündüren yazıya baktıkça kafasının  karıştığını hissetti.

       O anda öyle bir ses duyuldu ki, her şey ağır çekimde oluyormuşçasına, cam parçalarının her yere dağıldığını gördü, insanların bir çuval gibi oradan oraya savrulduğunu izledi. Birkaç saniye sonra ellerindeki kanı gördü. Bütün  otobüsü inlemeler almıştı, ayağa kalkıp birilerine yardım etmeye çalıştı; yalpaladı , yere düştü. Etrafına saçılmış kan ve et parçalarını gördü: Ölüler, sadece ölüler miydi hayatın ne olduğunu anlatan? Gözlerini kapadı, kendinden geçti.

      Hastanede geçirdiği ilk iki günü hiç hatırlamadı. İşin en acı , belki de öyle olmasını istediği tarafı da yanında kimsenin olmayışıydı. “Nerden bileceklerdi bizimkiler burada olduğumu?” diye söylendi yanındaki bütün vücudu sargı beziyle sarılmış ,  kim olduğu belirsiz hastaya bakarak. Hiçbir şey duymadı; öylece, kıpırtısız duruyordu.Sonraki günler gelen anası ve kız kardeşiyle sadece birkaç kelam ettikten sonra , pencereden şehrin neon ışıklarına dalıp gidiyordu.

       İki hafta hastanede kaldıktan sonra taburcu oldu, anası ve kız kardeşiyle birlikte evin yolunu tuttular. Giderken bindiği taksinin radyosundan sadece şu kelimeler duyuluyordu: bomba, banka, ölüler…Gözlerini kapadı.

      Eve girdiklerinde “ohh..” çekti. Yandaki daireden her zamanki gibi müzik sesi geliyordu. Bu sefer bir türkü sesi geliyordu, hem de onun da çok sevdiği bir türkü:

     “Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş…” Yanaklarından akan yaşlara engel olamadı, bıraktı kendini … Derken çata pat sesleri çınlatmaya başladı gene ortalığı.

      Bir oraya bir bu yana savruldu.

      Kan göremezdi artık!

      Her bir köşeye sıçrayışında “niye” sorusunu soruyordu kendi kendine.

      Çıldırıyordu; ortalığı saran ses durmaksızın kulaklarını tırmalıyordu:

     “ Çata pat, çat!..”

                                                                                              

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: