Kimi zaman tercih kimi zamansa mecburiyettir yalnızlık. Giderilmez bir çaresizlik, yalancı bir özgürlüktür. Bazen anlaşılamamak bazen de paylaşamamaktır.

Peki ya! Nerede yalnızlık? Karanlık bir kuytuda mı, dipsiz bir kuyuda mı, yoksa bunların aksine sokağın en görünür yerinden mi selamlıyor bizi? Belki de her şey, her yer ve herkes besliyor içinde yalnızlığı farkında olmadan. Zamanı gelince de çıkarıveriyor gün yüzüne.

Yalnızlık denince, etrafta kimsenin olmayışı gelirdi aklıma eskiden. Oysaki iğne atılsa yere düşmeyecekken de yalnız olabilir insan. Hatta belki de daha fazla tetikler bu umarsız kalabalık yalnızlığı. Değer verir insan, bazen sebepli bazense sebepsiz. Hakkaniyetle koşar kendi hakikatinin peşinden. Değeri yok sayıldığındaysa yalnız hisseder kendini. Şimdi bakıyorum da, çevrem insanlarla doluyken dahi ruhumu besleyen bir fikri ya da duyguyu başkalarıyla paylaşamadığımda belki de en yalnız insanıyım dünyanın. Bir araya gelince yalnızlığa bir mızrak saplamalı ve onu yok etmeliydik. Ancak bugün tam tersi oluyor. Ceplerindeki yalnızlığı avuç avuç birbirine dağıtıyor tüm insanlık. Asık bir surat; bazen meyvesiz bir ağaç, bazen de kurak bir toprak misali, yalnızlığa saklanmaya mecbur bırakıyor insanı.

Oğuz Atay “ Bazı insanlar şiirlere, şarkılara, kitaplara ve filmlere tutunuyor. Sanırım artık insan tutunamıyor insana” diyerek günümüze de ışık tutmuş doğrusu. İnsanda arayıp bulamadığımızı şarkılarda ve şiirlerde arıyoruz. Oysa insanı şiirde aramak gerekiyor. İnanmayı, güvenmeyi, sevmeyi, sevilmeyi… Tüm bunları şiirde bulmak, hayatta bulmak gerekiyor. Ardından da insanı bulmak, anlamak ve kalbinden yakalamak gerekiyor. Biz kendimizde bile bulamadığımızı arıyor, çoğu zaman suçu da başkasında buluyoruz. Başkalarında aramaktan evvel kendinde mi aramalı suçu insan?

“Bize ağır gelen kendimizdir. Yolda, okulda, işte, başkalarıyla birlikte taşıdığımız kendimiz”(Cahit Zarifoğlu). Benliğimi kaldıramayıp kandırmayı seçecek kadar kolaycılığa meyyal biri miyim diye sormadan edemiyorum. Sanırım insan, önce kendinden kaçıyor, ardından hayata atılıp durumun vahametini görünce, kaçacak delik arayıp kendine yalnızlığı uygun görüyor.

İyilik, güzellik, kardeşlik ve aşk; boyuyor ruhumuzu her fırsatta. Ancak biz fırçayı elimize almaya çalışıyor ve bocalayıp renkleri birbirine karıştırıyoruz. Hatta belki tamamen karartıyoruz ruhumuzu. Oysa oluruna bırakmak gerekiyor, şahitlik etmek gerekiyor güneşe ve aya, iyiliğe ve belaya… İnceliği düşünmek lazımken, ince ince doğruyoruz birbirimizi bakışlarımızla. Tebessümün kelime anlamını unutmaktan korkar oldum bugünlerde. Somurtarak gezmek, eline yalnızlığın davetiyesini alıp gezmekten farksız.  Bunun için kalabalık, yok edeceği yerde daha da tetikliyor yalnızlığı.

 Gönüller arasında sağlam köprüler kuramayan ve o köprüler sayesinde birilerini kalbinden yakalayamayan insan, mahkûmdur yalnızlığa. Onun için bir çareden, saklanacak bir delikten ziyade bir mecburiyettir yalnız olmak. Soğuk ve karanlıktır. Çaresiz bir çırpınışın, müzmin bir hastalığın adıdır. Eksik kalan hikâyelerin iç çekişidir.

İnsanoğlu tek başınalığının tüm bu iç çekişlerine rağmen, yapay bir korkusuzluk ve sonu gelmez bir yoksunlukla mühürledi kalbini. Aşktan yoksunluk, inançtan yoksunluk, umuttan yoksunluk… Bu muydu bizi yalnızlığa iten, yoksa tüm bunlar, birer ayna gibi bizi bize mi gösteriyordu bilemiyorum.

“Geniş siyah gölgesi hayatımı kaplayan/Tepemde kanat germiş bir kartaldır yalnızlık/Kalp çarpıntılarıyla günleri hesaplaması/Bir benim, benim olan bir masaldır yalnızlık.” Cahit Sıtkı Tarancı’nın yalnızlığın mahiyetini ve yaşamına etkisini anlattığı bu dörtlük durumu anlamaya çok yararlı olacaktır düşüncesindeyim. Hakikaten de bir kartal gibi hayatımızı karartan yalnızlık, hayatın pek çok yerini kaplıyor ve nereye gitse geliyor insanın peşinden. İşin en kötü yanıysa, insanın onu kendi elleriyle beslemesi ve büyütüp tepesine dikmiş oluşu. Geniş gölgesiyle hayatımızı kaplayan bu kartalı beslemek yerine; birbirimizi sevgiyle, merhametle, aşkla beslemekte çare.  Yalnızlığın kör kurşunlarının esiri olmamak gayesiyle sevginin bölüştükçe çoğaldığını ve acının paylaştıkça eridiğini unutmamakta. Acıları içimize atarak kendimizi eritmemekte. Kendimizi yapay ve yalancı bir özgürlüğe tutsak etmemekte!

Yalnızlık mesken tuttu sokakları ve hep biz yan yanayken yaptı bunu. Kimini evinde yakaladı, kimini okulunda, işinde… Kim varsa kendi benliğini kaldıramayan, av oldu yalnızlığa ya da koşarak gitti ve sığındı ona. Bu yozlaşmış dünya ve uyuşmuş duygular itti insanlığı yalnızlık kuyusuna. Öyle ki, insanoğlu yalnızlığa çare bulmak yerine, çareyi yalnızlıkta buldu ve saklandı ona.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: