Çık, çukÇık,çuk.

   Şu ses. Kim demiş saatin tik tok diye öttüğünü? Kafanızı eğip, çarklarına tekabül eden yüzeye kulağınızı dayadınız mı hiç? Hangisini işittiniz, bir camı tıngırdatırmışçasına tik tok sesini mi yoksa tıpkı sitemkâr bir ihtiyar gibi çık çuk diye dünyayı kınayıp duran saniye ibresini mi? Kınamak tabii! Saat, gözlerini dünyaya diker de kiminin geç kalışını, kiminin erken gelişini kınar ya hani. Ah ah! Ne zordur onu memnun etmek, tam vaktinde vakitlisine yetişmek…

   İşte böyle çık çuk diye kendine mensup sesiyle öter durur saat. Sahi öter mi diyorum ikidir, kimi zaman haykırır, kimi zaman yalnızca fısıldar. Her daim insanlara şikâyet dolu olduğu için kendisi, ayıpladığı şeyleri hatasız tercüme etmek uğruna sese özgü ne kadar eylem varsa dünyada, kullanır. Böylesi bir özgürlüğün lütfu bahşedilmiştir kendisine, sırf duyguları kifayetsiz kalmasın diye.

   Her varoluş bir sebeple bağdaşıyorsa, neden varlık sürdürür saat? Varlığı hangi sebepte kitlidir? İnsan buluşları bir ihtiyaç vesilesi ile ortada. Ortada olmasına da saat; akrepsiz, yelkovansız, siluetsiz de varlık sürdürmemiş midir hiç? Bir ihtiyaçtan doğmaksızın, ebediyen bulunarak…

   Evvel zamanın da epey bir gerisinde hatta zaman nedir bilinmediğinde; suskun, tedirgin ve meraklı bir varlık gözlerini açtı. Kiminize göre bir kuş olsun bu, kiminize göre yavru bir kurt, kiminize göre bir insan. Baktı çevresine, gezdirdi gözlerini gözünün değdiği her bir zerreye: Pofuduk pofuduk gökyüzüne dağılmış bulutlar, bazıları içe doğru büzüşmüş sınırsız sayıda yeşil saplı, kırmızı başlı çiçekler havada garip hareketlerle fakat çoğu zaman zik zak çizerek uçuşan sivrisinekler, onlara meydan okurcasına etrafta bir hayli gürültülü uçuşan eşek arıları…

   Derken uzakta görünen bir ağaçtan doğru yere düşen yapraklar dikkatini çekti bu varlığın. İlki direk çakıldı toprağa; ikincisi pek bir nazlı, bir sağa bir sola süzülerek yoldaşlık etti yere çakılana. Üçüncüsü tek başına yere düşmeye yeltenemedi. Zaten kendini aşağıya attığı vakit pek bir tedirgindi, ağacın sivri dallarından birine takılıverdi! Neyse ki peşinden bir cankurtaran yolladı ağaç. İlk yolladığı onu çıkaramadı daldan. Zavallı, öylesine korkmuş ki takıldığı dala var gücüyle sarılmış, bu kez de cankurtaranının başına sardı belayı. Derken üçüncüsü dördüncüsü geldi yoldaşlarının. Topu birden havada dans ederek yere düştü en nihayetinde.

 İzlerken fazlasıyla keyif aldığı bu görüntülerden aniden sıyırdı kendini varlık, tepede parlayan güneşe baktı. En başından beri tepede miydi? Ensesine vuran sıcaklığın farkına yeni varmış olamazdı.

’Yapraklar, güneşi hareket ettiriyor!’’ diye cırladı bir anda. Buluşunun heyecanını mı taşıyordu sesi yoksa güneşi hareket ettiren yapraklara karşı kızgınlığını mı, bilinmez. Artık içi hangisini söylerse…

   Bir vakit sonra bir ses işledi kulağına: gu guuuk, gu guuuk! İşittiğim nedir, neyin nesidir bu gariplik, diye kendi kendine söylenirken varlık, yuvasına çökmüş, tüy yumağı, koca gözlü bir canlı gördü. Kendisiyle hiç mi hiç benzeşmeyen: bir baykuş. Hemen kafasını kaldırdı, güneşi tepede aradı, boynunu geride tutmaktan kemikleri sızladı, sızladı da o yine de güneşi bulamadı. Güneş öyle aniden kaybolan bir canlı mıydı, hâlbuki gözlerini ilk açtığı vakitler yavaşlık bir kenara dursun hareket dahi etmiyordu. ‘’Bu kez de baykuş güneşi hareket ettirdi, sürüklemiş onu gökyüzünden!’’ diye söylendi bizim varlık. Gülsen gülemezsin, ağlasan ağlayamazsın, bir de üstüne havada asılı Ay’ı görünce iyice dellendi, ‘’Güneşi götürdüğü gibi yerine beyaz bir top koymuş, hiçbir yeri gösterdiği yok, ne gereksiz!’’ diye yine söylendi. Biraz da ayı incelemeye koyuldu, o kadar da işe yaramaz görünmüyordu. Aksine izledikçe, bizim varlığa bir huzur hediye ediyordu. ‘’Pek bir güzel, güneş kadar aydınlatmasa da göze hoş geliyor, bu kez de bunu hareket ettirmeseler bari. Yerli yerinde dursun, iyi böyle’’ dedi.

   Oysaki bilmezdi, kimse onu dinlemek için varlık sürdürmezdi. Herkesin kendi boynuna yüklenen bir görevi vardı. Ne zamanki bir horoz ötmeye başladı, ay gökyüzünden sürüklendi, yerini konumu daimi olan güneşe verdi.

   Demek ki neymiş, her icat bir ihtiyaçtan doğmaz imiş. Bu satırlar da bu tezi çürütmeye koyulsun. Şimdi sıralayalım bakalım, kimi zaman bir horoz, kimi zaman bir yaprak, kimi zaman bir baykuş, hatta olayına şahitlik etmediklerimiz; bazen bir nehrin akışı, bazen bir balık sürüsü, bazen çiğ ve yağmur, bazen soğuk tabiat yorganı: kar… Tüm bunlar sırayla akrep olmamış mı? Saat doğanın üstüne örtünmüş bir düzen, bir ahenkti. Belki de bizim şu varlık, bu düzeneği incelemeyi, takip etmeyi pek bir yorucu buldu. Sonra uzun bir çubuk yarattı, adına yelkovan verdi. O uzun parçadan arta kalanını da yelkovanın yanı başına koydu, adına akrep verdi. İncecik bir saç teli iliştirdi, adına saniye ibresi verdi. O diğer ikisine göre daha bir hareketliydi.

    Gökyüzünde, bastığı toprakta, soluduğu solukta ne varsa, hangi gizemler mevcutsa hepsini bu üç çubuğa indirgedi varlık. Tabii bu iki yolcunun zırt pırt durduğu durakları da eksik etmedi: bir durak sabahın altısına gizlendi, diğeri gecenin on ikisine, öbürü ikindinin üçüne.

    Böyle böyle günü bölük pörçük etti. Vaktin her bir durağında damakta hatırı kalır bir tat vardı. Bizim varlık bunu tattığı vakit durur mu? Damak zevki otursun, ayrı ayrı zevklere bürünsün diye böldü bölüştürdü ya zaten saatleri! Hepsinden bir nimet alacaktı, yaşamın doyumuna varacaktı. Yahut öyle sanıyordu…

   Gel zaman git zaman. Sorun da bu ya, zaman hep geldi hep gitti. Hiç olduğu yerde kalmadı. Bizim varlık pek bir bunalmıştı. Ya yetişemiyordu ya da epey bir erken gelip önceki vakitten bir damla dahi bal alamadan geliyordu. Günler böyle birbirini izliyordu. Saat, hoyratça bir oraya bir buraya koşuşturan varlığı izliyordu. ‘’Bir kere de beni yanılt be’’ dercesine başlıyordu cıkcıklamaya.

   Fani bu ya, ömrünü yalnızca bir eyleme adadı: yetişmek. Fakat bu eylem ortadan ikiye yarıldı iki yeni yavrusu oldu: geç kalmak, erken davranmak…

   Hakikaten, daima geleceğin vadettiği belirsizlikle cebelleşip durur da erken davranmaya kalkışır dünyadaki varlıklar. Sonra bir bakmışlar ki doğru vakte hapsolmak şöyle dursun, çoktan geç kalmışlar.

   Öyle ya da böyle. Zaman her daim geçer. Akrep ile yelkovan birbirleri ile varlarını yoklarını sererek yarışırlar. Kimi zaman akrep, yelkovanın gırtlağına yapışır. Kimi zaman yelkovan akrebi, uzun heybetiyle ezer. Saniye ibresi onlara hakemlik eder, kendisi de pek bir haşeredir, hiç yerinde durmaz. İki dişli rakibi birbirine düşürür, sonra kendince o da onlara eşlik eder. Çarklarsa yalnızca bu üçüne hizmet eder. Hayat işte, yalnızca üç çubuktan ibaret.

   Bizim varlık dayanamazsa, bir gün, ‘’Yetti gayrı! Ne geç kaldığıma hayıflanmadan dururum ne de erken geldiğime, yok mu bunun bir çaresi’’ diye cırlarsa, şunları iliştirin onun kulağına:

‘’Hayat üç çubuktan ibaret. Geç kaldığın çoktan geçti, beklediğin henüz gelmedi. Ne geç kaldığını telafi edebilirsin ne de beklediğin vakit belirsizliği giderebilirsin, üstelik belirsizliği gidereceğim diye anın trenini kaçırır, bugünlerini boş vagonlarla geçmişine itersin. Sen olduğun yerde dur, anın tadına vara vara, an ile beraber durul.’’

Abonelik
Bildir
guest
2 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Vaveyla

Üç çubuk var evet bunlar her an hareket halindeler. Erken gelmek veya geç kalmak, ikisinden birinin kollarında buluyoruz hep kendimizi. Peki ya zaman denilen kavramı biz yarattıysak? Zamanı da üç tane çubuğa bağladıysak… Biz istersek o üç çubuğu o alışık olduğu yöne değil tam tersine de döndürebiliriz, istersek geç veya erkenin kollarına düşmek yerine onlara bir üçüncüyü ekleyebiliriz; ona da tam da zamanı diyebiliriz mesela.

Hanbalık

Derler ya, zaman var; zaman şimdi, özellikle sonu çok güzel olmuş. Kaleminize sağlık, nice yazılara…

%d blogcu bunu beğendi: