Aptallık mıydı, aynı şehri aynı yerden izlemek, üstelik her biri bir diğerinin aynısı olan sayısız günde; ama yokluğun içerisinde yaşayan bu zavallı adamın başka çaresi mi var, veya başka bir yolu, hayır, yoksulluktan mustarip değil öykümüzün karakteri, burada yalnızca yokluktan ve boşluktan söz edilmekte çünkü bu bey için her şey çok boş ve çok anlamsız; aklından geçen düşüncelerin birer bulutu varmışçasına keskin yüzünün ifadesi ve yanındaki kıza döner. Turuncu. Güldü kendi kendine, kızıllar onun için hep mi turuncu kalacaktı, çok aşık olduğu o kadının saç renginin değişmesini izlemişti ve küçük bir kız çocuğunun günden güne nasıl olgun bir kadına dönüşebileceğini; zaten kızıl biraz ürkütücüdür ve o anda yanlış hatırlamıyorsa eğer düşüncelerinde bu konuyla ilgili bazı göndermelere yer verebilecektir.

-Ah, çocukluğunu çok seven bir adamdım ben!

Kız ona baktı, şaşkın, gözlükleri parıldıyor, kim demiş ki gözlük takan insanın çirkin olacağını, bak, işte, kendini kalıplara kaptırmamış ve kendi var oluşu kadar doğal bir kız gülümsüyor ona. Biraz şaşkın, biraz utangaç-ve gülümsemesine bir karşılık aldı, neden bu adamın gözleri böylesine donuk, kalbi kırık olsa gerek, benim de mi kırık kalbim, ben de mi öyle donuk bakıyorum? Korktu kız kendisinin de hayat tarafından bu kadar yorulmuş olma ihtimalinden, oysa bundan çok uzaktı, capcanlı bakıyordu, yaşlı adam bu hayat enerjisinde mi hayran kalmıştı hiç tanımadığı bu genç kızda? Kızımız olsa ona mı benzerdi, diye düşündü, ardından kendisi gibi bir ucubeden böylesine güzel bir kız çocuğu çıkamayacağının anımsamasıyla devam etti konuşmasına.

-Çocukluğunu seven bir adamdım ben, senin gibi, böyle parlak bakardım denizlere ve önümde yükselen kulelere, geleceğim ne kadar zor gözükürse gözüksün şu kuleden farksızdı benim için, üzerinde yükselmek kolaydı; hayata göğüs germeyi sevecek bir adam olabilirdim belki, fakat, benim çocukluğum çalındı.

Korkuyla baktı kız, çocukluk nasıl çalınırdı, kendi çocukluğu ne kadar ona aitti ve daha ne kadar çocuk kalacaktı, çünkü bu yaşlar en güzelleridir, değil mi, ve en güzel yaşlarını layığıyla, yani en güzel şekilde değerlendirmesi gerekirken neden burada, bu sahilde martılarla bakışmaktaydı ve neden hiç tanımadığı bu adamın konuşmalarını dinlemeye böylesine razıydı, gözlerindeki o bıkkın ve sıkkın bakıştan mıydı, adama acımış mıydı, yoksa benzer bir kader paylaştıkları hissine kapılmaya mı çok hazırdı?

-İçimde bir çocuk vardı, çok alışmıştım onunla yaşamaya; derler ya hani, mutluluk paylaştıkça çoğalır ve üzüntüyü azaltan da paylaşmaktır; ama küçükhanım, asıl paylaştıkça azalan sanırsam aşktır, sevgi paylaştıkça yok olmaya yanaşır, sevgiyi bir odakta toplamak lazım ve buna gereken de bir mercek değil mi, işte ben o merceği bulamadım ve inci küpeli bir kadına çocukluğumu kaptırdım; kendimi hala tez canlı bir çocuk sanıyorken bir de baktım kırmızı elbiseler içerisindeki inci küpeli kadın bütün geçmişimi sırtlamış götürüyor; senin için kızım, bu gölgeden bir adam, maskesiyle, siyah giysisiyle, değil mi, şimdi düşünsen yüzünü bile anımsamayacaksın, çocukluğundaki aşklarını sildiğin gibi onun neye benzediğini de sildin kafandan, ama geçmişini çaldı mı çaldı ve bu yüzden o suçlanmalı, oysa sen kendine kızıyorsun hala.

Oysa gölge bir adam değildi ki o ve bundan mıdır bilinmez saçlarını nasıl kavradığını hayal etti, gerçeklik kendisi onu çizdiği sürece vardıysa o an belki onun tek gerçeğiydi; yüzünü nasıl anımsadığını kendisine kanıtlamak için çaba gösterirken dişlerini sıktı ve gözlerinin rengini hatırlayamayışıyla kaşları çatıldı; ela, diyerek tarif edebilirdi ama ela olmadığını kendi de bilecekti; kötü bir şaka olmalı, diye düşündü, elbette ki bu zihninin ona oynadığı pek tatsız oyunlardan bir tanesiydi ve eskisinden daha canlı görebilecekti gözlerinin o rengini; aşk her anıyı hatırlamak değil de geçmişin uzun, upuzun yollarını sırtlamayı kabul etmekti ve kendisi buna çoktan razı gelmişti de şimdi aşkını geçmişin bu yolları belki geleceğe açılır diye gömüyordu hep kalbine.

            -Sevginden mi ses çıkaramaman, sevgi bu mu; o senin sevgini alıp götürürken düşünmedi bunların hiçbirini, sen neden bu sevgiyi içinde yeşerttin yeniden, neden kendini o hayalin kollarına atıverdin, kırmızı elbiseli kadına hoşça kalın dedim ben, o da buradaydı, bu kulenin önünde, ve ilk kez kule bir şeylerin temsili değil, bir başka ülkede değiliz, evimizde, yani ben, ben evimdeyim ve burada uğurladım o güzeller güzeli tanrıçayı, tanrıça dediğin bencil mi olur, değil mi, olurmuş küçüğüm, olurmuş, çok acımasız da olurmuş çok kötücül de, sen masallara inanma, hele ki bir insanın masal olabileceği düşüncesine, en tehlikelisi budur çünkü, kafanda yazdığın hikayeyi sevmek, tanımamayı sevmek; sevgi tanıdıkça güzeldir, boşluğuma geldi ben sevdim, tanımdan sevdim, kırmızı elbisesinin kırmızı rujuyla uyumunu sevdim, inciden küpeleri vardı onları sevdim, dans eden saçlarını sevdim onun dans edişiyle birlikte ve hiç tadamadığım dokunuşlarını sevdim; yalnızca sevdim ve yaşayamadım hiçbirini. Yalnızca tanınmamak üzerine kuruluydu sevgim ve bu yüzden tam olarak burada veda ettim ben ona, kendisine veda edildiğini bilmeden kadınlardan yalnızca bir tanesi daha, yani, ne fark eder, değil mi, bir sayı yalnızca; oysa içim hala kan ağlar çünkü ben ona bir gül bile veremedim, eline tutuşturabileceğim bir mektubum da olmadı hiç, oysa ne çok şiir yazmıştım ve ne de güzel hitaplarım vardı. Sen de gölge adamlara çok fazla şiir yazmadın mı, kalbini sokakların kuytu köşelerinde bırakmadın mı tehlikeli olduğunu bile bile, küçük bir kızsın sen, belki kötülüğü dahi tanımazsın, ama sen hiç aşık olmadın mı, hiç yaşamadın mı?

            Kendine sorduğu soruların birer yankısı mıydı bunlar, ayrıca, bir insanın bakışı nasıl bu kadar açabilirdi kalbini, çünkü bu adamın söylediği her bir kelimenin dürüstlüğünü doğrulayan gözleriydi, veda etmiş birinin gözleriydi o gözler ve bu vedadan hala gidememiş; içini okuyormuşçasına bakıyordu, bundan olsa gerek, yalan söylemeye korktu, yıllar geçmişken bu hikayeyi ilk duyacak kişi bir yabancı mıydı sahiden ve pek çoklarının saplantı diyebileceği bu düşünceleri yanında duran bu rastgele insanı korkutmayacak mıydı; üstelik bu sorunlardan en ufağıydı çünkü her şeyin gerçeğe döneceğini biliyordu, tek kelime, bu hikayenin tek kelimesini anlattığı anda kafasında yarattığı imgelerden çok daha ötesi olduğunu kendisi yeniden anımsayacak ve bağımlısı olduğu bu acıyı tekrar tadacaktı ve belki de bu sefer bu bağımlılığından kurtulması mümkün olmazdı; ne olacaksa olsun artık, olsun, diye bağırdı içinden bir ses ve uzaklarda bir deniz feneri. Kuzeyin ne taraf olduğunu kestirmek için bir an duraksadı, bunu yapacaksa düzgün yapacak ve tam olarak o açıyla uzaklardaki kıyılara bakacaktı, yıllardır kendi kendine verdiği sözler bunlardı.

Neden buradayım sanıyorsunuz, aşkımın kutsallığının tapınağındayım ben, kalbimde ölen bir aşka tapıyorum, beni öldüren bir aşka aşık oluyorum gün geçtikçe, sevgiye değil acıya bağımlıyım, evimdeyim ben de, ama sorun şu ki o da kendi evinde ve aramızdaki koskocaman bir deniz, karşıya yeterince dikkatli bakarsam eğer onu görebilecek miyim? Biliyorum, orada, biliyorum çünkü kalp kalbe karşı değil midir ve üstelik ben onun kalbiyle birim; söz vermek ne kadar da anlamsız sevmeyeceğine, neden bir insan kendine bunu yapar ve ben sözümü tutmaya böylesine uğraşırken neden o bu kuleye öyle bencilce baktı, buna ne hakkı vardı, neden sevdi benim evim olan bu kuleyi, benden bir parça taşıdığı için mi yoksa filmlerdeki ayak izlerinin üstünden yürümek mi ona zevk verdi, veya belki yalnızca sevmiş olmak için sevdi ve kendini sevebileceğine inandırmayı ölesiye istediği için; oysa biz birlikte de sevebilirdik bu kuleyi, birbirimizi, ve geleceği birlikte görebilirdik, neden onun yerine gömdük geleceğimizi; insan en çok istediğini neden istemez anlamıyorum, anlıyor musunuz beni bayım, anlıyor musunuz, insan diyorum, en çok istediği şey tam olarak önünde dururken neden onu istemez, neden kaçar, neden bir hikaye sanıyor bunu hala veya bir yarış, biliyorum ben ona sahip olmak için yaratılmadım, ama ölümlü dünya, değil mi bayım, ölümlü dünya, ve ben bütün varlığımı onun var oluşuyla tanımlamaya böylesine razıyken o neden burada durdu, durdu, durdu ve gitti, neden bir bakmadı etrafında, ah bayım, bakmadı değil mi, benim burada olmamı hiç mi istemedi, beni görmekten böylesine mi korkuyordu, korkunç bir yaratıktan ötesi olamadım değil mi, beni tanısa daha da kaçacaktı, kaçmamak için tanımadı çünkü onun yazdığı aşk hikayesinin baş rolünde ben oynayacaktım, bozmak istemedi bunu, oysa ben böyle bir oyun istememiştim, neden böylesine korktu benden ben yalnızca onun varlığını sevmişken?

İçinde yükselen öfke, uzun bir sessizlik, iç monoloğunun yankıları gözlerine yansımış ve kızardı yanakları; sessizliğini fark etmesiyle kuzey olduğundan emin olduğu o yönden başını soluna doğru çevirdi, kendisinin saniyeler önce baktığı noktaya şimdi adam bakıyordu, beni anlıyor, diye geçirdi içinden oysa yalnızca kendisini anlayacak birinin varlığına inanmak istemişti; anlatmayı bu kadar istediği hikayeyi yine mi içine gömecekti, bir yabancıya dahi anlatılmayacak kadar hazinse hikayesi onu kim dinleyecekti? Korktu, diye mırıldandı ve neden korktuğunu anlamaz gözlerle baktı, çok sevmiştim, neden benden kaçtı; yalnızca bir adım daha yaklaşmak istemiştim.

–Neden mi korktu, bunun bir hikaye olmadığını anlamadı çünkü küçük hanım, neden olacak başka, herkes anlamaz, ben de çok zaman anlamadım, dedim ya, bir filmden çıkmışçasına güzel olan o kadına aşıktım, üstelik yıllarca; yıllarca bekledim onu ve yıllarca sevdim, varlığımdan haberi olmayışını bile sevdim, neden mi, çünkü, çünkü varlığımdan haberdar olmaması demek bir gün olabileceği ihtimaline eşdeğerdi ve bu ihtimal çok güzeldi, bir ihtimalle yaşamdım ben, bir ihtimale tutunarak. Sanki çocuk olan benmişim de siz yaşlı bir bayanmışsınız gibi bakıyorsunuz, çok mu dinlediniz bu hikayeleri, çünkü siz de benim gibisiniz küçük hanım, belki küçümsüyorsunuz sevgimi ama ben dersimi aldım, çocukluğumu sattım ben hayatımda bir ihtimale daha yer açmak için; çocukluğumu araya katarak sevdim, çocukken kimi sevdiysem hepsini onda topladım, hepsini toptan sevdim, onlar da gitti o gidince. O nereye mi gitti, ben de bilmem, şuradan bir tekneyle açılıverdi, yalnız değildi, belki hayatının aşkını buldu o ben küçük mutlulukları ona yanaşmak için teğet geçerken, aşk hep biraz matematiktir çünkü ve ben bir doğru olmayı pek beceremem, oysa integral ne kadar güzel, aşkın altındaki alanı alsak delilik çıkacak ya, çıkmayacak mı, integralini aldığım eğrinin üzerinde bir yerde bıraktı çok aşık olduğun gölge adamın seni, bir başına ve gölgenle baş başa kaldın, hala mı Pollyannacılık oynayacaksın, oyna bakalım!

Delirmişiz ve kendi deliliğimizi bastırıyoruz birbirimizin gürültüsünde ve sessizliğinde, insanlık biraz böyle değil midir, kalabalık ve yalnızlık, kalabalık bir yalnızlık; kendisi bilmiyor muydu sanki bunun Pollyanna rolü yapmakla hiçbir ilgisi olmadığını? Gölge bir adam değil o ve ben Pollyanna olmaya özenmiyorum, diye haykırdı; ve geri kalan sessiz bir haykırış, insan neden bazı günlerde konuşacak hiçbir şeyi yokken susturamaz kendini ve neden en çok anlatmak istedikleri en zor konuşulanlar olur ki, diye sordu kendine ve haykırışına kendi başına devam etti.

Kanlı canlı ve inanır mısınız bilmem, aşkı bana o anlattı, gölge adam diyemezsiniz ona, arayabilirim, canlı olduğunu kanıtlayabilirim size, o da sevdi yalnızca kendi şeklinde, mutsuz ve çaresiz bir aşktı onunkisi, benim tek suçum böylesine bir aşka alet olmaktı, kendisinin özne olduğu cümlede beni nesne yaptı, ben sözcüğünden ibaretti onun için her şey ve bunu biz yapmayı istemedi, bağlanmaktan korkan o küçük çocuk bağlanmama sözü verdi, komiktir, söz vermek de bağlılıktı çünkü bir nevi, ve benim nesnesi olduğum cümleyi birlikte öğelerine ayırdık, gariptir, yüklemi bulamadık, özne ve yüklem olmadan cümle olmaz, yani mutlu bir aşk zaten bizim kitabımızda yer alamayacaktı ne bir geçmiş ne de bir gelecek vardı, yan yana duruvermiş rastgele insanlar olmaktı birbirimize dair tek tesadüfümüz, sizinle benim gibi, tesadüftük biz yalnızca ve aşk tesadüfleri sevmezmiş! Aşk bencillik istermiş, özne olmamanın bir sorun olmayacağına nasıl ikna ettim kendimi, bir kenarda durup onu izlemeyi nasıl kendime görev edindim, o benim hayatımın bir parçasıyken ben nasıl onun hayatından yalnızca geçip giden biri olabildim; bana zorla söz verdirdi ve bu sözü kendisi bozdu, adalet bu mu, ben buna da peki dedim, boyun eğdim, çünkü farklı seveceğine inanmıştım, farklıydı o, diğerleri gibi değildi, ama öyleyse neden diğerleri hep yanımda ve o denizin öteki yakasında, bu şehri birlikte yaşayabilecekken koşarak kaçması neden; sahiden çaresiz aşktı onunkisi veya aşka mı inanmıyordu bilmem, ama şimdi kalbim onun sesini duyuyor tam olarak burada ve kendime biraz zaman tanımak isterim, çocukça zevklerimden biri, artık pek de konuşmadığım birini anmak, anıları gözümün önünden geçirmek ve hayal kurmak, bu yalnızca platonik bir aşktan ibaretmişçesine hayal kurmak çünkü o zaman paramparça edemeyecek gerçekliğimi, o zaman bana zarar veremeyecek çünkü hiç tanımadığım bir şairi sevmiş olacağım, hatta bir şiir kişisini, oysa çocukluğumdan beri şiirlerin yolcusu olan bir adamı sevmek istemiştim şiirdeki anlatıcı da kim-çünkü o adamlar hep bir başkasına aşıktır, karlı günlere, paris sokaklarına, hannelise’e, mona rosa’ya-ve bana şiir yazan da çıkmayacak artık, sahi, onun bana yazdığı o şiiri ne yaptım, bulamazsam da olsun canım, ezberimde zaten, unutacağımı da pek sanmam!

-O beni şiirlerle sevdi sanırım bayım, bu şiirlerden birini size okumamı ister misiniz?

Kendi kendine mırıldanırcasına şu dizeleri okudu, üstelik cevap beklemek için duraksamadı bile;

göğe baktığın durağı terk ederken kelebeklerin uçuyor içinden

ve sana ait değil artık kelebekler

kurduğun hayallerse başka bir denizin

hazır değilim

yeni bir tonuna gecenin

karanlığın bakışlarına aldanıp da sevmeye ben alışkın değilim

 

Neden bir cevap beklemediğini yanındaki adama soracakken durdu ve bunu kendine sormaya karar verdi. Gerçek değil, dedi içinden bir ses; ne yanı başında duran kule, ne uzaklarda gözüken deniz feneri ne de aşmak istediği denizler gerçekti; sahip olduğu tek gerçek sevdiği birinin var olduğu fikriydi ve o kişinin uzaklarda bir yerde onu aklına bile getirmeden yaşamaya devam ettiği düşüncesiyle kaç gece daha uyuyabilecekti? Gerçek değil, dedi içinden bir ses; bunların hiçbiri gerçek değildi; gerçek değil, dedi yanındaki adam son kez belirerek, onu sen var ettin ve bu öykü yalnızca senin eserin.

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Zeynep selçuk

“özne olmamanın bir sorun olmayacağına nasıl ikna ettim kendimi”
Yazar öznesi olmadığını iddia ettiği ilişkiyi, büsbütün öznesi olduğu bir öyküyü dönüştürmüş. Öykü öznesi olmak daha güzel olsa gerek 🙂
Yazarın öznesi olduğu yeni öyküleri okumak için heyecanlıyım!

%d blogcu bunu beğendi: