George Orwell, 1984 kitabında bir kahraman yaratır… Gelecek dünyada evinin içine kadar kameraların izlediği, yiyecek içeceğin kısıtlı olup, sınırlı verildiği, insan ilişkilerinin olmayıp kaçta kaktın, kaçta yattın, yatarken nasıl pozisyon aldın, neyi-nasıl sayıkladın, kaçta yedin, kime güldün, niye güldün, gülerken ağzının şekli nasıldı, kaşın kaç derece yerinden oynadı, nerede yaşayacaksın, nerede gezeceksin, kiminle evlenmen uygun görüldü diye size hükmeden ve bilinçaltınızda komşunuza verdiğiniz selamın şeklinden dolayı bile, zaten izole edildiğininiz yerden alınıp öldürülebileceğinizi empoze eden bir dünyadır. Cehalet mutluluk, bilgi prangadır. Sizi bildiğiniz ya da farkına vardığınız herhangi bir gerçek şey için bile, sırf beyninizde onu tasavvur ederek sisteme ihanet ettiğiniz düşüncesiyle ölüm korkusuna boğabilen bir yapı hâkimdir. Beyninizin içinden bile sorumlusunuzdur ve onlar da hak sahibidir. Halkın robot gibi ne düşünmesi gerektiğine bile hükmeden mekanik bir sistem vardır. Ve bu distopik romanda, kahramanımızın eline kitabın ortalarında geçen de bir manifesto… Aslında -ben de dâhil- herkes buraya kadar olan zaman diliminde akıcılığını monoton ve biraz sıkıcı bulur. Çünkü Yazarın tasarımında olaylar dizgisi hiç de öyle uç, kimsenin aklına gelmeyecek bir kompozisyon gibi değildir. Ama sonra manifestoyu okuyunca kahramanla birlikte şöyle bir kanıya varırsınız; ‘adam, sırf o yazılanları bir yerde söyleyebilmiş olmak için kalkıp bir roman yazmış bu uğurda.’

        Bir anda sizin için en önemli şey kitabın hikâyesinde ne olacağı değil de kahraman yeniden eline manifestoyu ne zaman alıp okuyacak kaygısı alır.

        –Ne zaman tekrar eline alacak?

        –Ne zaman o kaldığı yerden okumaya devam edecek?

        –Devamında sayfaların daha neler yazıyor?

        –Okudukları onda nasıl tesir edecek?

        –Ne düşünecek?

        –Ben, onun fikirleri şekil alırken ne düşünmüş olacağım?

        İşte bu aşamada, siz bunları tahlil ededururken bir şey olur… Hani ilk başları sıkıcı ve monoton, anlamsızdı ya, bu noktada onlar birer anlama bürünmeye başlar. Kahramanımız devlet için çalışan bir tür editördür çünkü. Eline yazılı metinler geçer, ona bunları ne ölçüde düzeltmesi, değiştirmesi gerektiği belirtilir, o da bunları o yaratıcı kalemi ile yeninden karalar, hatta bir seferinde hiç olmayan bir adamı hayalinde tekrar inşa eder ve varmış gibi gösterip tarihi tekrar yazarak değiştirecek kadar yeteneklidir. Halk onun bu yazdığı şeyi tarih sanacaktır okuduğunda, plan budur! Yani resmen Yazar, kendine karşı bir kahraman yaratmış gibidir. O da bir Yazardır… Bir satranç oyunu gibi kendi manifestosuna karşı bir ‘anti-kahraman’ yaratır ve kitabın en can alıcı yeri de en okuyucusunu meraka boğup, romana sarıltan da budur. Çünkü sonu nasıl bitecek kaygısı ve stresi sarar daha insanı okumaya devam ederken. Bin türlü soruya bölünürsünüz. Biraz da benim gibi hayalperestseniz, “Ya kahraman, bu manifestoyu kendinden istenecek şekilde halka vermek üzere yeniden yazmayı akıl ederse ya…” İyiliği ve kötülüğü bir yana bırakıp, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bir kenara atıp, (ben gibi) o devasa manifestonun bir Yazar olan başkarakterin kaleminde nasıl evrilebileceğini şöyle bir hayal ediyorsunuz. Bunun hayali öyle bir şey ki “olağanüstü bir yazarlık başarısı olur” diye tasavvur etmiştim buraya kadar olan kısımda. Ve kitabın daha ortasındaydım…

        Şimdi bu aşamada gelin Kitle İletişim Araçlarının insanı etki altına almasını kapsayan bir kuram olduğunu ele alalım… Öncelikle bir kurucusu olsun. Misal, Paul Lazarsfeld adında Viyana, Avusturya doğumlu, matematik eğitimi almış, bu alanda doktora yapmış, üniversitede ders vermeye de başlamış bir akademisyen diyelim buna. Ama sonra sosyolojiye kaymış ve çalışmalarını bu alanda sürdürmüş olsun. Her ne kadar yaptığı bu çalışmalar onu matematikten epey uzaklaştırmış gibi gösterse de (ki birçok kişi böyle düşünür) Lazarsfeld’i, hikâyenin bu kısmına biraz gerçekçilik, biraz yaşanmışlık eklemek adına, tüm araştırmalarında kullandığı yöntem ve teknikle hâlâ bir matematikçi olarak kalabilmiş biri olarak varsayalım. Yani neredeyse ‘bu araştırmayı yaptık ama soncunda(=) bu çıktı’ şeklinde bir izahata soyunmuştur diyebileceğemiz bir insan. (Kitapta da böyle oluyor denildiğini duyar gibiyim.)

        Ama devam edelim… O sebeple terminolojide bu (kuramsal ve metodolojik) denilesi çalışmalarıyla Pozitivist Ampirik Geleneğini kurmuştur olsun! ‘Etki Araştırmaları’ diyebileceğimiz bu geleneği başlatmasıyla bu yöntemin en etkili, en teknik, en egemen paradigma (değerler dizisi) olması yolunda öncü olmuş… Özellikle yayıldığı yer Amerika, fakat diğer ülkelere de dağılmış… Columbia Üniversitesinde, Uygulamalı Sosyal Araştırmalar Bürosunu kurmuş…

        Araştırmalarında hatta Nazi Almanya’sına karşı nasıl örgütlenilmesi gerektiğini konu almış… Çeşitli araştırmaları olsun ve bunlar bizim çıkardığımız basit anlamda birey, ya da kitlelerin davranış unsurlarının neye göre şekil aldığı, neden etkilendiği, bunun sonucunda da (= ne olduğu) olarak bir matematik algıya bağlı olsun dediğimiz gibi. Kimine göre o ve onun gibi araştırmacılar Amerikan zenginleri tarafından desteklenmiş, finanse edilmiş denilsin ve araştırmaları bizatihi savaş öncesi, savaş sonrası, sonrasının sonrası gibi bir planla kitleler oluşturmak amaçlı olsun. Çünkü esas amaç kişiyi bireysellikten uzaklaştırmak, (ya da zaten öyle görmeyerek bir kitleye tabi gibi) algısına hükmedebilmektir esasen.

       

Tam olarak bilinmese de öyle değilse bile geldiğimiz bugün itibariyle başarısız da olduklarını söylemek mümkün değil olsun. Sâdece bu tür devasa araştırmalarda araştırmanın niyeti, olmadı araştırmacının niyeti “önemli bir unsurdur” denildiği için söylüyorum. En dikkat çeken araştırmasına da o günün şartları itibariyle radyo yayınlarını denetleyebileceği bir birim kurması diyelim.

        Örneğin, özetle bir çalışmasının insanın işsizlik durumunda verdiği tepkinin radikalizme değil ilgisizliğe yol açtığını gözlemlesin. Bu size de insanın sürekli maruz kaldığı bir şeye artık tepki verememesini çağrıştırmadı mı? Misal bir insanın, bir yere kapatılırsa ilk başta şiddetle duvarları yumruklaması ama bir müddet sonra sessizleşmesi gibi… Kim bilir, belki ‘Kabullenilmiş Çaresizlik’ diye bildiğimiz birçok araştırma ve tutumun arkasında bu adamın teorileri vardır gibi durmaz mı buraya kadar olan kısımda? Ne dersiniz?..

        Neyse, ardından başka bir araştırmasında medyayı az kullanan kişilerin siyasette de az etkili olup, bu kişilerin bir cemaate bağlı olamayacağını öne sürsün. İşte bunların sonunda da bence jübilesini yapmış olsun ve medyanın kullanılarak bu insanlar üzerinde çok etkili olabilmesinin yolunu bulsun kurduğu birim sayesinde. Ya da onun bu kurduğu şey bunun önünü açsın… Ama bence bir kişi inşa edeceksek, bu adam, ne olacağını veya olabileceğini öngörebilir. (Önyargı ile bilimsel öngörü gayet de farklıdır mâlum!) Çünkü durum başka bir araştırmasında şöyle izah ediliyor olsun: Bir çiftçi doğanın getirdiği sorunları kavrayabilir, buna çözüm de üretebilir ama radyo, yeni sorunları olan bir dünya sunar. Bu da kendinden bağımsız sihirli bir dünya ve karaktere sahipken, dinleyici bunu değerlendirebilecek kişisel deneyime sahip değildir.

        Yani her şey mümkündür. Bildiğiniz “atış serbest” denir buna. Bir karaktere, adeta somut bir nesneye eviriyor yani medyayı ki bu durum fizik ötesi bir şeye dönüştürerek edebî anlamda bile bir nitelik kazandırmaz mı çalışmasına? Vallahi ilk başta anlamlandırmakta zorlanılsa da üst düzey terminolojiye hâkim olunamadığı için, şimdi tüm taşlar herhâlde yerine oturur.

        Haliyle kuram; bireye, topluma, toplumlara yönelik olabilir. Arkasındaki kaynak ise bir Medya Patronu olabileceği gibi bireyselden devlete, örneğin siyasi oluşumlara kadar değişebilir. Verilen mesaj ise bir kavram, bir oluşum, bir ifade, bir şekil bile olabilir.

        Durum kaynağını direkt bulur ve etkisi altına alır! Misal hayal edin; televizyonda küçük bir çocuk, bir iplik yumağının sarıldığını izler ama beynindeki kompozisyonda asıl yumak edilenin çocuğun beyni olduğu tasvir edilir.

        Etki = Süreç, o da = Davranış olarak sonuç doğursun. Lazarsfeld’in teorilerinde (bu kurama ilintili olarak) insanı, örneğin bir propagandaya direnecek eleştirel akıldan ve bilgi birikiminden yoksun görsün. Bu kitle kolayca yönlendirilebilir bir sürü gibidir ve hatta yönlendirilemez olanı bile yönlendirilemez olduğunu kabul ederek yönlendirebilir. Bu soyut bir arayış da olabileceği gibi, misal arayış içerisinde olan kişiye ihtiyacı olan şeyi gösterir, (örneğin bir reklam filmindeki bebek bezi gibi v.s…)  Hedefi sorunsuz, en kansız şekilde on ikiden vurur. Yazılı ya da görsel veya sözlü medya, televizyon, gazete, radyo, telefon, internet gibi v.s en etkili kanallarıdır. “…ve buna da Sihirli Mermi Kuramı denir” diyerek adını koyalım!

        İşte insanın, “Ben bu kuramı sizin koyduğunuz belgede okuyunca da buraya kadar olan okuyucu sancımı tekrar yaşar gibi oldum” diyebileceği bir yerde duralım. Elbette şartlar itibariyle romandaki gibi radikal bir dünyada değiliz. Ama birilerinin elinden gelse, masa başında oturan, sırf kalemi kuvvetli diye insanların elinden tutar ve o dünyayı yaratmak için her şeyi seferber eder. Biz de olagelen değil de tasarlanmış bir dünyada yaşarız işte o kadar!

        Kuram, Laszarsfeld’in açtığı yoldan doğru hayata sızıyorsa, Sihirli Mermi Kuramını da sıyırıp, o zaman İki Aşamalı Akış Kuramının içinden de dünyaya geliyor demektir. Çocuğun anası babası da belli olunca hâliyle, açıklamak daha kolay…

        2000’li yılların başında diye hatırlıyorum; Amerikan Başkanı Bush, çıkıp şöyle bir açıklama yapmıştı: “Biz bugün, dünyadaki tüm basın-yayın organlarına hükmedecek kadar güçlüyüz!” Eğer bir tercüman hatası yoksa kelimesi kelimesine hatırlıyorum, aynen bu cümleleri kurdu ve bu Milenyum Çağının en önemli açıklamalarından biri olarak lanse edildi.

        Daha bir çocuktum ama beni çok şaşırtmıştı. Ee Amerika, aynı zamanda dünyadaki en üstün basın-yayın özgürlüğünün de tekelinde olduğunu iddia eden ülkeydi. Zihnimin bir köşesinde kalıp durdu.

        O hâlde bağlantılayacak bir şey gerek…  

        Bu kuramların genelde Amerika menşeili olup, 1948 Başkanlık seçimlerinde Laszarsfeld ve arkadaşları etkiyi bizzat tecrübe etmişler olsun. Ee, daha ne olsun?.. (Hem tesadüfü fark etmiştirsiniz umarım, çünkü kitabın adı da ‘1984’ yani, “84’ü ters çevirerek siz tarihleri karıştırtıyorsunuz” denilebilecek cinsinden kafa karıştırıcı.)

        Sonra yayalım biraz dünyaya hadiseyi… Sovyetler Birliğinin gazetecilik mesleğini sâdece bir Halkla İlişkiler etkinliği olarak sürdürdüğünü tarasın gözlerimiz. Birinci Dünya Savaşı sonrası halka tek yönlü bilgi sunma amaçlı kullanıldığını da kırpıverelim. Bir Yayın Editörü, bir Yazı İşleri Sorumlusu, kitle iletişim kanallarında çalışan ve sizin için çalışabileceğine hükmettiğiniz birinin fikirlerine egemen olabilme meselesi olsun aslıda bu. Adını, ‘Kapı Tutucusu’ diye uyduralım. Bunlara (Kapı Tutucusu) denmesindeki sebep ise; yine gözümüzde de bir şekle bürünerek kabul ettirsin kendini… Hani eski Türk filmlerinde esas oğlan cevval, idealist bir gazetecidir ve elindeki haberle gazeteye koşar.

        –Elimde bomba gibi bir haber var Patron, diye adamın birinin karşısına çıkar soluk soluğa.

        O ‘patron’ dediği Yayın İşleri patronudur işte. Habere bakar, muhabire bakar… Biraz da umursamaz tavırlı, burnu büyüktür.

        –Beş para etmez bu haber, der. Sora da atasözü gibi olan, hepimizin bildiği klişeleşmiş o cümleyi kurar. Elini muhabirin omzuna atar.

        –Bana git gerçek haber bul. Haa.. gerçek haberin ne olduğunu biliyorsun değil mi? Bir köpeğin adamı ısırması haber değildir… Ama bir adamın köpeği ısırması haberdir, der bir çaylakla alay edercesine.

        Çünkü o, o kapıyı açarsa haberiniz içeri girebilir. Onun kapısını tuttuğu o odadan içeri girmeye değer nitelikte haber getirmeniz şarttır.

        Peki o hâlde, bir de şöyle düşünün; bu Kapı Tutucunun fikirlerine hükmedilebilirse neler olur?..

        Muhabirler, saha ajanı gibi onun istediği nitelikte haber bulur… Onun istediği nitelikte haber kaynağı ile muhatap olur… Muhbirini, servis edenini seçer… Sonra haberin okuyucusunun, sunusunun edisyonuna müdahale eder… Ardından haberi sunan muhabirin anlatımına müdahale eder…

        …ve en sonunda, siz değerli halkın (kitlenin) önüne süzdürülmüş, damıtılmış, manipüle edilmiş, sansürlenmiş bir şey izletilmek için getirilir. Romandaki gibi radikal olmasa da bir kuramın kendine has soruları meydana gelmiş, (doğum gerçekleşmiş) olur.

        “–Tebrikler… Nur topu gibi bir oğlunuz oldu!”

        Kim, neyi, ne şekilde, neyin etkisiyle sizin önünüze koydu? Tabiî buna da bir isim vermek kalıyor geriye ki Eşik Bekçiliği Kuramı deyip kapatalım!

        Ama siz gelin, bir de şöyle düşünün…

        Ben, tüm bunları bir hayalperestliğe kapılıp da kendim uydurmamışsam ya..?

        Ya böyle bir kuram zaten hâlihazırda varsa ve asıl kitap onun içinden çıkmışsa?

        Hayal kırıklığı mı olur sizin için, yoksa tam tersi mi?

        Çünkü böyle bir kitap daha ortada yokken bu kuram hâlihazırda duruyordu. Öyle de bir kuramdı ki üstüne kitap yazılacak kadar edebî nitelikteydi. Çünkü öngörülebilir, ehîl, usta ellerde komplo teorisi gibi duracak, ismi magazinleşmiş, “1984 değil de 1980, 82 diye çıkarılacakmış aslında da olmamış” denilebilecek, ama belki de gerçeği yalnızca Yazarının bildiği distopik görünümlü gelecek dünya, yenidünya kitabının roman tasviriydi. Ya da yazının başında kitaptan hiç bahsetmediğimi varsayalım; siz olsanız bu okuduklarınızla bir roman yazmayı kurmaz mıydınız?..   

        Zira her iki türlü de ister bilerek, ister bilmeyerek George Orwell, olan ve gelecekteki dünya oluşumunun en iyi kitaplarından birine imza attı. Üstüne de bir sürü fikir üretiledurdu… Aslında bu denli üstüne Şehir Efsanesi türetilmesine sebep, kitapların kendi başına bir birey olma potansiyelinden kaynaklanıyor. Bazı kitaplar vardır ki bitince yazarından bağımsız bir karaktere bürünür ve Yazarı çıkıp, “Ben bu amaçla yazmıştım” ya da “…yazmamıştım” dese bile kâr etmez. Ne var ki bir Yazar, bazen soruların muhatabı olmak istemediğinden bilerek yaptığı bir şeyi yapmadığını, yapmadığı bir şeyin ise -yapmış gibi durduğundan- bilerek olduğunu söyleyebilir. Yani şimdi Yazarın Laszarsfeld’in kuramını yalayıp yutarak bu kitabı var ettiğini söylesem bu kitaba sâdece değer katar. Çünkü çok rahat, biri çıkıp, “Bilhassa politik ve siyasi tarih araştırması yapmadan böyle bir şey yazamayacağına göre, herhâlde yani karşısına çıkmıştır” diyebilir. Ya da “Ama hiçbir edebiyat eleştirmeni kitabı Eşik Bekçiliği Kuramıyla bağlantılamıyor ama” deseniz de olur… Aynı kapıya çıkar!

       Ben kitabı ilk okuduğumda yazarın mesleği için, “Kesin CNN’nin uluslararası saha muhabirlerinden biridir ya da bu birimin başında olabilir” demiştim. BBC’de propagandist olması sebebiyle teğet geçmişim. Sonra “…İstihbaratın da göz hapsine aldığı biridir yazdığı yazılar yüzünden de muhtemel” dediğim noktada, İngiliz istihbaratına göre ileri derecede komünist, kendine göre sosyalist bu adamın, kitabı bile bu gözetim altındayken yazdığını biliyoruz. Fakat en önemli nokta kitabın ilk baskısının 1949’da yayımlanmış olup, George Orwell’ın bundan tam yedi ay sonra 1950’de ölmesi. Yani evet; bu adam ne tesadüftür ki 1948 Amerikan seçimlerini gözlemleyen Laszarsfeld’le aynı sıralarda yazıyor kitabı. Biri dünyaya hükmeden kuramları hat safhada geliştirecekken, diğeri romanını yazmış olacaktır o yılın sonunda. İkisi de 1948’de oluyor… Tarihler o denli çakışıyor ki bu sebeple, “İsmini, yazıldığı yılın olsa olsa son iki rakamını ters çevirerek koymuştur” demiştim. “…Hem bu hâliyle mantıklı, esprili, üretilen teorileri çürüten cinsinden olurdu.” Hem de böyle bir kitabı yazabilecek kadar zeki olan adam, ismini koyarken nedense birden aptallaşıvermemiş… Ve o hâlde, bir gazeteci olan Yazarı bir Kapı Tutucu gibi düşünmek de işten bile sayılmazdı. Adeta biri diğerine el verip, bir araya gelmişler de ortak kararla bir girişimde bulunmuşlar gibi. Çünkü Laszarsfeld’in kuramlarıyla 1984’ü açıklamak gayet mümkün, 1984 ile de Laszarsfeld’in kuramlarını elbette…      

        Bu aşamada gerçek bir okuyucu ise durumun analizini Yazardan bağımsız yapar. Kitapla, kaleme alanını ayırır ve ikisini ayrı ayrı değerlendirir. O yüzden misal bizlerin de şöyle cümleler kurduğu olur: “Hayırlı olsun, her ikiniz için de…” Zira kendine karakter edinmiş, Yazarından bağımsız kitap yazmak büyük hadisedir. Düşünsenize, sizin bile üstüne yalan söylediğinizi düşündürecek bir başyapıt yazıyorsunuz… Şaşırtıcı sonu, beyin dinamiğine götüren gidişatı, kıyaslama yaptıran ve bağlantı halkaları oluşturan Eşik Bekçiliği Kuramını da artık biliyorken, stresi seven nitelikli okuyucusuna ‘tırnak yediren cinsinden’ dedirterek tat bırakır anca. Ben de o yüzden, üstüne bu denli derin düşünmeyi gerektirmese bile, ‘1984’ kitabının en azından üstüne böyle düşünülesi -zaten düşünülmüş- bir eser olduğunun tescilli olduğunu referans alabilirsiniz diyorum…

 

Kaynakça:

Prof. Dr. Erkan Yüksel, Doç. Dr. İncilay Cangöz, Doç. Dr. Ömer Özer, Doç. Dr. Ruhdan Uzun, Doç. Dr. Banu Dağtaş, Prof. Dr. İrfan Erdoğan (2013), İletişim Kuramları, AÖF Yayınları, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi.

Ümit Atabek (2001), İletişim ve Teknoloji, Ankara: Seçkin Yayınevi; David Crowley ve Paul Heyer (2010), İletişim Tarihi, Çev. B. Ersöz, İstanbul: Phonix Yayınevi; Nurdoğan Rigel (1991), Elektronik Rönesans, İstanbul: Der.

Saruhan, Ş. Ç. ve Özdemirci, A. (2005), Bilim, Felsefe ve Metodoloji, İstanbul: Beta; Erdoğan, İ. (2012). Pozitivist Metodoloji ve Ötesi. Ankara: Erk; Karasar, N. (2010). Bilimsel Araştırma Yöntemi. 21. Baskı. İstanbul: Nobel; Geray, H. (2004). Toplumsal Araştırmalarda Nicel ve Nitel Yöntemlere Giriş. Ankara: Siyasal.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: