O bir deniz feneri gibiydi uzaktan öyle mağrur, öyle güzel ve yalnız ki, bazen gizemli ve ürkek…Öyle bir gizem ki içine girsen sanki yer yüzünün bütün sırlarını bulacaksın dolambaçlı ve alacakaranlık merdivenlerinde. Öyle ürkek ki biraz yaklaşsan bir o kadar daha uzaklaşacak senden mahsun bir şekilde boynunu yana devirerek kaçamak bakışlarla. Başkası için deniz ortasında, en devasız zamanlarda bir umut, bir kurtuluş, bir mutluluk, bir çare…Ama ya kendisi için ne ifade ediyor? Hangi hislerini saklamıştı o sapsarı ışığının arkasındaki karanlığa? Hangi dehlizlerine itelemişti kursağına ardı sıra dizilen karşılaşmaya ve yaşamaya korktuğu duygularını? Yalnızdı, vazgeçmişti kendisini anlamaktan ve anlatmaktan, bu nedenle hayatla arasında haspel kader bir bağ bırakmak için kurulabilecek en zayıf bağlantıyı seçmişti kendisine ve o bağlantıya tutunmaya çalışıyordu…maksat yaşamak olsun, öylesine var olmak, ölgün, bezgin, kırgın, sessiz, mahçup olmak ama -var olmak- kalabalıklardan olanca gücüyle kaçan -deniz feneri- olmak.

 

Amacı, fırtınalı günlerde ışıl ışıl ışıldayarak ihtiyaç duyanlara yardım etmek değildi, son zamanlarda kimse umrunda değildi, aslında sadece kaçmanın, saklanmanın belki de korkmanın önüne etik ve kabullenilmesi kolay, çok dikkat çekmeyen, olağan bir paravan koymaktı derdi. İnsanlar onun bu süslü paravanı ile ilgilenip derinlerine bakma merağını duymamalılardı içerlerinde bir yerlerde…Bu deniz fenerinin kaç odası vardı? Merdivenleri nasıldı? Duvarları ne renkdi? Işık nereden geliyor ve nasıl yayılıyordu? Oradan deniz nasıl gözüküyordu? Oradan gemiler, insanlar, gökyüzü nasıl gözüküyordu? Martıların sesleri nasıl duyuluyordu? Nasıl kokuyordu içerisi? Orada yaşamak nasıl bir duyguydu? Sorulmamalıydı tüm bu sorular, sadece uzaktan bakılıp, hayal gücü ve beklentilerle harmanlanıp, yorumlanmalıydı içsel dünyalarda.

 

Bir zamanlar anlaşılmak için elinden ne gelirse yapmaya hazır iken, şimdi en ufak bir kurcalanma onun huzurunu bozuyor, öfkelenmesine sebep oluyordu. İşte bu yüzden her defasında usanmadan küçük paravanına dikkat çekmeliydi, hedef şaşırtmalıydı usulca. Çok uzaklardan sarı ışığına bakılıp, her zihnin kendine özgü yarattığı şekliyle biçimlenmeliydi kafalarda ve öylece kalmalıydı. Çok uzaklardan…Yaklaşmak yok!

 

Oysa kilometrelerce öteden görüldüğü zaman hayatın ta kendisi idi, romantikti, nadirdi, melankolikti, güzeldi, eşsizdi, istisnasız herkesin seveceği özel bir şeydi, etrafına ışık saçıyordu, fırtınalı havalarda şimşeklerin arasında; gümüş gri, köpüklü, öfkeli denizin ortasında yaşama dair bir umuttu, sığınaktı, kurtuluştu, huzurdu. Öyle güven veren bir hali vardı ki, korkmuyormuş gibiydi fırtınlardan, yalnız olmaktan, -umut olmasa da olur -yalnızlık güzel şeydir- düşüncelerini benimsermiş gibi gözüküyordu. Taa uzaklardan; -bu fırtına dinince ben yine olanca heybetimle yükseleceğim göğe doğru kayalıklardan- der gibiydi, öyle kararlı bir duruşu vardı. Ama bu koca bir yalandı! Bunu sadece ben biliyordum o mağrur görüntünün içerisinde neler olduğunu? Sadece ben çıktım o küflü deniz kokan merdivenlerini, ben dokundum sıvası dökülmüş, yorgun sarı, tuzlu badanasına…oysa uzaktan ne kadar canlı, hayat dolu parlak bir sarıydı rengi. Elimi nereye atsam elimde kaldı her yeri un ufak…Nemden yeşermiş duvar köşeleri, fırtınaların aşındırdığı pencere pervazları, nemin lime lime ettiği tahta kapısı…Ben dokundum sadece zemininde tuzun çürüttüğü kaidesine, tabanlarındaki fare pisliklerini ben gördüm ilk, duvarındaki koca çatlağın içerisinde hayat bulmayı başaramamış ölü bitkileri ben yoldum gayri ihtiyari. Yine boynunu yana devirdi mahsunca gözlerini kaçırarak dedi ki -adı umuttu bu çirkin bitkinin- O sadece bana gösterdi yaralarını, öyle şaşkındım ki, gördüğüm hiç bir şey ama hiç bir şey uzaktan gördüğüm hali ile örtüşmüyordu. Sanki özellikle zıtlık yaratılmak istenmiş gibiydi -Gibi değil öyledi- Bir kandırmaca, bir illüzyon lazımdı herkesi ve herşeyi uzakta tutmak için.

 

Nasıl taban tabana bir zıtlık bu Allah’ım?; uzaktan iyi, yakından kötü; uzaktan dinç, yakından bitap; uzaktan hayat dolu, yakından çökkün bir ruh; uzaktan heybetli; yakından kırılgan; uzaktan sonsuza dek ayakta kalacakmış gibi, yakından bir dokunsan yıkılacak; uzaktan dalgaların bıraktığı nemin buğusu pencerelerinde, yakından göz yaşları. Sadece beni soktu içerisine, bana gösterdi yaralarını, gösterirken de gözümün içine bakamadı mahsunluğundan. Öyle acıdım öyle acıdım ki ona -Gel dedim, başka bir yerde, başka bir şekilde başla tekrar- dedim. İşte o zaman baktı sarı ışıklı gözleri ile gözlerime –yapamam- dedi, -köklerimi saldım bu kayalığın en tepesine, eğer sökersem bir daha asla tutunamam bir yerlere- -Gel ben sana yardım edeceğim- dedim -Yapamam…başka yapacak ve ardına saklanacak hiç bir şeyim yok bu hayatta- dedi. Bir tek bana gösterdi yaralarını, ama iyileştirmemi istemedi, dokunamadım. Dokunduğum an, ani bir refleksle kapattı kendisini bana, sımsıkı yumduğu titreyen göz kapaklarına bakakaldım içim acıyarak. Tam –neden?- diye soracaktım ki içimde bir yerlerde cevabı buldum; alışkın olmak ne kadar güçlü bir duygu ise artık; yaralarının iğrite eden varlığına, ona verdiği acıya bile alışmıştı. Bu onun için hayatına anlam katan şeylerin en temeliydi belki de. Ne tuhaf bir şeydi, bir acının hayatla bağ oluşturması ve bu acının yokluğunda derin bir boşluk bırakmasından korkulması…Boşluk boşlukdu işte, kötü veya iyi..neyin bu boşluğu bıraktığı önemlimiydi belli bir zaman sonra? -Kalayım mı yanında- dedim, büründü yine deniz feneri karakterine, en iyi olduğu şeyi yaptı nihayetinde, uzaktan baksan “git”, yakından baksan “gitme lütfen” der gibiydi. Tek ben gördüm o sadece kendisine has yaralarını ve anladım ki O bu dünyaya ait değildi, ne zaman yaşama tutunmaya çalışsa, hayat onu her seferinde bir kedi yavrusu gibi ensesinden tutup fırlatmıştı bir yerlere…O, bu normlara, bu düzene, bu akışa, bu zamana, bu kurguya ait değildi. Ezilmemek için, hayat denen ve O’nun kontrolü dışında ağır ağır dönen haşin dişlilerin arasındaki sığınılacak boşlukları bulup her seferinde paçasını kurtaracak kadar kurnaz, tutkulu ve atik değildi. Bunu en sonunda anlamış, her şeyden vazgeçmiş ve hayatın onu en son fırlattığı yere salmıştı hasta, ince ve ölgün köklerini son bir çaba ile.

 

Taaa uzaklardan mağrur, bazen özlemle, bazen –iyi ki uzaktayım- dercesine, bazen neden bu kadar yaralı olduğunu düşünerek, bazen –bu yaralar benim bir parçam- diye onları sahiplenerek ve hatta severek, bazen dayanılmaz bir hayata karışma isteğiyle, bazen de daha uzaklara kaçma güdüsüyle, bazen coşkun bir isyan duygusu, bazen ise dingin bir kabullenişle izleyecekti bizi fırtınalar arasından varolduğu sürece sarı ışıklı gözleri, ince sarı gövdesiyle.

Abonelik
Bildir
guest
2 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Özlem Elmas

Çok güzeldi…Harika betimlemelerle sanki içimizdeki duyguları açığaçıkarıyor deniz feneri ile hepimizin yaşanmışlıklarına ve yüreğimizin ince noktalarına değinmiş ne güzel duygular tertemiz ve sıcacık… kalemine yüreğine sağlık böyle içten yazan yazarlarımızın….

Ayşen Altay

Başarılı

%d blogcu bunu beğendi: