Hayatı sorgulamak süregelmiş bir ritüeldi onun için. Mutlu olup olmadığının ayırdına varmaya çalışmak da fırındaki yemeğin pişip pişmediğini yoklamak gibi bir şeydi mesela. Arada vicdanına da bakardı tuzlu mu tatsız mı diye? Sonra yalnızlığıyla ilgilenirdi bazen. Pişirdiği yemeği yerken bu hissini katmerlemesin diye internetten bir şeyler açıp izlemek gibi dağıtır kafasını, üstünde çok durmazdı. Bir gece ayazında dağları seyre dalardı. Dağlar ona huzur verir miydi bilmezdi. İstanbul’da hiç haberdar olmadığı bir şeydi bu koca, bilinmez dağlar. Severdi onları ve bazen görkemleriyle hayat bulurdu. Orada olup bitenleri düşünmek hayatın gerçekleriydi, işin tüm romantizmini kaçırırdı. Haberleri izlemek kadar düşlerden uyandırıcı bir etkiydi elbette. Boşveremeyeceğinden dağlardan da vazgeçerdi.

Resimlere bakardı bazen. Güzel resimlere. Danslara da, estetik olanlara. Venüsün etkisinden midir hayranlık duyardı. Güzel olan her şeye… Arkadaşlarını uzun uzun seyrederdi bazen. Her birinde ayrı bir sanatın ince işlerini görür ve onları da severdi. Hakkında uzun uzun yazmak istediği ne çok insan tanımıştı. Övgüyle betimlemek istediği ne güzel gözler görmüş, ne hoş gülüşlerin muhatabı olmuştu hayatı boyunca…

Yaşlanmayı düşününce ölümü de sever olurdu. Ama yaşlanmayı sevememişti. Her kadın gibi tahammülsüzdü. Akıbetinin iyi olacağını bilebilseydi yaşlılıkla tanışmadan gitmek isterdi buralardan. Varsın hatırlanmasın,  silinsin tüm hafızalardan ve öylece hiç yaşamamış gibi gitmek…

Az evvel aldığı haberi unutmuş gibiydi. Alaycı bir tebessüm etti son düşüncelerine. Yorgun başını koltuğun kenarına dayamış, her şeyi boşvermişti. Uykunun tatlı kımıldanışlarını hissediyordu. Rüya görür müyüm bu gece diye geçirdi içinden. Ruhum nereleri dolaşacak yine?  Önceleri gece çıkıp gezen ruhunun sabah nasıl bedenine geri dönüşünü hissettiğini anımsadı. Onu sarsarak hoyratça yapardı ruhu bunu. Korksa da bu hali heyecanlandırırdı. Sonraları durulmuştu ruhu. Serseriliği bir kenara bırakmış olacak usul usul sokulur, ne zaman gidip ne zaman geldiğini belli etmezdi. Hala serseriydi belki de ustalaşmıştı sadece, bilmiyordu. Ama onun rüyalarında dolaştığı her yeri bir an gelir hatırlardı bazı bazı. Çocukken gezindiği yerlerin hafızasında ayrıntılarıyla yeniden canlandığı olurdu. Bu yüzdendir, orada da başka bir yaşam sürdüğüne inanası gelirdi.

Başını koltuktan çekip ne kadar ağır olduğunu hissetti. Doğruldu. Makyaj temizleme suyuna uzandı. Pamuğa biraz döküp aynaya bakmadan yüzünü  yavaşça temizlemeye başladı.  Gözlerine nazik davranıyor, incitmekten korkarak yumuşak hareketlerle rimellerini,  likidini çıkarıyordu. Kendine karşı, bir çocuğa merhamet eder gibi merhametli, hassastı. Bu belki hep böyleydi ama bugün… Bugün biraz daha fazlasıydı. “Aldırma ” diye söylendi. Doktordan duyduklarını anımsamıştı  Aldırma diye yineledi. “Aldırma “. Kendi kendini iyi bir dost gibi avutmaya çalışıyordu, hepsi buydu…

Otobüsle bir mezarlığın önünden geçerken orada yatanların aldatmaca huzurlarına imrendiği günleri hatırladı. Ne derdi vardı ki o günlerde ölüleri o kadar kıskanabilmişti bilmiyordu, merak da etmiyordu. Ama bugün yine onu hayata bağlayan bir şey olmadığını çok iyi biliyordu. O halde neydi bu içinde çıkan harbede,  neydi bu büyük depremi, heyelânları, tüm doğal afetlerin altında kalışları. Makyaj temizleme suyunun ince izlerini dağıtıp geçen göz yaşları ? “Normal” dedi kendine. “Olası ölüm haberini önceden almak herkese nasip olmuyor ya!”

Doktor Azrail as’ı tanımazdı elbette. Hastası için ondan bir randevu almış da değildi, ancak ilmince net ve kendinden emin konuşmuştu. Karşısındakinin gençliği doktoru da biraz sarsmış olacak bir ara gözlerinde acımaya benzer ışıklar kımıldanmıştı.  Ancak meslek hastalığından mıdır yine de alelade bir haber verir gibi söylemişti. “Bugün veya yarın. Bilemeyiz. ”

İnsanlar böyle durumlarda ne yaparlar bilmiyordu kadın. Ancak onun içinden sadece tüm dünyadan özür dilemek geliyordu. Biliyordu ki bu dünyanın da ona karşı, yer yer özür borçlarına girmesine sebebiyet verecek çok hataları olmuştu. Ama o alacaklarını değil vereceklerini düşünmekle meşguldü. “Özür dilerim, bir kazanıp iki harcadıysam, iki kırıp bir tamir ettiysem çok çok özür dilerim” diye geçirdi içinden. Ne de olsa yapacak başka bir şey gelmiyordu aklına.

Fırındaki yemeğin pişip pişmediğini kontrol eder gibi yine yokladı kendini. Cevabı muammaydı. Tam bir muamma. Sahi, fırında bir yemek var mıydı ki?

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: