YAŞLI SAKALLI ADAM

Nazi Almanya’sı dönemi ülkesinin kötü şartları yüzünden iş bulamayan ve ikinci kez üniversitede okumakta olan Yahudi kökenli Alber Baldnick; ailesinin ölümü, maddi sıkıntılar, işsizlik ve bunlar gibi birçok sıkıntı içindeyken aynı zamanda ideal bir ülkenin nasıl olması gerektiği hakkında tezler yazıyordu. O zamanki ırkçı Nazi politikasından zekâsı ve üslubu ile sıyrılmıştır.  Görünüşü değiştirip sahte kimlik kullanarak yaşayan Albert birkaç arkadaşıyla buluştuktan sonra halk kütüphanesine gitti. Hayatının dönüm noktası olacak gün işte o gündü.

Oldukça dolu sıralar arasından sakallı ve altmış beş yaşlarında bir adamın yanına oturdu. Oturup kitabını açar açmaz yanındaki adam ona “gelà sou” diye mırıldandı. Albert ise bir şey okuduğunu varsayamadı iki saniye adamın yüzüne baktıktan sonra önüne döndü. Yaşlı adam derin bir nefes alıp bir şeyler mırıldadı.

Albert şaşırmış bir biçimde adama dönüp “anlamadım” dedi.

  • Yanıma oturunca dil seviyeni ölçmek için sana Yunanca “merhaba” dedim.
  • Üzgünüm bayım, Yunanca bilmiyorum.
  • Ama okuduğun kitabın yazarı bir Yunan, ülkenden memnun değil misin, neden bu tür bir kitap okuyorsun?
  • Eğer ben de bir ırkçı asker çocuğu olarak doğsaydım çok memnun, mutlu mesut yaşardım.
  • Yahudi doğmak bir suç değildir evlat. Tanrı seni öyle görmek istediyse bunu değiştiremezsin.
  • Yahudi olduğumu nereden çıkardınız?
  • Saçının kesimini kendin, Nazi askerleri gibi yapmaya çalışmışsın. Altı senelik berberlik deneyimimden ötürü bunu anladım. Ya onlar gibi görünmeye çalışıyorsun ya da saklanıyorsun ama söylediğin sözden sonra buna emin oldum.
  • Nesiniz siz, polis falan mı? Ben buraya kitap okumaya geldim. Kendi işinizle ilgilenin, ayrıca kütüphane sohbet yeri değildir.

Yaşlı adam toparlanıp ayağa kalktı, Albert’e dönüp “Shalom aleichem” dedi ve gitti. Bu Yahudilerin sıkça kullandığı “Barış içinde yaşa” anlamına gelen sözdü. Albert adamın Yahudi olduğunu ve amacınınsa kötü olmadığını anlayınca peşinden gitmeye yeltendi fakat kalabalığın içinde yaşlı adam gözden kaybolmuştu.

Albert kaldığı apartmana gidip kapıyı açtı ve hemen yatağına uzandı. Masanın üstünde duran camı çatlamış, siyah beyaz aile fotoğrafını eline aldı. Gözünden birkaç damla yaş geldi. Bunun sorumlusunun şehir dışına üniversite için gidip ailesini koruyamamasından dolayı kendisi olduğunu düşünürdü hep. Bağırma sesi duyup cama çıktı. Bir subayın cılız bir genci tekmelediğini gördü. Bu genç ise üniversiteden arkadaşı olan Max Schopenhaver’dı. Yaklaşık üç dakika sonra subayın gittiğini gören Albert koşarak aşağıya indi ve arkadaşını dördüncü kata kadar çıkardı. Yatağa yatırdı, yaralarına baktı. Max teşekkür etti. Max’ın sesi o kadar kötü geliyordu ki Albert suratını ekşiterek acıyor ve bir o kadar da üzülmüş gözlerle bakıyordu onun yüzüne.

  • Tamam dostum iyileşeceksin. O herifle husumetin neydi, neden böyle bir şey yaptı sana?
  • Bir anda beni çevirdi ve boğazımı sıktı, ne olduğunu anlayamadım. Bana “Burayı terk etmezsen çok bir ömrün kalmaz komünist pislik” dedi. Daha kendimi açıklamama izin vermeden tekmeleyeme başladı.

Şehirde ismi Max olan tek kişi ben değilim. Komünistlik ile alakam yok. Hadi bana bu şekilde zarar verdiler, ya benim gibi insanları bu sebepler ile öldürselerdi suçsuz yere.

  • Öldürüyorlar dostum, öldürüyorlar.

Bu konuşmadan sonra Albert kafasında yeni bir hedef belirlemişti.

Albert bir sonraki sabah aynı saatte kütüphaneye gitti. Didik didik her yere baktı fakat yaşlı adamı göremedi. Görevlinin yanına gitti ve sordu:

  • Pardon bayım, dün buraya yaşlı, beyaz sakallı, siyah paltolu bir adam gelmişti. Tam şu iki ön sırada oturuyordu. Onu tanıyor musunuz?
  • Sen onu tanıyorsan ona söyle haftaya Çarşamba aldığı kitapların son günü, onları da getirsin.

 

Albert çarşamba gününe kadar kütüphanede aynı yerde oturdu, tezini yazdı. Geçen bu sürede büyük yol katetti.

 

Her gün sekizde kapanan kütüphanenin kapanmasına on dakika vardı. O çarşamba günü o adamın gelmeyeceğini anlayınca kitabı eline aldı ve kapıya doğru yöneldi. Kütüphaneden çıkan son adam Albert’ti. Uzaktan “Hey, kapıyı tutar mısın!” diye bir ses geldi. Yaşlı adam elinde bir düzine kitap ile kütüphaneye doğru koşuyordu. Albert kapıyı tuttu ve adamın içeri girebilmesini sağladı. Fakat adam yanından geçip gitti. Yaklaşık on beş dakika daha bekleyen Albert kapıdan çıkar çıkmaz adamın yanına yanaştı.

 

  • Merhaba efendim, beni hatırladınız mı? Geçen hafta çarşamba günü bana Yunanca bir şeylerden bahsetmiştiniz.
  • Bak evlat! İşim var, hatırlamıyorum seni.
  • Ne işiniz var? Geçen hafta benimle konuşmaya yer arıyordunuz.
  • Yarın öğlen dört buçuk gibi meydandaki parka gel. Ven a verte.

 

Albert duraksadı ve adam öylece yürümeye devam etti. Lisede gördüğü İspanyolca dersinden dolayı “görüşmek üzere” anlamına geldiğini biliyordu. Arkasından “orada olacağım” anlamına gelen “estarè allî” sözünü kullandı.

Saat dört buçukta parka gitti ve yaşlı adamı gördü. Hızlıca yanına gitti ve ona ismini sordu.

  • Size ne diye hitap etmemi isterdiniz?
  • Birçok ismim var, içinde seninki de geçiyordur muhakkak. Nazilerden korunmak için kılıktan kılığa giren tek kişiyi kendin mi sanıyordun?

Albert adam ile bir saat kadar sohbet etti ve ona ailesinin ölümünü, okul sıkıntılarını anlatırken konu ülkenin haline vardı.

  • Sizce bunların sorumlusu sistem mi, ben miyim?
  • Bunların sorumlusu yönetici ve onun toplumu.

–   Üzerine teater ve makaleler yazdığım ve son üç yıldır kafamı epeyce yardığım bir konu var: İdeal ve yaşanabilir bir ülkenin nasıl olması gerektiği sorusu?

          –    Depaysement.

          –    Depaysement?

          –  Alışılmış ortamdan yaşanılan yerden farklı bir yerde olmaya yabancılık hissetmeye veya arada kalmışlığa deniyormuş Fransızca’da. Şu yaşıma kadar hep kendimi güzel bir dünyada yaşıyormuşum gibi kandırdım. Sürekli bir gün hayal ettiğim yere varacak, orayı en az bir kez bile görebileceğimi düşleyerek yaşadım.

         – Orası nasıl bir yer, yani aslında ben bunu çok merak ediyorum. Anlattığım kadarıyla    idealar dünyamızda kendimize toplum, harita ve kültür çizmişiz.

        –   Bunu anlatırsam senin çok zamanını alırım.

      –    Benim zamanım çok, lütfen!

      –    Orası nasıl bir yer?

 

HERKES İÇİN YAŞANILABİLİR BİR ÜLKE NASIL OLMALI?

      Yaşlı adamın çektiği sıkıntılar ve kurduğu idealar dünyası Albert’i içine çekecekti. Bir saatlik sohbetin ilk kısmının yaşlı adam işte böyle anlattı.

   ‘’Modern, zeki ve özgür bir toplum istiyorsan toplumun algısını ona göre değiştirmelisin. Araştırmaya, kitap okumaya, insana, doğaya ve bilime katkıda bulunacak şeyler yapsınlar ki hayatın bir değeri olsun.  Sokrates’in de dediği gibi, ‘mutluluk kişinin kendisine bahşettiği özel, kişisel başarıdan gelir.’ İhtiyaçlarımızı azalttıkça küçük mutlulukların değeri artar. Yemek yemek, para kazanmak gibi şeyler bir zorunluluk olduğu için bunları en düşük düzeyde değerli kılarak insanların; insanlığa, sanata ve en çok gerekli şey olan mutluluğa ulaşmasını sağlarız. Başarı ile birlikte mutluluğu da beraberinde getirebilmek için toplumu buna eğilimli kılacak kanunlar geliştirmeli.

    Orada şehirlerin isimleri ülkenin başarılı insanlarının soy isimlerinde geliyor ve on yılda bir değişikliğe uğruyor. Kalıplaşmış ilçe isimleri ise ülkeyi yöneten insanların soy isimlerinden geliyor. Yirmi beş şehir ve elli sekiz ilçeden oluşan bu ülkede üç tanesi ana karanın dörtte biri büyüklüğünde toplam altı adadan oluşuyor. Özgürlüğün en yüksek seviyede olduğu bu yerde komünistler hala komünistliği düşünecek kadar özgür hissetmiyorsa onlar kendi arasında ‘Diverso’ adasında yaşayabilir. Ülkeye bağlı olmasına rağmen para, iş veya sistem gibi kavramlardan rahatsız olanlar burayı tercih eder. Örf ve adetleri bakımından birbiriyle iç içe olan toplum yardımlaşmayı kendisine görev edinmiştir.

      ‘Kötü insanlar toplumdan çıkartılmalıdır’ fikri ilk başlarda katı ve zorlayıcı bir anlayış gibi görünse de barış içinde yaşayan topluma bir tehdit arz ettiği için eleştiri kaldırmıyor. Hırsızlık yapan insanları çaldığı malın beş katı para kazanıncaya kadar devlet denetimi altında zorunlu bir işte çalıştırmak hırsızlığı azaltmakla birlikte sanığın daha fazla para kazanabileceği fikrini aklına sokacaktır. Bir mal veya parayı çalan bir hırsız dört ay çalışır ve bir aylık maaş alır. Çalınan para devlet tarafından geri ödenir ve kalan paranın bir kısmı devletin kasasına, kalan para yaşlı, çalışma durumu olmayan yardıma muhtaç bireylere verilir.

      Devletin kasasında biriken paralar bir savaş veya kıtlık için saklı tutulur. Vergilerden kazanılan para toplum ve ülke yararına sarf edilir. Asgari ücret bir insanın temel ihtiyaçları dışındaki gereksinimleri de karşılar ve hatta geleceğe yatırım yapılabilecek şekilde düzenlenir.

     Vergiler aylık ve yıllık olmak üzere ayarlanır. Sürekli bir işi olanlar aylık vergiye tabi olurken yıllık ödemek isteyenler yüzde üç faizle bu yükümlülüğü icra eder. Bu yüzde üçlük faiz devlet yöneticilerinin maaş ve ihtiyaçları için kullanılır.

    Bir fabrika sahibinin sadece teşebbüs edip orayı kurduğu için işçilerden elli kat fazla kazanması orada adaletin olmadığına işarettir. Bu sebeple işveren ile işçinin gelir farkı minimize edilmiştir. İşverenin ülkeye, topluma doğrudan katkı sağlayan bir fabrikası varsa girişimcinin fabrikasının masrafları devlet tarafından karşılanır.

   ‘Sukha’ dış dünyadan veya ortamdan etkilenmeden yaşanan mutluluğun adıdır.  Sanskritçe olan bu sözcüğü ülkenin etrafını saran askerlere isim olarak verdim. Şehir merkezlerinde ve ülkenin çeşitli bölgelerinde bunları görmek mümkündür. Her mahallede güvenliği sağlamada muhtara yardım eden üç görevli mevcut. Amaç kötü insanları toplumdan uzak tutmak.

    Siyasal konularda üstün ve halkça bilinen bir insan ülkenin yöneticisi ile her ay buluşarak halktan gelen şikayet ve önerileri sunar.

 

     Bazıları gökyüzünü ideal devlete benzetirler. Bunun nedeni ise ‘herkese eşit uzaklıkta’ olmasıdır. Eğer bir dağa tırmanma gayretinde bulunursan özgürlüğe daha çok yaklaşırsın. Özgürlük olmayınca senin de başına gelen durumlar yaşanıyor. Irkından veya dininden, görüşünden veya fikirlerinden rahatsız olan insanlarca kilitleniyor. Kilidi açmanın tek yolu özgürlüğün anahtarını bulmaktır.

    Bizi hayvanlardan ayıran şey düşünme yetimiz ve mekaniklerimiz dışında bir şeyleri değiştirebiliyor olmamız. Bu ülkedeki toplum hayvan sevgisini kitaplardan, büyüklerinden ve ülkenin sevilen insanlarından öğrendi.  Yani diğer ülkelerdeki dış görünüş felsefesinden farklı şekilde evrildiler. Bir uğur böceğinin yerinde olmak mı yoksa bir kara böceğin yerinde olmak mı sorusuna insanların salt çoğunluğu uğur böceği cevabını verecektir.  Tek farkları dış görünüşleri. Bu ülkede bu olayı toplum işitebildiği için yeryüzündeki tüm canlılara yardımcı oluyor.

    Tütün ve alkol gibi mamüllerin kullanım oranı ne kadar az olsa da ucuz ve yerli. Her insanın kendine zarar verebilecek ürünleri kullanması onun aptal olduğu ve bu yüzden devlet tarafından kazıklanacağı bir sistem içinde yaşarsa bu onları bu ürünlere bağımlı eder. Az bulunan şeyler değerli olur. Mücevher ile tahta arasındaki fiyat farkı gibi. Ama kişi başına satılma sınırı gelirse tüketme oranı da fiyat da artmaz. Akıl ile koyulan kanunlar insanların yaşamını hem iyileştirip hem de zamanlarını sevdiği işlere harcayabilmesine yol açar. İyi yönetim eşittir özgür, mutlu ve kalkınabilen bir ülke demektir.

    Sanatsız bir dünya kapalı bir dünyadır. Sanat ve estetik gördüğün, işittiğin ve dokunduğun her yerde vardır. Bu da sanata yapılan yatırımın çoğu şeyden önce olduğunu gösterir.

    ‘Gökotta’ sabahın erken saatlerinde kuşları dinlemek için yürüyüş yapmak demek. İsveççe bir sözcük. Sporu insan hayatının elementlerinin ön kısımlarına sokmak sosyal ve sağlık açısından çevreyi etkileyerek toplumun gelişimine katkı sağlayacaktır. Toplumca yapılan bir şey sürekli hale geldiğinde her insan buna alışacak.

     Aşk ve sevgi olmadan mutluluk hep yarım kalır. Özgürlüğün olduğu bir ülkede ise kimsenin -bir yaş sınırından sonra- ilişkilerin kimse karışmamakta. Kimsenin cinsel yönelimine, tuttuğu takıma veya desteklediği sürrealist düşünceye karışılmıyor. İnsanlar farklılıklarıyla toplumdan sıyrılıp ben; benim, kendim diyebilir.

      Ülkenin boyutları ise Almanya’nın sekizde biri kadar. Kapitalist sistemle yönetilen ülkenin tek adası ise sadece komünistlere tahsis edilmiş olandır.

      İnsanlar barış içinde yaşıyor. Kimse kimsenin hakkında kötü bir düşünceye sahip olma fikrini aklından bile geçirmiyor. Zenginlik kurmak için sahte dostluklar yok. Sağlık kurumlarının özel kısmı yok.

       Eğitim sistemi ise şu şekilde: Sekiz yaşından itibaren çocuklar dört yıl boyunca ahlak ve başarı adına eğitim alır, dört yılın son senesi ise klasik yazı, okuma gibi eğitimlerine başlıyor. Beşinci sınıftan sonra beş olan ders sayısı altı saate çıkıyor. Liseye, onuncu sınıftan sonra geçen öğrenciler ise krediye göre alacağı dersleri seçer ve buna göre mesleği belirlemiş olur. Eğitim hayatlarının zor geçen iki yılından sonra üniversiteye geçen öğrenciler iki yıl okuyup devletten aldıkları bir ödenekle bir yılını geçirir ve ardından iki yıl daha okuyup eğitimini tamamlar.

     Bu kadar sağlam bir ülkenin bir ismi olmalı. ‘Heaven’. İngilizce’de cennet anlamına gelir. Bu dünyada şunu yapacak kadar uğraşmadılar. Belki öldükten sonra dediğim gibi orayı bir kez görme şansım olur. ‘’

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: