Merhaba, şiirimin ilk mısrası

Merhaba, göğüs ağrısı

 

İstiklal’de bir meyhanede… Gece üçü çoktan geçmiş. Sarı loş bir ışığı çırılçıplak gören bir pencerenin kenarına oturdum, rakımı yudumluyorum. ‘‘Bakışından süzülen işvene kurban olayım.’’ diyor Müzeyyen abla. Ah diyorum, benzemez kimse sana…

Masalar birer birer boşalırken kadehler hızla dolmaya devam ediyor. Gecenin üçünde üç kişi kalıveriyoruz bir anda. Diğer masada oturan Cevdet’i ve Rıza’yı buradan tanıyorum. Cevdet mürekkep yalamış adam. İyi bir tahsili var. Yabancı memleketler görmüş, Madam Marie’e âşık olup aşkına karşılık bulamamış. Tıbbiyede ikinci sınıf talebesiyken vurulmuştu kadına. Cevdet her gece demlenmeye buraya gelir, ‘’Seviyorum ulan!’’ derdi. Çok seviyorum bu gavuru. Kadın ‘’Ben seni sevemem Cevdet, sen benden küçüksün, henüz okuyorsun. Ben güzel arabaları severim. Lüks restoranları severim. Seni sevemem.’’ derdi. Bizimki inat etti, ‘’Büyük adam olacağım, görür o.’’ dedi. Hem çalıştı hem okudu. Tıbbiyeyi bitirdi. Çok kazandı, çok gördü, çok geçirdi. Fakat Madam onu beklemedi. Başka biriyle evlendi. Cevdet aradan tam yirmi yıl geçmesine rağmen hala Marie’i bekler. Ne evlendi ne de başka bir kadını sevdi. O yüzden hep en uçtaki dipte kalan masayı seçerdi. Orta masada oturan Rıza’ya bu yüzden hep bulaşırdı. Yaşayacaksan uçlarda yaşayacaksın. Ya dipte bir köşede oturacaksın ya da en aydınlık olan önde. Ortada kalmayacaksın Rıza, derdi, ortası boş kalacak. Sen doldurmayacaksın.

 

Rıza İstiklal’de sahaftı. Ellili yaşlarında, dükkânı artık sinek avlayan, anısı var diye kapatamayan hüzünlü bir adamdı. Ellisinden fazla gösterirdi. Yüzündeki kırışıklıklar, yaşanmışlıkların birer imzasıydı. Saçları aktı. Gözleri kısık. Evliydi. İki de çocuğu vardı. O da unutamayanlardandı. Bir gün dükkanına dönemin felsefe talebelerinden Nazan çıkagelmiş. İlk görüşte vurulmuş bizim Rıza. Okul önlerine gider, Nazan’ı birkaç dakika görür evine öyle dönermiş. Tabii Nazan bunu hiç bilmedi. Rıza hiç söylemedi. Bilse bir daha ne dükkanına uğrar ne de ona ‘’İyi ki varsın be Rıza abi!’’ derdi. Bizimki de içine atar, gelir, burada tam orta masaya oturur, saatlerce içerdi. Gecenin sonunda hep aynı parça çalardı. ‘’Papatya gibisin beyaz ve ince/ Eziliyor ruhum seni görünce/ İsmin dudaklarımı yakıyor neden/ Nedir bu çektiğim senin elinden.’’ Bağıra bağıra eşlik eder, sonrada orada sızar kalırdı. Sızmadan önce Cevdet’e bulaşırdı o da. Uçlar tehlikelidir Cevdet, yaşayacaksan ortada bir yerlerde yaşayacaksın. Uçlar tehlikelidir Cevdet, yaşayacaksan ortada bir yerlerde kalacaksın. Uçurumlara yaklaşırsan ölüme davetiye çıkarırsın. Yaşayacaksın Cevdet, ortada kalacaksın.

 

O gece yine aynı meyhanede saat gecenin üçünde, üçümüz ayrı ayrı masalarda içiyorduk. Ne Cevdet’in sesi çıkıyordu ne Rıza’nın. Yalnızca ellerimiz başımızın arasında susuyorduk. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor, kimse kimseye bulaşmıyordu. Masalarda ölüm sessizliğini bozan tek şey, birbiri ardına dolup boşalan bardaklardı. Ne Madam vardı dillerde ne de Nazan. Ben sarı ışığı izliyordum. Bir de bardaktan boşalırcasına yağan yağmuru. Cam kenarıydı benim yerim hep. Dışarıya yakın olmak istiyordum. Aklım sokaklardaydı. Aklım durmayan yağmurda, aklım sarı loş ışıktaydı. Fonda ‘’ Şimdi uzaklardasın, gönül hicranla doldu.’’ diyordu Zeki abi. Uzaklardaydı. Çok uzakta. Bu yüzdendi cam kenarının benim oluşu. Her an çıkıp geliverecek, merhaba şiirimin ilk mısrası diyerek yine ellerimi öpecek diye düşünürdüm. Merhaba göğüs ağrısı, diyecektim ben de ona. Merhaba… Yazmak içindi hayatıma girişi. Yazıya benimle başlamış, güzel giyimli, gömlekli adamlardandı. Cevdet hiç hazzetmezdi ondan. Görmüyor musun be kadın, seni yazacak ve seni terk edecek, derdi. Görsem de söz dinletemezdim laf anlamaz yüreğime. Nitekim bir gece, bir mektupla terk edip gitti beni. ‘’Hoşça kal şiirimin ilk mısrası’’ yazıyordu mektubunun sonunda. Hoşça kal sızlayan kalbim diyerek ben de bir mektup yollamıştım ona. Sonrasında yolladığım mektuplar, adres değişikliğinden dolayı hiç uğramamış olacak ki geri geliverdi bu masaya. Bir daha yazmaz oldum, gururumdan… Hani birlikte yazacaktık ulan, hani yayınevi ile anlaşıp kitabımızı çıkartacak, hani sonrasında sabaha kadar anason kokup koklaşacaktık. Gelmedi işte, bir daha gelmedi. Benim de payıma loş bir ışık, bol anason ve cam kenarı düştü. Sonra akşam oldu, hüzünlendim ben yine. Bazı geceler uykudan aniden fırlar, kapıya koşar, sokağa çıkardım. Sabaha kadar gezinirdim sokaklarda. Bir de bizim buralarda it kopuk çok, tek başıma gördüler mi beni hemen yatağa atmaya çalışırlardı. Ben de ‘’Hayır’’ demezdim hiç. Önce içirin beni, derdim. İçirirlerdi ceplerindeki son kuruşa kadar. Sonra ‘’Size gidelim mi?’’ derlerdi hemen. Kabul etmezdim, gidemezdik, bilmezlerdi gönül yarası orada kanar. Sana gidelim hadi, derdim. Evliyim ben, derdi şerefsizler. Onlar kabul etmezdi bu kez. Sonra kıçlarına tekmeyi basıp göğüs ağrıma dönerdim. Sabahı zor ederdim. Sabah olurdu, önce Rıza’ya gider, rafları düzenler, kitaplardan konuşurduk. Öğlen Cevdet’le kahve içer, ‘’Ah şuram ağrıyor Doktor Bey’’ diye dert yakınırdım ona. Sabırla oturur, kahkahalarla eşlik ederdi bana. Yüreğin merhemi olsa ben sürerdim be kadın, derdi her defasında. Akşam çöktü mü hüzün de çökerdi peşi sıra. Hemen meyhanede toplaşırdık. Günlerimi birlikte geçirdiğim o iki adamla orada birbirimize yabancı kesilir, kendi masalarımıza yerleşir, demlenirdik. Bu gece, anason fazla kaçmış olmalı ki ilk kez yaşamayı değil de ölümü düşledim. Evime zar zor geldim. Sıcak suyun altında saatlerce oturdum. Gelmeyene mektuplar yazmaya başladım. Yazdım, yazdım, yazdıkça yok olup beyin ölümümü gerçekleştirdim. Beyin öldü mü kalbin atması kolay değil, kaybettik hastayı, derdi Cevdet. Bende durum farklıydı. Yaşıyordum Cevdet, iliklerime kadar hissederek…

 

Ruhumdan sızan son mısraya;

Sevgili gelmeyen, senin gelmediğin günlerde sana son mektubumda da yazmış olduğum gibi anason kokmaya devam ettim. Kendi kokumu yitirdim. Kendime dair her ne var ise seninle birlikte yitip gitti. Beni terk eden seninle birlikte benliğimdi. Sen çok güçlü bir kadınsın, demiştin ilk ve son mektubunda. Gücümü senden aldığımı bilmeden… Güçsüzüm şimdi. Kolumu kaldıracak halim yok, kaldı ki hayatla bir savaş içine gireyim. Her türlü mağlubum. Yitik iki savaşçıyız aslında seninle. Sen doğru olanı yaptın, gittin. Giden her zaman haklıdır. Artık sana kızmıyorum. Gitmen gerekirdi, gittin. Yazman gereken başka kadınlar, başka tenler ve başka kokular başka yolculuklar vardı. Yıllardır sana kızdıkça aslında kendime kızdığımı, sana kırıldıkça kendime küstüğümü fark ettim. Sen aslında ne çok bendin. Ben ise ne çok sen. Biliyordun, gitmeseydin, bir gün ‘’Ben gitmeliyim, daha fazla kalamam.’’ deyip gidecektim. Hızlı davrandın, doğru olanı yaptın, gittin. Artık küs değilim sana. Şiirinin ilk mısrası olduğum içinde çok müteşekkirim. Yokluğun varlığımı aydınlattı. Bu gece ‘’Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin. Söyle canım, ne dersin?’’

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: