Bugün gibi hatırlarım 18. doğum günümü. İlk defa o gün abimle oturup karşılıklı konuştuk. Ancak o yaşıma kadar abimle sohbet ettiğimi hiç mi hiç hatırlamıyorum. İyi günündeyse bana naber der, ben ise hayatta ilk defa böyle bir soruyla karşılaşmışcasına sevinerek, heyecanlı: ”İyi abi, senden naber” demeye kalamaz o çoktan ortadan kaybolmuş olurdu. ”Olsun, bu da bir şey” deyip kendimi avuturdum. Zaten pek görünmezdi etrafta. Ya Değirmendere’de Nazım Kültür’de idi ya da Kocaeli’deki parti binasında kendisini adayacağı işler bulurdu. Hiç konuşmamamıza rağmen, bana güldüğünü hiç hatırlamama rağmen beni sevdiğini bilirdim. Nerden bilirdim? Abim olduğu için mi buna inanmıştım yoksa? İyi günlerin naberleri dışında abimin beni gerçekten de sevdiğine inandığım bir olay hafızamın keskin bir köşesinde parıldayarak duruyor.
Biliyorum ki geceleri yatağından kalkıp, anne ve babasının yatağına sızmış çok çocuk vardır. Alarm kurmuş gibi gecenin bir köründe gözlerini açar, açtığı saniye güvende hissedeceği yerin o sıcacık yorgan altı olduğunu bilir ve otomatik bir hareketle yan odaya doğru seğirir. Hırsız gelse dahi yorganı kaldıracak olan rüyalı anne, içinde uyuttuğu çocuğu dışında da uyutmaya devam eder bir süre daha. Benim ilk adresim ranzanın yukarısında, çoğunlukla geceleri uyurken gördüğüm abimdi. Kendimi bildim bileli uyandığımda ilk bu adresi yoklar, olumlu bir cevap olarak anlaşılabilmekten milyonlarca kilometre uzak bir homurtu ya da uykulu bir siktir yer, ne olursa olsun beni yataklarına alacaklarını bildiğim anne ve babamın odasının yolunu tutardım. Denemekten vazgeçmemiştim. Yıllar yılı gece rotam, önce üst ranzadaki ”GİRMEK TEHLİKELİ ve YASAKTIR” tabelasının akabinde, yan oda olarak belirlenmişti. Bunları karşı konulmaz bir arzu ile değil, otomatik bir pilot gibi yapardım.
Gecelerden bir gece köründe uyandım yine. Gözlerim üstümdeki ranzanın masif ahşaptan yapılmış görüntüsüne açıldı. Sade, mat, herhangi bir çıkartma yapıştırılmamış, yazısız masif bir ahşap… Sağ tarafımdan kalktım ve her geceki yolumu takip ederek ranza merdivenlerini tırmanmaya başladım. ”Abi, yanına gelebilir miyim?” dedikten sonra cevap beklemeden üç basamaklı merdiveni gerisin geri inişe geçtim. O sırada abimin yatağında kenara kaydığını gördüm. Bana yer mi açmıştı yoksa sadece bir uyku yuvarlanması mıydı? Çocukluk aklı işte… İlk ihtimal nasıl gerçekleşebilirdi ki? Son basamağa gelmiştim ki yukarılardan, ta göklerden soğuk bir ses işittim.
Sadece ‘’Gel’’di. Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Rüya gördüğümü düşündüm. Ancak rüya olsa da bu, sonuna kadar gidilecek bir rüyaydı. Abimi rahatsız edip de kararından vazgeçiririm diye bir tırtıl kadar sessiz iliştim yatağa. Kendime küçücük bir köşe ayırdım. Nefesimi tuttum. Bir yandan dudaklarım kapalı gülümsüyordum. Beyaz atletle uyuyan abimin kıllı sırtını ve sık saçlarını izliyordum. Demek beni seviyordu abim… Sabah uyanınca kesin bir günaydın çeker o zaman diye aklımdan geçirdim. Bir kelime daha ekleyecektik sohbetimize. Genişleyecekti sohbetimiz böyle böyle. Acaba yarın da yanına gelmeme izin verir miydi? O zaman ben de uykuya dalmadan ”iyi geceler” derdim ona. Ağustos’un ortasında gök gürültüsüyle hayallerim bıçak gibi kesildi. Korkudan ödüm patlamıştı. Yine de abimi uyandırmamak için büzüştüm yatağın içinde. Bir daha o ses… Dayanamadım.
- Abi, gök gürüldüyor, diye mızırdım.
Abim içinde ölüm barındıran bir kabustan uyanır gibi birden dikeldi yatakta, gözleri karşıdaki duvarda. Pencereden içeri turuncu bir top yansıyordu. Tüm oda aydınlanmış, her şey gün gibi açık seçik görünüyordu. Aynı zamanda bunun bir gök gürültüsü değil, kulağımızın dibinden son sürat geçen tren vagonları olduğunu düşündüm. Geçerken yana yatıyorlar, raylardan çıkacakmış gibi oluyorlar, sonrasında toparlayıp binlerce vagonu peşine takmış gibi harala gürele ilerliyorlardı. Neredeydim, neler oluyordu? Ben tüm bunlara anlam vermeye çalışırken abim tek hamlede ranzadan atladığı gibi kollarını bana doğru açtı. Ona doğru eğildiğim anda da beni tek hareketle kaldırıp bir saksı gibi odamızın girişine, kirişe bıraktı. Olduğum yerde sarsılmadan duramıyordum. O esnada abim evin içinde koştururken yan odadan ”Tokam nerede? Tokam nerede?” çığlıkları geliyordu. Pencereler zangır zangır titriyor, günbatımını andıran kocaman bir güneş evin içinde dolanıyordu. O arada abim odalardan odalara koşarken sadece gölgesine yetişebiliyordum. Sanki geceler geçmiş, hala bitmemişti bu şaşırtıcı olay. Çığlıklar, koşturmalar, sallanmalar… Güneş evimizden yavaşca kaybolup giderken sarsıntı da yavaşlamaya başladı. Abim elinde bir fenerle gardiyan gibi geldi. Suratı kasılmış bir ciddilikte yan odaya, annem ve babama seslendi.
- Üstünüzü giyinin, iniyoruz!
Koşarak onları da getirdi yanında. Şimdi üç kişi, bu sefer büyük bir saksı gibi kirişin altında durmuşuz, korkmuş bir şekilde abimin komutunu bekliyorduk. Elindeki fenerle evden çıkış yolumuzu aydınlatan abim, bir yandan da sadece kendisinin anlayabildiği hızlı hızlı bir şeyler söylüyordu. Kimsenin ağzını açmaya cesareti yok gibiydi. Birisi konuşacak olsa o korkunç ses ve sarsıntı tekrar başlayacakmış gibi geliyordu herkese sanki. Evden çıkma zamanı geldiğinde yine abimin aydınlattığı karanlık apartmanda fare gibi kaçışan komşularımızı gördüm. Kimi merdivenlere kapaklanıyor, kimi aylarca süren bir yokluk dönemi sonrası kokusunu aldığı bir lokma ekmek peşinde koşar gibi etrafındakileri ittirerek aşağı koşuyordu. Apartmandan çıkmayı başardığımızda yüzüme yumuşacık bir hava dalgası çarptı. Kafamı gökyüzüne kaldırdım, milyonlarca yıldız… İlk defa bu kadar çok yıldız görüyordum. Sanki biraz önce tüm bu bağırışlar çağırışlar, gök gürültüleri, hıp hızlı trenler yanı başımdan geçmemiş gibi sükunetle gökyüzüne diktim gözlerimi. Sonrasında ne bir şey duydum, ne bir şey söyledim. Çevremizde insanlar toplaşırken herkesin konuştuğunu dudaklarından okuyabiliyordum, suratlarında müthiş bir panik ifadesi, elleri başlarının arasında… Duyamıyordum. Omuzlarımdan sarsıp kafamı gözlerine bakmam için çevirmeye çalışan annem… Bakmıyordum. Sadece o… Sonsuz bir okyanus gibi serilmiş gökyüzü var karşımda. Ve milyonlarca liman…
Etrafımda neler olduğunun farkına varmadan gökyüzünü seyredip durdum. Birileri geliyor, birileri gidiyordu. Sürekli beni kendilerine bakmaya zorlayan, seslerini duyurmaya çalışan insanlar hatırlıyorum. ”Deniz bir kelime et, nolur!”, ”Deniz, beni duyuyor musun?”, ”Deniz Allah aşkına bana bir bak, iyi misin?”. Ne kimseye dönüp baktım, ne bir kelime ettim. Ben ve gökyüzü vardık sadece. Uzun saatlerden sonra gökyüzüne bakarak uyuyakalmışım sonunda..
Üstünden tam 20 yıl geçti. Denizin altında kalmış lunaparklar, molozların arasından çıkan parçalanmış kafalar, ölü oyuncak bebekler ve gökyüzü… Beni ilk defa o gün yanına kabul eden abim… Mıh gibi aklımdasınız!
Harika.. 1999 aylardan ağustos.. Yıldız gibi kayan hayatlar. Kalemine sağlık denizim 🙂