Giriş

       Batı Medeniyeti sömürgecilik ve bilimsel kılıfı kullanarak kendini “ben” merkezine alıp, kendinden olmayan ve varlığının bile kendisi için tehdit oluşturduğunu düşündüğü dünyanın geri kalanına kendi özel(!) konumunu kabul ettiriyor. Bu çalışmada asıl dikkat edilmesi gereken şey Batı’nın bu benlikçi tavrından ziyade Doğu’nun bu durumu kabullenmiş olup, kendinin ötekileştirilmesine izin vermesidir.

      Yazımızda oryantalizmi ve avrupa-merkezci anlayışın bir ahtapotun kolları gibi sardığı çok çeşitli meseleleri ele alacağız. Bu konuyla alakalı onlarca kitap ve makale yazılmıştır. İşin ilginç yönü ise yazılan eser ve yapılan araştırmaların daha çok Batılı yazarlar tarafından ortaya koyulmasıdır.

 

    Oryantalizm nedir?

       Oryantalizm, Batı’nın Doğu’yu anlama, tanımlama ve incelemesi anlamına gelir. Batı bu incelemeler doğrultusunda elde ettiği veriler ile Doğu üzerinde siyasi ve iktisadi üstünlük sağlamayı başardı. Oryantalizm disiplini temelde Doğu ve Batı dünyaları arasında hüküm sürdüğü düşünülen bir hakimiyet mücadelesi ve çatışma üzerine kurulmuştur. Bugün kullanılan anlamda Oryantalizm-Şarkiyatçılık(Doğubilimi) çalışmaları, başlangıçta Doğu ve İslam dünyasını keşfetme amaçlı akademik bir disiplin olarak ortaya çıksa da, zamanla bu araştırmaların objektiflikten uzaklaştığı ve kurgular üzerinden yürüdüğü görülmüştür. Böylece Doğu’yu bilme amacını aşan, Doğu’yu kurgulama ve bir “hayali doğu” üretimi süreci başlamıştır.[1]

 

    Avrupa-Merkezcilik

       Avrupa-merkezcilik: zaman, mekan ve gelişmelerin, Avrupa’yı yücelterek ve ona bağımlı olarak okunmasıdır. Bu tanımın bir ayağı, zamana, mekana, olaylara ve gelişmelere ilişkin bakış açısıdır. “Her kültürün bunlara yönelik bakış açısı farklıdır ve bu farklılık da normaldir. Anormal olan ise, Avrupa-merkezciliğin kendi bakış açısını, algılamasını, açıklamasını ve tanımlamasını, diğerlerine de kabul ettirmeye çalışmasıdır”.[2] Oryantalistlerin bunu başarmasının en önemli sebebi tarihi tahrif edip, tarih yazıcılığına soyunmalarıdır. Kimine göre mübalağa olarak kabul edilse de “tarihin, tarih yazımından başka bir şey olmadığını” söyleyen Keith Jenkins haksız sayılmaz. Avrupa-merkezcilerin tarihi tahrif etmesi Avrupa’nın hiçbir şey üretmediği anlamına gelmez. Sadece eleştirilmesi gereken yönü budur. Tarihin tahrif edilmesi ise ancak siyasi ve iktisadi güç ile mümkündür. O halde, Abdullah Metin’in de dediği gibi Avrupa’nın dünya üzerindeki iktidarının artmasının Avrupa-merkezciliği güçlendirdiği söylenebilir.

       Avrupa her konuda kendini merkeze alarak tanımlama yapmıştır. Zamanı ele alacak olursak, Hristiyanlığa göre İsa’nın doğumu sıfır kabul edilmektedir. Bu tarihten öncesi için milattan önce (befor Christ) , sonrası için ise milattan sonra (after Christ) ifadeleri kullanılır. Oysa İslamiyete göre başlangıç Hicret’tir. Bunun dışında Çin Medeniyeti’nin de kendine ait takvimi vardı. Bu kadar seçeneğe rağmen tüm dünyada ortak olarak Miladi takvim ( Gregoryen Takvimi) kullanılmaktadır. Mekan kavramı da Avrupa-merkezci anlayış ile oluşturulmuştur. Metin bu konuyu şöyle açıklar “ Britanya uluslararası arenada baskın hale gelince, zaman Londra’nın Greenwich kasabasından geçtiği söylenen hayali başlangıç meridyenine göre şekillenmeye başlamıştır. Bu durum da yine iktidar ile bağlantılıdır. Eğer başlangıç meridyeni 15. yüzyılda tayin edilseydi, muhtemelen İstanbul’dan geçerdi; şu an tayin edilmiş olsa bu kez de Washington’dan geçeceğine şüphe yoktur”.[3]

       Avrupa-merkezcilik tarihi çağlara ayırırken de kendini merkeze koymuştur. Kavimler Göçü sonrası Batı Roma İmparatorluğunun yıkılması ve Fransız İhtilali doğrudan doğruya Avrupa siyasal hayatı ile ilgilidir. İstanbul’un fethi yani Bizans İmparatorluğunun yıkılması da Türk ve İslam tarihini ilgilendirdiği kadar Avrupa tarihini de ilgilendirir. Dünyanın geri kalanı bu olaydan çok sınırlı etkilenmiştir. Tarihin periyotlara ayrılması ile ilgili olarak Goody şu tespiti yapar: “ 18.yüzyıl arkeologları, çağları taştan bakıra, demire doğru materyaller hangi materyalden yapılmışsa ona göre bir sıraya koyuyorlardı. Rönesans’tan sonrası için ise tarihçiler ve düşünürler farklı bir yaklaşım benimsediler. Arkaik toplumdan başlayarak Antik çağ, Feodalizm ve sonrasında kapitalizm sadece Avrupa’ya özgü olarak görüldü. Avrasya dışında kalanlar ise despotik rejimlerdi ve böylece Asyatik istisnailer ortaya çıktı.[4]

 

    Bize düşen ne?

       Tüm bu yazılan ve buraya sığmayacak kadar çok olan örneklere karşı “bize düşen ne?” diye soruyor insan.  Bize düşen şey Batı’nın Doğu’yu yani bizi ötekileştirirken kullandığı yöntemleri iyi anlamaktır. Oryantalistler, ötekileştirmek istediği toplumu ilk olarak her yönüyle tanıyor. Şu kadar ki eski Avrupalı araştırmacıların o zamanki Doğu toplumlarını onlardan daha iyi tanıdıklarını yazdıkları eserlerden anlayabiliyoruz. Biz elbette Batı’yı tanıyıp bilgi ve teknoloji alışverişi yapacağız. Ama ilk olarak kendimize “ Peki biz kimiz ?” sorusunu sorduğumuzda cevap almamız lazım. “İnsanın kendini gerçekleştirmesinin ilk adımı insanın kendisini tanımasından geçer”[5] derler. Toplumlar içinde böyledir. Kendini tanımadan başka toplumu tanıyanlar karşıdakini sadece taklit eder. Devletlerin ve hükümetlerin bu konuya önem verip, insanlara baskı kurmadan kendi benliklerini tanıtmaları; bunu yaparken de dünyanın geri kalanını izlemekten geri kalmamaları gerekir. Bu konuda geç kalınan her bir gün belki de büyük coğrafyaların kaderini değiştirebilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKÇA

 

  • Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Dergisi (The Journal of Social and Cultural Studies) Cilt/Volume: I, Sayı/Issue: 1, Yıl/Year: 2015, ss. 107-127

 

  • Abdullah Metin – Oksidentalizm/İki Doğu İki Batı Yıl: Ocak 2013 ss. 17-20

 

 

  • Abdullah Metin – Oksidentalizm/İki Doğu İki Batı Yıl: Ocak 2013 ss 20-27

 

  • Goody, a.g.e., s. 25

 

  • Kendini Tanıma ve Gerçekleştirme/ A. Selim Tuncer
Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: