İstanbul’a geleli bir ay olmuştu. Eli avcu boş gelmiş; aylardır da tek kuruş kazanmamıştı. Bu durum evinde kaldığı dul amcasının kinayeli laflarıyla birlikte canına tak etmişti. Geceden alarmını kurup yatmış, sabah erkenden uyanıp caddeye çıkmıştı. Dükkan dükkan gezip “Elemana ihtiyacınız var mı?” diye iş arıyordu. Eline tek geçense her dükkandan aldığı, hiçbir esnafın kışın başında eleman sorunu yaşamayacağı ve başka yerlerde iş araması gerektiği, tavsiyesiydi. Bunları kafasını sallayarak dinliyor sonra “Eyvallah!” deyip çıkıyordu.
Reddedilmekten sıkılıp biraz ara verme kararı aldı. Çiseleyen yağmurdan etkilenmemek için bir duvarın dibine tüneyip cebinden çıkardığı krakeri yemeye başladı. Gözüne bir dükkan kestirip elindekini bitirinceye kadar, nasıl yalvarırsam işe alırlar, sorusuna cevap aradı. Burnunu sol eliyle sıkıp ısıtmaya çalışırken ıslak kaldırımların üstünde topal, sakalına ak düşmüş bir adam sendeleye sendeleye yanından geçip 5-6 adım yanındaki dükkanın kepengini kaldırmaya başladı.
Adam dönüp “İş için mi geldin?” dedi. Göz ucuyla tartıyordu.
“Evet, ben Reşat” dedi ve krakeri cebine koyup dertop oldu. Hızla topalın yanına gitti. Kepengi kaldırdı. Adam kapıyı açıp, “Gel bakalım” dedi ve sırtından hafifçe iterek içeri aldı Reşat’ı. Fırına girmişlerdi. Karşılıklı duran iki beyaz sandalyeye oturdular.
Adam “Bana Hacı derler, Reşat.” deyip elini uzattı. El sıkıştılar. Hacı arkasına yaslanıp gerildi, Reşat da öne eğilmiş ellerini kavuşturuyordu. Gözlerini birbirlerinden ayırmıyorlardı.
Hacı: “Yeni misin buralarda? Kimlerdensin?”
“Erzurum’dan geldim. Burada amcamla kalıyorum.”
Sanki cevabını öğrenmek için değil de formaliteye uymak için soru soruyordu. Reşat amcasının ismini söyleyeceği anda yeni bir soru sordu, Hacı.
“Anlar mısın fırıncılıktan?”
“Daha önce yapmadım ama çabuk kavrarım.”
“Tamam…” diyerek sakalını karıştırdı. “Zaten fırıncılık yapmayacaksın. Çıkan ekmekleri şuradaki rafa dizersin. Temizlik yapar müşterilerle ilgilenirsin. Bir de tatil yok” Reşat kafasını sallayarak dinliyordu. “Ücreti haftalık 300TL, ama ilk hafta denemedir para vermem.” lafı bitince biraz öne doğru eğilip gözlerini Reşat’a dikti.
Bir işe girmek istediğinden her şartı kabul edecekti ve pek ağır olmayan bu koşullara hemen atıldı. “Tabi tamam abi. Ne zaman başlıyayım?”
“Hemen başlayabilirsin. Temizlikle başla.”
“Tabi.” deyip kabanını tek hamlede çıkardı, Hacı’nın parmağıyla gösterdiği askılığa asıp süpürgeyi kaptı.
Günün ortalarına doğru gitgide ısınmıştı dükkana. Hacı ve oğlunun çıkardığı ekmekleri diziyordu. Onlara su getiriyor, müşterilerle ilgileniyordu. Sık sık yerleri süpürüp ekmek kırıntılarını topluyordu. Kahvaltıyı hep birlikte ilk çıkan ekmeklerle yapıp sabah teslimatlarını hazırladılar. 3-5 kamyonet ekmekleri aldıktan sonra durgunlaştı ortam. Tek tük gelen müşteriler dışında başka ses yoktu. Bu sessizlik günün sonuna kadar devam etti. Saat 21.00’de Hacı, Reşat’a yaklaşıp eline 50TL sıkıştırdı.
“Bugünlük bu kadar. Hep böyle iyi çalışırsın umarım.” deyip ilk mesaisini bitirdi.
Reşat kazandığı parayla marketten sebze meyve aldı. Ayrıca getirdiği güzel haberin şerefine ağızlarını tatlandıracak tulumba tatlısı aldı.
Apartmana vardığında yüzünde güller açıyordu. Amcasının laflarından kurtulacağı hatta üstüne üstlük takdir göreceği için heyecanlanıyordu. Zile bastı, kapı açıldı ve içeri girdi. Elindeki poşetleri kaldırarak “Amca bak neler aldım!” dedi. İçi içine sığmıyordu. Hafif hafif kıkırdayarak bastırdığı kahkaha isteğiyle bağırıyordu. Kapıyı açtıktan sonra televizyonun karşısına geri dönen amcası, sesiyle meraklandı. Antrede heyecanla Reşat’ı beklemeye koyuldu.
“Ne oldu len?” diye kısık bir tonda söylendi.
“İşe girdim amca.” dedi nefes nefese Reşat. Sonra “Bak!” deyip elindeki poşetleri kaldırdı. Poşetleri yere koyup amcasının eline yapıştı, öptü. Elini öpen yeğeninin bu haliyle duygulanan amca elini çekip sarıldı.
“Aferin oğlum, aferin sana” dedi.
Poşetlerde birini alıp mutfağa taşıdı. Reşat da hemen arkasından geldi. Alınanları yerleştirdiler. Tatlıyı tabaklayıp çayı hazırladılar.
Amcası tatlısını yerken yeni işi hakkında sorular sordu Reşat’a. İş ve sosyal hayatla ilgili bir nutuk çekti. Sonra televizyonda bir yarışma programı açıp yataklara dağılana dek onu seyrettiler.
Reşat, yatağında uykuya dalmadan önce bu işin hayatına etkilerini tarttı. Hayatını kazanmaya başlamak ve amcasının üzerinde olan yükünü hafifletmek keyif verici ancak mesainin de yaşamını bir kalıba sokacağı açıktı. Eğer para kazanmaya devam etmek istiyorsa belli saatler çerçevesinde efendisinin emrine amade olmalıydı. Zihni aynı şeyleri kurcalayarak yoruldu ve uykuya daldı.
Yarın ve ertesi gün ve takip eden iki hafta boyunca hayatı tekdüzeliğe evrildi. İstanbul’a ilk geldiği günlerdeki gezmeler hayal olmuştu. Fırın ve ev arasında mekik dokuyordu günlerdir. Arkadaşı olmadığı için mesaiden sonra eve geldiğinde amcasıyla televizyon seyredip çay içiyordu. Her dakikasının rutin olması ruhunu daraltıyordu. Bu yüzden yeni alışkanlıklar kazandı. Dergi ve kitap okumaya başladı. Amcasının erken uyuduğu geceleri bazı aksiyon filmleri seyretmekle geçirdi. Kendince kozasını renklendiriyordu.
Bir ara okuduğu dergilerden birindeki “Hayatı Renklendiren Öneriler” köşesindeki önerileri dikkate alıp bir evcil hayvan edinmeye karar verdi. Bir gün işten sonra petshopa gitti. İçeri girdiğinde çalışan biriyle ilgileniyordu. Üzerine doğru bir köpek koşup geldi ve koklayıp onu rahat bıraktı. Reşat da etrafa bakınmaya başladı. Kedi, köpek, balık, kuş, örümcekler gibi hayvanlara ev sahipliği yapan bir yerdi burası.
Bu karmaşık hayvan kümelerinin içinde gözü bir balığa takıldı. Duvara yapıştırılmış aynanın önünde insanın beline kadar olan bir standın üzerinde duran küçük akvaryumdaydı. İçinde kuyruğunu savura savura yüzüyor, avuç içi büyüklüğündeki gövdesinin turuncu rengiyle göz kamaştırıyordu. Reşat eğilip yüzünü akvaryuma yaklaştırdı. Aynadan yansıyan balık ve arkada akvaryumla çevrelenen yüzüne bakarak, benzer hayatlar, diye geçirdi içinden. Tam o sırada çalışan boşa çıkmıştı.
“Nasıl yardım edebilirim?” diyerek yanında bitti Reşat’ın.
“Ben bir evcil hayvan istiyorum.”
Adam tamamlayacağını düşünerek bekledi. Devamı gelmeyince lafa girdi.
“Nasıl bir şey arıyorsunuz?” Aynanın önünde duran balığa bakıp devam etti. “Balık gibi mi?”
“Hayır. Daha hareketli olsun. Ama öyle kedi-köpek falan olmasın. Bakımı rahat ve sessiz olsun.”
Adam birden samimileşerek “Abi, sana uyar mı bilmem ama bir hamster var elimde. Hem sessiz sakindir hem de hareketlidir.” dedi.
Reşat’ın yüzünü bürüyen anlamamış ifadeyi kavrayınca “Gel abi! Bir bakalım.” deyip az ötede duran büyük kafese götürdü. Elini içine sokup hamsterı aldı. Çıkarıp sevmeye başladı ufak fareyi.
“Sıçan değil mi?”
“Evet ama evcildir. Çocuklar falan bayılıyor bunlara. İstersen bir eline al.” deyip fareyi Reşat’a yaklaştırdı.
“Eh! Ver bakalım.”
Yavaşça eline bıraktı adam. Avucunu zar zor dolduran hayvanı kavrayıp yüzüne baktı. Bu tüylü ve sıcak canlıyı elinde tutukça kendine yakın hissetmeye başladı.
“Bunu almak istiyorum.”
“Tabi, kafesi de ister misiniz?”
Fiyatta anlaşıp kafesi ve fareyi aldı. Satıcının ses çıkaracağını söylemesiyle içindeki çarkı hafif yağladılar. Eve gitti, amcası başta fare için mırın kırın etti ancak uzatmadı. Reşat’ın kendi odasında bakacağını söylemesi ve hayvanın sessiz olduğuna ikna etmesiyle söylenmeyi kesti. Reşat ise bir dost edindiği için çok mutluydu. Sürekli eline alıyor, öpüp seviyordu.
********
Çalışmaya başlayalı bir buçuk ay olmuştu. Sürekli aynı suretler ve aynı anları yaşamak midesini bulandırıyordu. İstediklerine vakit ayıramamak muzdaripliğinin bir zorunluluk olması ona evcil hayvanı gibi bir kafeste yaşıyormuş hissiyatı veriyordu. Her gece yatmadan önce güzel bir farklılık hayal ediyordu. Bazen bir gezi hoş bir park veya meydanda bazen de bir gece kaçamağı loş mekanlarda. Önce yeri oturtuyor kafasında sonra uzun ve klasik senaryolar yazıyor zihninde. Bir kadın kuruyor mesela, genellikle fırının müşterilerinden, onunla eğleniyor, aşkı tadıyor, doyasıya sevişiyordu. Ancak hayalin doyurmadığını kavrayınca ruhu; zihni birdenbire karanlık sessizliklere ev sahipliği yapıyor. Zindan ediyor gecelerini.
Sıkıntılı günlere bir dostla göğüs germesi bir nebze ferahlatıyordu Reşat’ı. Ancak çok üzülüyor dostuna. “Benim hürriyetim hayatta, seninki ise bende canım.” diyerek okşuyordu başını son günlerde. Bu yüzden telafi olarak odaya salıyordu dostunu. Altına girebileceği yerleri battaniyelerle kapatıp açıyordu kafesin kapısını.
Yere koyduğu andan alıncaya dek hızla bir oraya bir buraya geziniyordu dostu. Parkeye çıktığında pıt pıt ayak sesleri duyuluyordu. Bu durum Reşat’ı kahkahalara boğuyordu. Ancak alıp kaloriferin yanındaki hapsine koyduğunda tekrar içi kıyılıyordu. Ruhu bedeninden çıkıp farenin bedenine giriyor onun ızdırabını yaşıyor ve Reşat’a iletiyordu. O da yine bir gece uykuya dalmadan önce plan yaptı. Sabah işe çıkarken dostunu da yanına alacak, cümle kapısını kapar kapamaz ona özgürlüğünü kazandıracaktı. Bağışlayıcılık misyonuna sahip bir mesih gibi.
Affediciliğin verdiği hafiflikle uykuya daldı.
Sabah kalktığında dinç hissediyordu. Bir can azad edecekti biraz sonra, mutluydu. Duş aldı ve giyindi. Ayakkabılarını giyerken zorluk yaşayacağını, dostunun cahil aklı yüzünden kaçmaya çalışacağını, düşünüp ayakkabılarını evin içinde giydi. Dostunu da alıp çıktı.
Cümle kapısına inene kadar, üç kat merdiven boyunca, başını okşayıp sevdi. Kopup gidecekti birazdan dostu. Köle canı özgürlüğü tadacak ve Reşat’a minnettar kalacaktı. Belki kendi lisanında şimdiden minnetler sunmaya başlamıştır.
Kapıyı kapattığında duraksadı. Yüzünde sevimli bir gülümseme belirdi. Dostunun kulağına doğru eğilip, “Tat bakalım nasılmış sokaklar!” diye fısıldadı. Ellerini yere değdirdi ve yavaşça açtı.
Şimdi dostu hızla adımlıyordu kaldırımları. Durmuyordu. Biraz sonra gözden kaybolmuştu. Çok sevindiği açıktı. Reşat da çok sevinmişti.
Şimdiden daha az sıkılıyordu hayattan, işinden, insanlardan. Kurtarıcı olmaya tek dostuyla başlamak gibi bir erdem sergilemişti. Kimse bilmese de kendinin ne kadar kıymetli olduğunu biliyordu.
Mesai saatlerini ilk kez bu kadar hızlı geçirmişti. Sıcak fırından soğuk sokaklara çıkarken çarpılmamak için sıkı sıkı giyindi. Kaban, atkı ve beresini takıp çıktı dükkandan. Sokağına kadar ağır ağır yürüdü. Vardığında elinde kürek olan bir çocuğu görüp irkildi. Göğsünün sıkıştığını hissetti. Çocuğa yaklaşıp,
“Ne yapıyorsun?” dedi.
Çocuk, kendisinden uzun küreği apartman duvarına yaslayıp,
“Sokak kedileri fare öldürmüşler. Babam da beni almam için gönderdi.” lafına devam ediyordu ama Reşat duymuyordu. Ayaktayken karanlık dolayısıyla seçemediği ölmüş fare yaklaştı. Dizlerinin üstünde burnu neredeyse fareye değecek kadar yaklaştı. Dostunun güzel tüyleri kan içindeydi. Bu tüyler herhangi bir sokak faresine ait olamazdı.
Küçük ölü canı ellerinin arasına alıp yürümeye başladı. Çocuk önemsenmemesine sinirlenmiş, Reşat’ın arkasından,
“Sokağın sonunda geniş bir arazi var!” diye bağırmıştı.
Sulu sepken hafiften hızlanırken Reşat da hızlandı. Koşarken dostuna eğilerek,
“Ne yapsın kelebek, bir gün ömrü var diye çıkmasın mı kozasından?” diyordu. Ağlamaklı bir hava bürünmüştü sesine.
Hafif kar tutmuş toprağa geldiğinde ilk iş; karları kabanının koluyla temizledi. Toprağın ıslanıp çamur haline gelmiş olduğunu gördü. Ölü dostunu sağ eline alıp sol eliyle çamuru eşmeye başladı. Onun küçük bedenine uygun bir mezar açtı. Dostunu içine koyup üstünü çamurla örttü.
Beresini çıkardı başından. Islak yüzünü atkısıyla kurulayıp boynunu eğdi. Gözleri yaşardı. Bu yaşlar yaptığı hatadan mıydı yoksa yalnızca dostunun ölümünün acısından mı bilmeden döktü.