Yaklaşık beş günlüğüne Bosna-Hersek’teydim. Burada yaşadıklarım ve hissettiklerim; ağlamakla anlamak arasındaki bağ, hayallerle gerçekler arasındaki ince çizgi ve telaşla uyanılan bir rüyanın ürperişi kadardır. Geç gelen ve insanı tümüyle sarsan bir irkiliştir.

   Karanlığın kurulduğu heyecanlı bir gecenin ardından gelen serin bir Saraybosna sabahına uyandım. Havaalanından çıkıp şehri gezmeye başladığım andan itibaren, 1992-1995 yıllarında yaşanan savaşın nişanesi olan mermi izleri selamladı beni. Az evvel bahsettiğim irkilme de tam olarak bu şekilde başladı. Bir yandan bu ve benzeri savaşların müsebbibi olan şahıslara öfkelenirken, öte yandan durumun ciddiyetini çok geç fark ettiğim için bu öfkeden kendime düşen payı da aldım. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki: Bu irkilişin de etkisiyle, yazımda Bosna’da seyre daldığım manzaralardan ya da yediğim güzel yemeklerden bahsetmem pek mümkün olmayacak.

   Kendimi toparlamaya çalışırken, çoktan Kovacici mahallesine gelmiştim. Nispeten dik bir bayırda bulunan şehit mezarlığına girdim. İnsanların arasından sıyrılırken, bir yandan kaygan taşların üzerinde dengemi sağlamakla uğraşıyordum ki, duyduğum bir cümle beni ruhen yere sermeye yetti.  Rehberin dilinden dökülen “Bosna’da çocuk parkı yok. Tüm parklar ölüleri gömecek yer kalmadığı için mezarlığa dönüştürülmüş!” sözü kulağımdan bir seda olarak girse de beynime bir mermi gibi saplanıverdi. Bir ülkede çocuk parkı olmayışı mı yoksa parkların mezarlığa dönüştürülmüş olması mı daha vahametli bir durumdur? Varın siz düşünün.

Bir sonraki durağım Başçarşı oldu. Avrupa’nın orta yerinde bir Osmanlı çarşısı denebilir. Birbirine yakın ve benzeyen dükkanların olduğu klasik bir çarşı izlenimi verebilir bazılarına. Ancak çarşıya hakim olan renklerden tutun atmosferin zarafetine kadar her şey sizi burada farklı hissettiriyor. Kahverenginin en hoş hali ve siyahın asaletiyle çarşı sizi kendine çekiyor. Ait olduğu bir yerden diğerine gelmişçesine tatminkar hissediyor insan kendini. Başçarşıda dolaşırken sanki, daha evvel onlarca kez gelmiş bir de üzerine özlemini çekip ardından da kavuşmuşçasına huzura erdim desem yeri var. Burada attığım her adımın ve gördüğüm her şeyin bir anlamı var. Buna inanarak her ayrıntıya tekrar tekrar bakma gereği hissettim. Zira kalple hissedemedikten sonra gözle görmek, zinciri atmış bir bisikletin pedalların çevirmek kadar boş ve anlamız olacaktır.

   Bir kahve fincanı ne kadar anlamlı olabilir? Böylesine basit görünen bir şeyde, esasında kıymetli bir duruşun gizlenebileceğini söyleseler, tepkiniz ne olurdu? Elbette burada, kahve içerken kendilerine tamamen zıt olan bir el hareketini yapmamak için, kulpsuz fincanlar üreten Bosnalılardan bahsediyorum. Takdir edersiniz ki; kulpsuz bir fincanı tutan el, hilal şeklini alacaktır ve böylece sağlam bir duruş sergileyecektir.  Fincanın içindeki yıldızı da hesaba kattığımızda tüm taşlar yerine oturuyor. Bu şekilde içilen kahvenin kaç yıl hatırı olur bilemem ama ömür boyu unutmayacağım bir incelik olduğunu rahatlıkla ifade edebilirim. Bazen küçük ayrıntıların ardındaki büyük duruşlarla karşılaşabiliriz. Kim bilir? Belki de hayatın kendisi bu ayrıntıların arkasında gizlidir!

   Bosna dendiğinde sözü edilecek bir şey de Bosna gülleridir şüphesiz. Ancak bu güller; şehri süsleyen, gördüğümüzde içimizi ısıtan çiçekler olarak çıkmıyor karşımıza. Toplu ölümlerin gerçekleştiği noktalar halinde bir kez daha yaşananları suratımıza çarpıyor. Bazen yıkık bir minare, bazen mermi izleriyle dolu binalar, bazen de “Bosna Gülleri” neler yaşandığını unutturmuyor insanlara. Böylece geç gelen irkiliş devam ediyor ve bir bitimsiz hüzne dönüşüyor. Travnikte Fatih Sultan Mehmet’in su içtiği dereden su içip, Jajcede bir masalın içerisindeymiş hissiyle şelaleyi seyrederken, kendimi toplama ve bu irkilişlerin muhasebesini yapma fırsatı buldum. Günün sonunda ruhumun yorgunluğu bacaklarımın yorgunluğuna kıyasla bir kaç adım önden gidiyordu.

   Gelelim Mostar şehrine. Yeterince vakit geçiremediğim için hala içimde bir burukluk olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca, Mostar Köprüsüne gelindiğinde en güzel fotoğrafı kovalarken en güzel anı kaçırmak hatası beni derinden yaralıyor. Düşünün ki, kültürleri birbirine bağlamış olan efsanevi bir köprü ve altından akarken insanın dertlerini de götüren Neretva Nehri… 1993 yılında, malum savaşta yıkılan, yıkılmadan evvel 99 basamağı bulunan Mostar Köprüsünün, bugün 93 basamağı bulunuyor. Burada, yine savaşa dair bir hatırlatma meselesi karşımıza çıkıyor. Köprünün her basamağında artan duygu yoğunluğu beni tarihin derin sularında yolculuğa çıkardı. Bir taraftan kuşlar kadar özgür hissederken, diğer taraftan kafese tıkılmışçasına ve uçmak için çırpınırcasına çaresiz bir vaziyette buldum kendimi. O dönemde hayatta bile olmamama rağmen, köprünün yıkılışını iliklerimde hissettim. Daha sonra beynimin içinde yeniden inşa ettim bu köprüyü. Belki de kalbimin içinde desem daha doğru olacaktır.

   Gerçeklerle hayaller arasında bir yerlerde gezinirken, biraz da uykusuzluğun ve yorgunluğun etkisiyle kendi dünyamda kaybolduğumu hissettim. Bosnalı dostlarımın pek çoğunun bugün hala yüzlerinden okunmakta olan hüzün, ağır geldi ruhuma. Savaş yıllarında sevdiklerini yitiren insanları ve sevdiklerinin katilleriyle aynı ortamda bulunuyor olmalarını düşününce, ruhumun bu durumu kaldıramaması pek de şaşılası bir hal değil. Maalesef bilinçsizliğin ve umursamazlığın yarıştığı ve bana göre umursamazlığın önde olduğu bir vaziyetteyiz. Sırf dininden dolayı canına kıyılan insanlar, ölülerini gömecek yer kalmadığı için çocuk parklarını mezarlık yapan insanlar ve bugün birçok yerde yakınlarının katilleriyle komşu olan insanlar… Ne düşünmeliyiz? Ne hissetmeliyiz? Ne anlamalıyız?

   Bosna’da yaşananları anlamak deyince, aklıma Necip Fazılın Reis Bey oyunundan bir cümle geliyor. Hani şu idamlık gencin “Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz” dediği an. Bu kısma geniş bir açıdan bakarak konumuza uyarlayabiliriz düşüncesindeyim. Muhtemeldir ki; ellerinden silahları toplanıp katledilenleri, yakılarak öldürüleni, sevdiklerinin yanından alınıp toplu katliam alanlarında canına kıyılanları anlamak pek kolay olmayacaktır. Tabi bir de geride kalanlar var. Asıl mesele de burada başlıyor ya! Hala bir cümle, bir bakış, belki bir işaret onları savaş yıllarına götürebiliyor. Geride kalanlar demişken, şu meşhur ve güçlü anneleri de anmak istiyorum. Evet! Srebrenitsa annelerinden bahsediyorum. Eşlerini, çocuklarını hatta tüm yakınlarını kaybedip, bugün hala Srebrenitsada kalmaya devam eden anneler onlar. “Sadaka değil destek istiyoruz” ikazıyla başımızı öne eğen, umutları tükenecekken gökyüzüne bakıp, karanlığın ardından doğacak güneşi bekleyen anneler. Düşünün ki özel günlerde arayacak bir tek yakınları yok. Onları unutmayıp arayarak, hal hatır soran insanlarsa, bu annelerin telefonda yalnızca ağladıklarını söylediler bize.

   Şimdi sana sormak istiyorum sevgili okuyucum. Söze gerek var mı? Gözlerden akan bu yaşlar, bu hıçkırıklar her şeyi anlatmıyor mu? Dilsiz dudaksız bir sohbet yetmiyor mu anlamaya? Elbette ağlamak; bazen anlatmak bazen de anlamak görevini üstlenebilirdi. Peki burada ne mi oldu? Geç gelen tüm bu irkilişler, kalplerde birer yara gözlerdeyse rutubete dönüştü. Anlatan ağladı, anlayan ağladı ve benim kalbim Bosna’da kaldı.

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Kübra

Çok güzel yazmışsın…Ellerine ve yüreğine sağlık… 👏👏👏

%d blogcu bunu beğendi: