Gözünü açtığında güneşin yükseldiğini fark etti. Günün bu anlarını yakalayabildiğinde kendini şanslı sayardı. Gecenin karanlığı gibi içinin karanlığı da doğan güneşle sona ererdi. Bu gece de çok düşünmüştü ve az uyumuştu. Nasıl uyuyabilirdi ki? Kendini tıngır mıngır giden otobüsün ritmine bırakmak istese de geçen her kilometrede kalbi daha hızlı çarpıyordu. Kalbi göğsünde değildi artık. Karnındaydı, şakaklarındaydı hatta parmak uçlarındaydı. On iki sene önce şimdi döndüğü yoldan giderken ağlayamadığı her saniyenin boğazına attığı düğüm yoktu bu sefer. Bunun yerini ürkek bir heyecan almıştı. O değişmişti. On yaşında anasından, toprağından kopup giden çocuk değildi. Babasının peşinde gurbete sürüklenip yıllarca ona yoldaşlık etmişti. O zamanlar özlemin ne olduğunu bilmeyecek kadar küçük olsa da şimdi özlemin ne demek olduğunu çok iyi öğrenmişti. Gittiği ilk günden beri her gün dönmeyi beklemişti ve on iki sene sonra gelmişti o gün.
Otobüs meydana yanaştığında tanıdık bir şeyler aradı Tuna. Tezgahların üzerine konmuş kırmızı testileri gördü. İşte oradaydı, Karacasu’da. Bu uzun yolculuğun sonuna gelmişti. Acaba tek bir kişi bile o kendini tanıtmadan onu tanır mıydı? Aklında sorularla, otobüsten indi. Doğduğu, ilk adımlarını attığı yerdeydi. Hasret sona ermişti. Döne döne etrafına baktı. Karacasu da değişmişti. Ama olsun o bir yabancı değildi artık. Ana yurdundaydı. İlk kez gözünü açtığı eve, ilk kokusunu duyduğu insanın yanına gidecekti. Hiçbir toprağa bu kadar ait hissedemezdi.
Çocukluğunda zeytinli yol dediği yola doğru yavaş yavaş, yolun tadını çıkara çıkara yürüyordu. Bu yolun iki yanında sıralı zeytin ağaçları vardı. Evinden sonra en çok burayı özlemişti. Sabahtan akşama kadar bu yolda koşturduğu günleri hatırladı. Bazen ağaçların gölgesinde dinlenirdi. Çok ileriyi görmeye çalışırdı dinlenirken. En ileride, ağaçların arasında neler olduğunu bilmek isterdi. O zaman ona uzak gelen bu mesafelerin gittiği yolların yanında bir hiç gibi kalacağını bilemezdi.
Evleri yolun sonundaydı. Yüz metre daha yürüse oradaydı. Yine kalbinin bedeninin her köşesinde attığını hissetmeye başladı. Biraz daha yürüdü. Hafif aralık olan mavi demir kapının önüne gelmişti. Kapıyı ittirdi. Tahta bir masanın arkasında arkası dönük şekilde oturan kadını gördü. Seslenmek istedi ama boğazı düğümlendi.
Cılız bir sesle “Anne.” dedi. Cevap alana kadar saniyeler geçti. Siyahında boğulduğu iki çift göz her şeyi unutmuşçasına ona bakıyordu. Hayatta bazı anlar vardır kelimelerin hiçbir anlamının kalmadığı, isimlendirilemeyen duyguların yaşandığı, işte bu da öyle bir andı. On iki yıl sonra yavrusunu gören anne onun büyüdüğünü hiç düşünmemiş olduğunu fark etti. Yerinden kalktı ve koşup yavrusunu kucakladı. Dakikalar süren özlem dolu kavuşma anı bittiğinde ikisinin de ağlamaktan konuşacak hali kalmamıştı.
Asiye Anne, Tuna ilk gittiği günden beri dönüşünün hayalini kurup dururdu. Tuna üç çocuğunun en büyüğüydü. Bu yüzden babası Almanya’ya giderken yanında onu götürmüştü. Asiye Anne evladından kopmamak için çok dil dökmüştü. Ama babası “Hanım, bir daha kim bilir ne zaman yurduma dönerim. Hiç olmazsa buradan bir parça olsun yanımda. Her şey bizim için.” diyerek ikna etmişti onu. Dediği gibi de olmuştu. 3-5 yıl derken seneler geçmişti. En son oralarda hastalanmıştı adam. Ayakları tutmaz olmuştu. Her işe de küçücük yaşında Tuna koşmuştu. Şimdi de yerinden kıpırdatamadığı babasını orada yaşayan bir dostlarına emanet edip gelmişti.
Tahta masanın etrafına oturup gülen gözlerle birbirlerine bakmaya başladılar. İkisi de mahcubiyet hissediyordu. Giden gittiği için, kalan kaldığı içindi bu mahcubiyet. Asiye Anne atıldı söze; “Baban nasıl oğlum?”. Tuna; “Gelmeyi çok istedi Anne. Gözümü orada açtım, orada da kapamak istiyorum diyor. Söz verdim ona. Ben gidip göreyim annemi, uygun bir yol bulayım seni getirmek için, her şeyi bırakıp ikimiz de döneceğiz dedim.” Tuna sözünü bitirdiğinde Asiye Anne hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Uzun uzun sarıldılar. Yılların acısını çıkarak derinlikte bir sohbete başladılar.
Tuna habersiz gelmişti. Kardeşleri Güven ve Zeynep evde değildi. Kim bilir onu gördüklerinde nasıl mutlu olacaklardı? Hem kardeş, hem oyun arkadaşlarıydı onlar. Yaşları birbirlerine yakındı. Güven yirmi, Zeynep on sekiz yaşındaydı. Bir daha onlar gibi arkadaş bulamamıştı. Güven merak dolu bir çocuktu. Sabahtan akşama kadar eve uğramadığı günler olurdu. Tuna çıkar arar, bazen bir ağacın tepesinde, dala oturmuş köyü izlerken bulurdu onu. Zeynep’in ise Karacasu’da yardımı dokunmadığı kimse kalmamıştı. Çocuk da bakardı, tarla da ekerdi. Birisi ona ihtiyaç duysun yeterdi onun için. Çok da metanetliydi. Bütün gününü zeytinlikte geçirirdi. Barışın simgesiydi zeytin, Anadolu’nun zenginliğiydi, onların da ekmek teknesiydi. Bu yüzden zeytinliğe çok kıymet verirdi.
****
Minik evleri eskisi gibi huzur doluydu. Burası Tuna’nın hiç dışarı çıkmadan yaşayabileceği bir yerdi. Her insan için büyüdüğü ev bu kadar özel miydi? Eskiden Güven’le paylaştıkları odaya girdi. Hala iki yatak vardı. Ne garipti; komodine, dolaba, kitaplığa, masaya baktığında Güven’den izler görüyordu. Kendisiyle ilgili ise hiçbir iz bulamıyordu. Halbuki onu o yapan duyguların, fikirlerin, değerlerin şekillendiği yerdi bu oda. Babasının yanında giden o değil de Güven olsaydı şu an bu odada neler farklı görünürdü? Bunları düşünürken mavi demir kapının açıldığını duydu. Evin kapısını açtı. Bahçe kapısından girenler Güven ve Zeynep’ti. İkisi de baka kalmıştı kardeşlerine. O kadar rahatlamıştı ki Tuna gelirken olan gerginliğinden eser yoktu. Kocaman gülümsedi onlara ve yanlarına giderek kollarını açtı. Aynı şekilde karşılık verdi kardeşleri de. Çocukluklarında olduğu gibi üçü birden kucaklaştılar. Hep beraber sofrayı hazırladılar. Asiye Anne’nin eksik parçası tamamlanmıştı. Tuna kardeşlerinin neler yaptığını çok merak ediyordu. Telefonda işittikleri hiçbir zaman doyuramamıştı onu. Daha fazlasını bilmek istemişti her zaman. Güven’e dönerek; “Nasıl gidiyor okul, neler öğreniyorsun orada?” diye sordu. Hep okumaya hevesi olmuştu Tuna’nın ama imkanı olmamıştı. Güven, Ankara’da Basın Yayın Yüksek Okulu’nda okuyordu. Tuna, kardeşi ile gurur duyuyordu. Güven anlatmaya başladı. “Bu yıl çok güzel geçti. Başarılı bir gazeteci olmak istiyorum. Haberin peşinden nasıl koşulur, haber nasıl fotoğraflanır, bir haber yazısı nasıl yazılmalıdır bunların hepsini öğreniyoruz. Bir ödevim var aslında onunla ilgileniyordum son zamanlarda. Yazın bir araştırma haberi yazmamız istendi. Benim de aklıma Afrodisias’ın haberini yapmak geldi. Afrodit’in evi. Belki hatırlarsın sen gitmeden 3 yıl önce bulunmuştu. Çocuktuk o zaman neler olduğunun çok farkına varamamıştık. Bulan da foto muhabiri, Ara Güler. Tesadüf eseri rastlamış oraya. Bir görsen büyülü bir yer. Gideriz seninle eminim çok seversin. Siz gittikten sonra arkeolojik kazılar yapılmaya başlandı. Hala da devam ediyor. Bütün günümü orada geçiriyorum. Fotoğraf çekiyorum. Afrodisias hakkında yazıyorum. Yarın sen de gel istersen.” Tuna’nın hafızasında az da olsa Afrodisias’ın bulunduğu zamanların yeri vardı. Yetişkin gözüyle öğrenmek isterdi bu tarihi. Ne kadar büyülü bir coğrafyaydı Anadolu. Gerçek olduğu kadar mistikti. “Yarın kesin gidelim.” dedi kardeşine. Sohbetlerini saatlerce devam etti. Yol yorgunluğu hissediyordu. Müsaade isteyip odasına gitti. Yıllar sonra odasında uyuyacaktı.
Tuna perdenin arkasından sızan güneşin ışığıyla uyandı. Çocukluk yatağında tekrardan uyumuş olmanın verdiği keyifle bir süre kalkmadan etrafa baktı. Güven yatağında değildi. Bahçeden sesler geliyordu. Doğruldu, ayaklarını yere koydu ve her sabah yaptığı gibi kendi ağırlığını hissetti. Var olduğunu ve orada olduğunu hatırlatırdı bu ona. Sanki her gün yeniden dünyaya geliyormuş gibi.
Dışarı çıktığında kahvaltı hazırdı. Zeynep fideleri suluyor, Güven de gazetesini okuyordu. Asiye Anne; “Günaydın oğlum. Uyandırmak istemedik seni. Rahat uyudun mu?” “Uyudum anacım. Bir bebek gibi.” dedi gülümseyerek Tuna. “Haydi o zaman şimdi de karnını doyuralım bu bebeğin. Özlemişsindir anne kahvaltısını.” dedi Asiye Anne ve sofraya geçtiler.
Güven heyecanlı heyecanlı; “Bugün gidiyoruz değil mi?” dedi. “Gidelim tabi.” dedi Tuna. “Bisiklet sürmeyi unutmamışsındır herhalde.” dedi Güven ufak bir tebessümle. “Hala sen gelene kadar ben dönerim.” dedi Tuna kahkahayla. “Sen gelmeyecek misin Zeynep?” diye sordu. Zeynep; “Çok isterdim. Ama zeytinlikte satışlar yoğun bu aralar. O yüzden gelemeyeceğim. Ama sen dönmeden yine gidelim.”
Kahvaltıdan sonra bisikletlerine binip yola koyuldular. Evlerinden bisikletle yarım saatlik bir mesafedeydi Afrodisias. Gittikleri yolun iki tarafı da geniş arsalarla kaplıydı. Tuna bu yol üzerindeki yerlerden hangilerini hatırladığını düşünerek ilerliyordu. Değişen neler vardı? Neler aynı kalmıştı? Geldiğinden beri ailesi için de kafasındaki sorular bunlardı. Halbuki ne fark ederdi? Değişimi kendin yaratmıyorsan onu önlemenin ya da önünü açmanın bir yolu var mıydı? Bunları düşünerek ilerledi Tuna.
İşte varmışlardı. Mermer taş ve sütunlardan oluşan kocaman bir alandı burası. Fakat bunlara sadece taş ve sütun denemezdi. Mükemmel bir işçiliğin ürünüydü hepsi. Her köşesine el değmişti. “Zaman nedir?” diye sorulsa verilebilecek bir cevap gibiydi. Tuna, Afrodisias’ın yollarında yürürken eskiden burada yaşayanların sesini duyar gibi oldu. “Bu şehrin kaynağı bu toprakların bereketidir. İnsanlar ne isterse, bu toprak onlara onu sunmuştur. Anadolu’nun her köşesinde yazılmış farklı tarihlerin sesi işte bu yüzdendir.” diyorlardı.
Afrodit Tapınağı’nın önündeydiler. Burası Afrodisias’ın kalbi, şehrin merkeziydi. Onlar gibi bu görkemli yapıyı izleyen biri daha vardı. Yetmişli yaşlarında bir amcaydı bu kişi. Tuna ve Güven’i görünce gülümsedi ve “Merhaba gençler.” diyerek selamladı onları. Ardından “İlk kez mi buraya geldiniz?” diye sordu. Tuna; “Biz Karacasuluyuz. Ama ben on iki yıl önce ayrıldım buradan. O yüzden Afrodisias’ı ilk kez ziyaret ediyorum.” Güven gülümseyerek; “Ben hep buradayım. Haftada birkaç gün gelirim.” “Ben de her yıl birkaç günümü gelir burada geçiririm. Ama sadece burası değil. Bergama, Alacahöyük, Aspendos buraları da fırsat buldukça ziyaret ederim. Buralar bana yaşamın devamlılığını ve gerçekliğini hatırlatır.” dedi amca. Tuna; “Ben çok uzun yıllardır memleketten uzaktaydım. Gerçekten çok şanslısınız.” dedi. “Bilir misiniz buranın hikayesini?” diye sordu amca. “Anlatırsanız sizden dinlemeyi isteriz.” dediler. “Dillere destan olan, tanrıça Afrodit’e adanmış burası. Sevginin, güzelliğin, bereketin kenti. Her taşına ilmek ilmek bunlar işlenmiş. İyonyalıları duymuşsunuzdur. İyon tarzıdır bu mimari, tamamen Anadolu’ya özgü. Mermer sütunlardaki oymaları bir başka coğrafyada göremezsiniz. M.S. 1.yy’da refah düzeyi yüksek bir sanat merkezi olmuş burası. Heykeltıraşlar, mimarlar, sanatçılar için gözde bir yermiş. Sadece bu gördüğünüz tapınağın yapımı 150 sene sürmüş. Afrodit’in dünyaya gelme nedeninin yaşam enerjisini dağıtmak olduğu, Akdeniz’in uçsuz bucaksız derinliğinde, köpükler içinden doğup geldiği söylenir. Bu da canlılığın ve yaşamın sonsuzluğunun bir ifadesi olarak görülür. İşte dolaştığımız bu yerin hikayesi bu doğuşa dayanır. Ne kadar ilginçtir ki; hayal ürünü olarak gördüğümüz mitolojilerin, destanların, efsanelerin yeryüzünde somut parçaları var. Ya böyle yerler bu hikayeleri doğurmuş ya da bu hikayeler böyle yerleri. Anadolu da dünyada en zengin hikayelere sahip olan yerlerden. İşte o yüzden bu insan ürünü güzellikler.”
****
Yatağına uzandığında Tuna’nın zihninde geçirdiği günün yankıları sürmeye devam ediyordu. Herkesin bir hikayesi vardı. Onun hikayesi Karacasu’da başlamıştı. Kardeşlerin en büyüğü olma yükünü sırtlamıştı ve bambaşka bir diyara sürüklenmişti. Şimdi ise yine oradaydı, doğduğu yerde. O da bu toprakların bir hikayesiydi. Kopup başka diyarlara giden ama asla gittiği yerlere ait olamamış pek çok Anadolu insanının olduğu gibi. Bir anaydı, Anadolu. Her evladı için farklı hikayeler yazan. Bazısı için göç, bazısı için savaş, bazısı içinse özgürlük hikayeleri. Bir de bu annenin anlattığı masallar vardı. Bugün o masallardan birine tanık olmuştu. Bunları düşünürken uykuya daldı. Rüyasında tahta bir merdivenden aşağı indiğini gördü. Bir evdi burası. Duvarda bir boğa başı vardı. Keten bir elbise giymişti, bu elbise vücudunu sarıyordu. Rüyanın içinde nerede olduğunu iyi bildiğini hissediyordu. Uyandığında rüyasından hafızasında kalanlar bunlardı. Ertesi gün Zeynep ve Güven’e bahsettiğinde, Güven burayı daha önce duyduğu bir yere benzettiğini söyledi ama neresi olduğunu çıkaramadı. Birkaç gün sonra gazetede Çatalhöyük’te devam eden kazı çalışmaları haberini gösterdi Güven. Haberde en eski yerleşim yerlerinden biri olan bu yerdeki evlerin çatısına çıkmak için tahta merdiven kullanıldığından ve evlerin içindeki boğa başı objelerinden bahsediyordu. Tuna hayatı boyunca bu rüyayı unutamadı. Rüyası bir tesadüften ibaret olabilirdi. Yine de artık Tuna’nın bir masalı da vardı.
Günler geçip gitti ve Tuna için dönüş zamanı geldi. Kardeşlerinden, annesinden, memleketinden ayrılık vaktiydi yine. Babasına verdiği söz gibi kendine de bir söz verdi. Tekrar geldiğinde kendine burada bir yaşam kuracaktı. Kendini en baştan keşfettiği ve ana yurdunu tanıma fırsatı sunan bir seyahat olmuştu. Doğan güneşin evinde; destanların, masalların, hikayelerin merkezinde doğmuştu. Dünyanın en verimli topraklarıydı, düşüncenin doğduğu yer, medeniyetlerin ortak noktasıydı. Burayı keşfederek süreceği bir hayat onu bambaşka biri yapacaktı. Öğrenecek daha çok şey vardı. Hikayesi burada başlamıştı ve burada da bitecekti. İşte geri dönmek üzere bu düşüncelerle ayrıldı yurdundan.
Harika bir yazı, akıcı ve sade bir dille kaleme alınmış. Tuna’nın hayat hikayesinde Almanya’ya göçüp memleket hasreti çeken birçok insanın sesini işittim. Kullanılan betimlemelere ve Anadolu’nun tasfir şekline bayıldığımı söyleyebilirim. Yazarın kalemine sağlık, umarım başka hikayelerinde görüşebiliriz.