Kayalara şekiller veren hırçın dalgalar var içimde. Arkamdan iten deli rüzgârın kuvvetiyle mağaralar oyuyorum sabırla. Kazdıkça içimdeki girdap büyüyor. Merkez üssü muamma depremlerle sallanıyor bedenim. Üşüyorum. Derine indikçe üstümdeki ağırlık artıyor. Terliyorum. Deniz feneri ışığında türküler yakıyorum ortaya. Deryanın gözyaşları kıyılara vuruyor. Kıyılar dilsiz. Kumsal, med cezirden gebe kalmış, öfke kusuyor. Güneş, damarlarımdan içime nüfuz ediyor. Yanıyorum. Kum tanecikleri ağızlarını açmış göğe bakıyorlar. Çolak kayık, naralar atıyor içine içine; gök boyalı ahşap gövdesi, kabuklar halinde denize atlıyor. Heves Veren ağaçları emekliliğe gün sayıyor. Balıklar, çöldeki develere yüzme öğretiyor. Son kullanma tarihi geçmiş posta güvercini efkârlı; dökülen tüylerinden fal bakıyor: Seviyor, sevmiyor…

            Çoban, umudunu sırtına giymiş karşımda sırıtıyor: “Nerelisin sen?” Alt dudağım semaya gidip geliyor. ‘Yersiz’liğin bu kadarına diş gıcırdatıyorum. İçim içime dar geliyor. Geçimsizliğin bana verdiği yetkiyle cevaplıyorum: “Dar Gelirliyim.”

            Çoban, şekilsiz beyaz bulutları peşine takıp gidiyor. Don Kişot’a binmiş Rosinatte intikam diye kişniyor, yerdeki yapraklar dalları taşlıyor, depremler mağaraları yerle bir ediyor, içimdeki boşluk enkazla doluyor, itfaiye yanmakta olan türküyü söndürüyor ve kel doktor elindeki test sonuçlarından kafasını kaldırıp şöyle diyor: “Kanınızda yüksek oranda ‘abartma tozu’ bulduk.”

            Ölüyorum…

 

ÖLECEKSİN

            Hastanemsi bi bir yerde açıyorum gözlerimi. Havada asılı keskin bir ilaç kokusu alıyorum. Savaş yıllarındaki yaralıları sıra sıra dizdikleri yatakların birindeyim. Üstümde bir çarşaf… Kefen rengi. Çarşafın böyle bir dönüşüme hazır vaziyette bekliyor olduğunu düşünüp tırsıyorum.

            İyi de ben… Ben neden buradayım?

            Elimi ayağımı oynatıyorum. Bir şeyim yok gibi. Kalkmaya çalışıyorum. Hafiften başım ağrıyor. Herhalde bu yüzden burada değilim. Önümden geçen hemşireye sesleniyorum:

            “Hemşireanım ben…”

            Hemşiranım, işaret parmağını dudağına götürüp sus işareti yapıyor. Susuyorum. Dudaklarım… Dudaklarım pul pul olmuş dökülüyor sanki. Etrafıma bakınıyorum. Yanımda emekliliği gelmiş bir komodin var. Eski püskü, dökük bir şey. Üstündeki yarıya kadar dolu su şişesinden içmek istiyorum. Şişe, biz enine yatanların aksine dimdik duruyor. Üzerinde kapağı olmadığı gibi yanında bardak da yok. Uzanıp şişeyi kavrıyorum, susuzluğumu gidermek için dikiyorum kafama. Kurumuş dudağım biraz olsun yumuşuyor. Şişeyi emekliği gelmiş komodinin üstüne geri koyuyorum.

            Hemen yanımdaki yatakta yatan hasta dikkatimi çekiyor birden. Oldukça yaşlı bir adamcağız… Ölmüş de haberi yok denilen bir görüntü sergiliyor. Nefes alırken hırıltılar çıkarıp ara ara öksürüyor. İçten, samimi bi öksürüğü var.

            Tavana bakıyorum bir süre.

            Gözkapaklarım gitgide ağırlaşıyor. Oda içinde birbiriyle uyumsuz ritimdeki ayak sesleri ve bir takım gölgeler fark edince gözüm açılıyor. Kafamı çevirdiğimde bana doğru gelen aksakallı bir doktor görüyorum. Yatağımın ayak kısmında dikiliyor. Kafasıyla selam veriyor, aynı şekilde karşılık veriyorum. Elinde bir dosya var. Yatakta doğrulup oturur vaziyete geçiyorum. Hemen arka çaprazında, az önce bana sus işareti yapan hemşire duruyor. Dimdik. Su şişesi gibi… Bu sefer güleç bir yüz ifadesi var. Tam dikkatimi doktora vereceğim sırada hemşirenin bana göz kırptığını fark ediyorum. Belki de bana öyle geliyor. Tekrardan bakıyorum. Düz bir bakış. Tam emin olamıyorum.

            Doktor boğazını temizleyip şöyle diyor:

“Sizin durumunuz kötü.”

            Ben tekrar hemşireye bakıyorum. Çok güzel gözleri var. Doktor aksakalını sıvazlarken dank ediyor az evvel söyledikleri: “Sizin durumunuz kötü!”

            “Nasıl kötü, neyim var,” diye soruyorum telaşla. “Kafanızda…” diyor ve susuyor.

            “Evet?” Boğazım düğüm düğüm. Babamın “İpteki düğümleri çözmek kolay, önemli olan boğazdaki düğümleri çözmek evlat,” deyişini anımsıyorum, sonra yutkunup sorunun devamını getiriyorum:

            “Kafamda… Kafamda ne var?”

            “Biri var,” diyor, “senin kafanda biri var.”

            Başımın ağrıdığı aklıma geliyor birden. Demek bu yüzdenmiş. Elimi kafamda gezdiriyorum istemsizce. Gözüm tekrar Hemşireanım’a kayıyor. Dudağında kırmızı bir ruj dikkatimi çekiyor bu sefer de. Cart bir kırmızı… Dahası yüzünde anlamlandıramadığım bir tebessüm var. Bu sefer göz kırpışını yakalıyorum ama karşılık vermiyorum.

            Hemen yanımda yatan ihtiyar adam benden tarafa dönüp olan biteni izlemeye başlıyor. Çok üzgün ve yorgun bir yüz ifadesi var. Dudakları gergin. Bir şey diyecekmiş de çekiniyormuş gibi bakıyor. İhtiyarı komodinle kıyaslarsan, komodin çok daha iş görür vaziyette. Bitpazarına götürsen üç kuruşa da olsa bir alıcısı çıkar gibi. Ya ihtiyarın?

            Hemşireanım’dan bir ayna rica ediyorum. Cebinden çıkarıp uzatıyor. Yüzüme bakıyorum. Hafif terlemişim. Becerebildiğimce kafama bakıyorum ayna vasıtasıyla. Hiç bir şey göremeyince, “Hani,” diyorum, “kafamda bir şey yok ki. Yalan söylüyorsunuz.”

            Doktor ve ölmüş de haberi yok yan komşum kibarca gülüyorlar. Hemşireanım kahkaha attıktan sonra özür dileyip gidiyor. Adam gayet içten ve samimi bir öksürük krizine giriyor.

            Doktor, “Kafanızda derken kafanızın içini kastetmiştim,” diyerek cümlesini dekolteliyor. Sonra bir süre daha vaktimin olduğunu, yarın taburcu edileceğimi, burada kalmamın anlamsız olduğunu belirtip odayı terk ediyor. Kafamın içinde ne var, söylemiyor. Yatakta bağdaş kurup oturuyorum.

            Yanımdaki yatakta, ölmüş haberi yok hasta, “Öleceksin,” diyor çatallaşmış sesiyle. Duymazdan geliyorum. Derken içeri esmer, şişman, koca dudaklı çingen bir kadın giriyor.

            “A be bakayım falına?”

            “Yok,” diyorum “teşek…”

            “Senin kafanın içinde biri var, at bi beşlik de bakayım falına!”

            Eğer tıp dünyası sizden ümide kesmişse ‘alternatif tıp’a sarılırsınız. Umut işte. Çantama uzanıyorum ve nasılsa öleceğim duygusuyla cüzdanımdan elli lira sıyırıp falcı kadına uzatıyorum. Parayı sutyenine sıkıştırıp “Ver bakalım sol elini,” diyor. Dediğini yapıp sol elimi kadının esmer ellerine uzatıyorum.

            Yan komşum çingen falcıya bakarak; “Ölecek o be,” diyor, “doktor bey söyledi az önce.”

            İkimiz de duymazdan geliyoruz yaşlı komşuyu.

            “Senin kafanda biri var,” diyor. “Bir bayan!” 

            “Hemşire olabilir mi?”

            “Yok,” diyor, “başka biri.”

            “Kim? Asuman mı?”

            “Yok, değil.”

            “Bir süredir gönlün ona kaymış ama o bunu pek ciddiye almamış sanki.”

            “Vay adi!”

            “O da sana boş değilmiş.”

            “Miş derken?”

            “Sen bir şey yapmışsın.”

            “Sevdim.”

            “Sana kırılmış… Ya da o yaptığın bir şeyi yanlış anlamış.”

            “Sevdim diyorum…”

            “Galiba o seni yanlış anlamış. O kadarını bilemiyorum.”

            “Ne kadarını biliyorsun?”

            “Eğer kafanın içindeki bu şeyden kurtulmak istiyorsan…”

            “Şey derken?”

            “Beynini kemiren bir şey var,” diye devam ediyor alternatif tıp uzmanı falcı kadın, “bazı şeyleri anlamlandıramıyor, yanlış anlaşıldığını düşünüyorsun. Kendini suçluyorsun. O şeyleri o kişiyle konuşman lazım.” O kişi kim, söylemiyor. “O zaman sonuç ne olursa olsun huzura ereceksin. Yalnız bu kadın seni senden alabilir, dikkat et. Sonuçlarına katlanacaksan devam et, yoksa böylece bırak.” Eğilip el kıvrımlarımı inceliyor “Zor ve çıkmaz yollar görünüyorum. Hayırlısının ne olduğunu ben bilemem.” Bir iç çekiyor ve “Yaşamak lazım,” diyor

            “Ölecek o be ya, doktor bey söyledi az önce.”

            “Nasılsa öleceğim giderken seni de yanımda götürmemi istemiyorsan sus,” dercesine bakıyorum.

            Susuyor. Falcı kadın devam ediyor…

            “Bazen öylece bırakmaktır doğru olan, bazen ısrar edip üstüne gitmek. Sen gururlu, duygusal ve kırılgan birisin. Buna rağmen üstüne gidiyor olman şaşırtıcı.”

            O sırada doktor tekrardan odaya giriyor, bu sefer en baştaki yatakta yüzü kefen rengine çalan hastanın başında… Hemen arkasından da Hemşireanım. Çingen falcıya, doktoru gösterip şikayet edercesine “Ama,” diyorum “şu doktor bana öleceğimi söyledi.”

            “Evet,” diyor çenesi ve kulakları hariç her yeri ölmüş ihtiyar, “ölecek o, doktor bey dedi. Kulaklarımla duydum.”

            Falcı kadın önce doktora sonra bana baktıktan sonra -Adile Naşit gibi- uzun uzun kikirdiyor.

            “Bu sabah onun falına da baktım; eğer tüm hastaların kafasında bir şey olduğunu ve öleceğini söylemezsen öleceksin dedim.”

            “Nasıl yani,” diyorum “Koskoca Hipokrat yemini etmiş bir doktor, bir falcının…” Gözlerini belertip ürkünç bir şekilde bana bakıyor. Konuşmama devam ediyorum, “…lafıyla böyle bir şey yapar mı hiç? Bu… Bu nasıl olabilir? Tüm hastalara öleceğini nasıl söyleyebilir?”

            Ölmüş haberi yok ihtiyar dudak büzüp bana bakarken çingen falcı uzata uzata “Biiirrr,” diyor. İkimiz birden Çingen falcıya doğru dönüyoruz.

            “Er ya da geç herkes bir gün ölecek!”

            Onu biliyoruz.

            “İkiiiiii… Herkesin kafasına taktığı bir şeyler var.” Kikirdemesine devam ediyor.

            Ben kafamı doğru diyorsun anlamında sallayınca fal baktığı sol elimi bacağımın üstüne koyup soruyor.

            “Yalan mı?”

            Bir süre düşündükten sonra, “Öyle söyleyince yanlış değil tabii ama,” derken kırmızı rujlu hemşire çıkageliyor tekrardan. Cümlemin ‘ama’dan sonrasını unuttuğum için susuyorum. İşaret parmağını yine dudağındaki yerini alıyor. “Hişşşt,” diyor -çocuk azarlar gibi- “rüyada olur böyle şeyler, çok uzatma artık.”    

            “Rüya mı? Ama sen… Sen nereden biliyorsun bunun rüya olduğunu?”

            Falcı kadını gösteriyor ojeli parmağıyla, “O söyledi. Hadi kalk artık, uyanma vakti.”

            Telefonumun alarmını duyuyorum.

            Hayır, burada bitmemeli. Gözümü açmadan falcı kadına dönüp “Kafamdaki kadın,” diyorum, “kim o kadın?”

            Falcı yok, hemşire yok, doktor yok.

            Nerdesiniz be?

            Yanımdaki ihtiyara bakıyorum, o yatağında. “Öleceksin be ya,” diyor, “doktor bey söyledi, duymadın mı?”

            “Yeter, sus artık,” diyerek ihtiyarı duvara çarpıyorum. Daha yedi taksiti kalmış telefonum paramparça oluyor.

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Kübra

Çok hoş bir üslubunuz var, sıkılmadan okudum, eğlenceli rüyalara devam 😀

%d blogcu bunu beğendi: