kursağıma beton gibi dökülen ve beni sen yapan gecenin içinde;
bir anne cesedinde şefkat aradığım işte o gecenin içinde ne varsa
heveslerin, yarım kalmışlığın ve ölümün ucundan tuttuğum ellerimde büyüdüm bir anda
yüzünde tanrının elinden saçılan ölüm damlacıkları…
mezarlığa mahmuzlanan birer yılkı atı gibiyiz!
hayat telaşını bitirdin ve ben ilk defa o gece baktım gözlerine. kapalıydı!
ölüm hep erkenci ve ben bu vedaya bir adımlık yoldan geç kaldım
şimdi içimin şurasına; tabutuna kardeş bir tabut yatırdım
içinde; ben, pişmanlıklarım ve soğuk yüzüm. yüzüm kalmadı sana!
kımıltısız tenmiş ölüm dedikleri ve ey nefesi ölüm kokan kadın; sen artık ölümün de annesisin
adem’in eksik kaburgasını tamamlamadan çürümezsin!
vicdanımın yükünü gözlerime bağlayıp sürünerek geçtim baykuşlar sokağından
tut ki canından can çalarken yakaladım birini, kuş kavmiyle konuşan süleyman değilim ki
artık göğün göğe uçtu, geceme soğutuculu tabutun düştü
sessizlik götüren bir trenin sireni bağırdı kefenindeki ölesiye beyaz lekeyi
ölü bedenini yıkarken gözyaşları içinde yazdım sana bu şiiri.
ah ölümün ve şiirin de annesi!
sırf sana bu şiiri okumak için, yelemi dörtnala savurup içebilirdim sendeki ölümün diğer eşini
sana kim öl dedi ki…
ayrılığı metal sandıkta soğutan insanlar gördüm
bir çınarın yıkılışını ve yere düşen evlatların arayışını…
narın dalında dağılmasını
koca bir şehrin ağıtla kucaklaşmasını
yalnızlığın kapısızlığını
ölümün laviniadaki aksini, yaşamın cıvıltısından bir tabutun geçmesini!
gördüm pulları sökülmüş sessizliği!
yıkılmış mabedimin direğiydi tabutun
ve ben seni; oturup kendi derisini yüzen insanın acısıyla izledim bütün gece
pencerene bakıp vicdan azabına açılan kapıdan geçtim döne döne
sana seni affettiğimi diyemedim!
ey adem’in kırık kemiği! pişman mıydın peki olanlar için?
isa gelse dirilir miydin sam gibi?
içimin lavını söndürmek için açar mıydın son bir kez daha gözlerini?
koca bir günahın bedeli gibiydi cansız ellerinin vicdanımı tutup titretişi
beni bin yıl yaşlandıran ölüm sarhoşluğundan kim uyandıracak şimdi…
yıllar, gül ve diken arasında mekik dokudu
ölümün elinden kaçırdığımı sandığım çocukluğumun kırkı çoktan çıktı
gerçek göründü
çocukluğum öldü
su yudu
ağıtlar her şeyi ortaya döktü
dünya garipti
çocukluğum dahil hiçbir şey, hiçbir yere saklanamıyordu
her şeyden, her yere saklanabilen yalnız sendin allah’ım!
hatıralardan arda kalan yaşamın anlamı adına, nilüfer çiçeğinin hatırına;
ölümü götür
çocukluğumu getir
aramızdan şu tabutu kaldır…
tenine gangren düştüğünde kesildi bu hikayenin çürük dokusu
çocukluktan kalma bir iç çekişle izledim, iki parmağı eksik ayağının ölümle savaşını
acının çıngırağıyla çıktım dışarı
sokakta koşan yaralı itlerle dalaştım ve kuyruğumu kıstırıp lime lime dağıldım şehrin caddelerinde
ben de savaştım kendimle
tabutta yatan soğuk bir bedenle
tenimde yüzen ürpertiyle
sonra evin her köşesinde, ağır ağır esir düştüm ölümün “dur” sesine
dur dedi… artık dur! bak yakınım sana!
yaprakların ağaçtan dökülmesindeki romantizm değilim ben!
ben hüzün şehrindenim, insanın bitkiyle karıştığı yere insan ekerim
dur ve ben gelmeden evvel yaşamı selamla!
kabuğundan bu kadar çabuk sıyrılışın, haslete olan bağlılığın nedeniyle
peki bu sonsuz kırmızının damarlarımdan başlayarak yanaklarıma akması ne
göz kapaklarının ruhumun çıplaklığına bakması, utandırması ne böyle
ölümü beyninde taşıyan biriyle koyun koyuna yatmışlığım var benim
karnına bıçak konulmuş bir cesedi sevmişliğim de
insanı dönüştüren acının şiddeti de değişirmiş tabuttaki beden değiştikçe
içinin çekirdeği kavrulurmuş, ateşin emriyle
bir annenin bedeni mezara konulurmuş, oğlu eliyle
nerik kasabası yıkılırmış ağıtların diliyle, “ölme anne” diye haykıran kızının sesiyle
hücrelerimin köküne saplanmış gururu ve kini sökmek için
soğuk tenini, kaybolan çizgilerine dek, sıvazlayarak sevmem gerekecek
henüz çürümemiş hücrelerinin ruhuna, morluklarından kim bilir kaç kez anne diye seslenmek gerekecek
keşkeler alayını ruhumun mezarlığına gömmek için belki cesedini öpmem gerekecek
ve bir devri kapatmak için albümleri kaldırmam
belki bu şiiri yırtıp atmam gerekecek
iki dudak hareketiyle “affettim” diye bağırmam,
seni sil baştan anlamam ve sevmem gerekecek…
dört omuz üstünde girdiğin bahçeye
bir akşamüstü rehavetinde serdiler esmer tenini servilerin dibine
içimde ne kadar kırılmış “an” varsa
gözlerinin fer kapısı kapanmadan daha gömdüm senden önce toprağa
yıkadım kızgınlıklarımın bıraktığı buruk tadı suyun altında
gecenin sonunda “anne” diyen hıçkırıklarla…
yaşamak gözyaşlarıyla geçmişi yıkamaktır!
– Hatice Tarkan Doğanay